Saymıyorum ölüp ölüp dirilttiklerimi / Yalnızlığım benim, çoğul türkülerim / Ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi” (Can Yücel)

Hamlet Davası - 4 / Peyami Safa’nın Hamlet Revüsü!

Hamlet davası diye andığımız; Muhsin ve Neyyire Ertuğrul’a körlemesine, nankörlükle bilenmiş zehirli bıçaklara benzeyen bir ruh karmaşasıyla yapılan saldırı için söylenecek çok şey olsa da; okuyanı sıkboğaz etmek niyetinde değiliz. Bu yüzden sahne oyunu kılığında kaleme alınmış bir eleştiriyi aktarmakla yetineceğiz sadece. Bu acayip eleştiriyi sizinle tam metin olarak paylaşarak; hem sizi biraz eğlendirmek, hem de Hamlet çevresinde koparılan yaygaranın, aslında zavallı Hamlet’le çok da ilgili olmadığını anlatmak istiyoruz. Hamlet çekişmesinin sadece iki haftada geldiği yeri göstermesi adına önemsediğimiz bir eleştiridir bu!

Çünkü; daha Hamlet davasının ilk duruşmasına bir ay varken, Peyami Safa, Tasviri Efkâr’da, “Hamlet Temsili / Rövü / 1 perde, 1 tablo” başlığıyla -sözümona- mizahî bir oyun yazarak, bir çeşit mahkemeyi andıran bu oyun kılığındaki eleştiriyle Muhsin Ertuğrul’u yargılamaya, herkese kendi haklılığını savunurken, onu da rezil etmeye kalkar. Oyun kılığındaki yazısının kimlik bölümüne yazdığı “Rövü” sözcüğü, Peyami Safa’nın niyetini fazlasıyla ortaya koymaktadır.

İşte ‘Shakespeare Peyami Safa’nın Hamlet Revüsü!

Yazan: Server Bedi (*Peyami Safa’nın takma adıdır bu)

Şahıslar: Celâleddin Ezine, (*Muhsin Ertuğrul’un adını anmak istemediğinden olsa gerek, sadece-) Rejisör, Esat Mahmut Karakürt (*Peyami Safa, asıl soyadı ‘Karakurt’ olan romancı, diş hekimi ve avukat Esat Mahmut Bey’in soyadını özellikle ‘Karakürt’ olarak yazmıştır. Bu da Safa’nın, cilt rengi karaya yakın olan Esat Mahmut Bey’in doğduğu Urfa kentine dair bir esprisi olsa gerek!), Peyami Safa, Ref’i Cevad Ulunay, Sadi Nacullah (*Şaka yapmayı seven Peyami Safa, asıl adı Naci Sadullah olan ve içmeyi seven gazetecinin de adını, başharflerinin yerini değiştirerek ‘Sadi Nacullah’ şeklinde yazarak bir espriye gitmeye çabalamış olmalı) , Sadun Galip, Necmettin Sadak, Yunus Nadi, Doğan Nadi, Nizamettin Nazif, Halit Fahri, Vâlâ Nurettin, Suat Derviş, Shakespeare’in Ruhu ve Şehir Tiyatrosu Artistleri…

Hamlet Temsili / Rövü / 1 Perde / 1 Tablo

Sahne: Şehir Tiyatrosu’nda Hamlet oynanmaktadır. Birinci perde yeni açılmıştır. Matbuat locaları hıncahınç dolu. Tıs yok. Yalnız temsil ilerledikçe Tasviri Efkâr locasında Celâleddin Ezine’nin sabırsızlık hareketleri yaptığı görülür.

Celâleddin Ezine - (Yanındakilere) Monşer! Facia bu, hakikaten facia!.. Baksanıza, metni yanlış okuyor, aman Allahım! Hamlet mi bu? Hani canım, Hamlet’in o hüzün ve ironi dolu, çapraşık ve derin ruhu? Ay şimdi çıldıracağım! (Sesi gittikçe yükselir) Danimarka kralı değil, Shakespeare katlolundu burada! (Sahneye doğru kalkarak) Efendiler, sanata hürmet, sanata merhamet!

(Herkes locaya baktığı sırada, sahnenin dibinden bir ses: “Kimmiş o? Kimmiş o?” Nihayet Rejisör, gözleri dönmüş sahneye çıkar ve Celâleddin Ezine’nin bulunduğu loca istikâmetine doğru yürür)

Rejisör - (Bağırarak) Ne söyleniyorsun sarhoş herif?

Celâleddin Ezine - (Ayağa kalkar) Vay!

Rejisör - Serseri!

Celâleddin Ezine - (Yanındakilere) Hamlet’te böyle bir rol yok. Bu adam çıldırmış mı?

Rejisör - Zibidi!

Celâleddin Ezine - (Bağırarak) Shakesperae’e hürmetim olmasaydı şimdi yanınıza gelirdim ve halk sahici bir intikam sahnesi seyrederdi.

Rejisör - Yıkıl oradan Narçın Bey!

Esat Mahmut Karakürt - (Ezine’yi eteğinden çekerek) Sakın cevap vermeyiniz, yanılmıyorsam hakaret vermeyiniz, yanılmıyorsam hakaret mevsufe ile hakaret… Ceza Kanunu’nun 481inci maddesi şahlanıyor: Bir seneden beş seneye kadar…

(Rejisör hemen çekilip gider)

Celâleddin Ezine - (Esat Mahmut’a) Ne diyorsunuz?

Karakürt - Hem tecili de yok.

Ezine - Fakat hakaret ediyor.

Karakürt - İyi ya, bulunmaz fırsat!

Ezine - “Sarhoş” diyor, “Zibidi” diyor, “Narçın Bey” diyor… Onu anlamadım, ne demek o?

Karakürt - (Dalgın) Matbuat kanununun 31inci maddesinin C fıkrası delâletiyle Ceza Kanunu’nun…

Ezine - Anladım gözüm, “Narçın Bey” ne demek?

Karakürt - Karagöz’de Razakizâdenin oğludur. Züppedir.

Ezine - Züppe mi?

Karakürt - Müthiş züppe!

Ezine - Hadi dostum kalkalım, hemen istidayı daya! (Çıkarlar)

(Paradide gürültüler. “Hadi oradan, Narçın Bey sen de!” sesleri, yumruklaşmalar,kahkahalar ve ayak sesleri… Sahnede temsil devam eder. Fakat salonda heyecan. Seyreden yoktur. Hazin bir anarşi manzarası)

P. S. (*Peyami Safa) - (Ayağa kalkarak haziruna) Efendim, bu rejisörün Shakespeare’den Ezine’ye kadar bütün muharrirlere hakaret etmek âdetidir. (Vali’nin -*Lütfü Kırdar’dır bu kişi- locasına bakarak) Buna bir nihayet verilmesini rica ederim.

Ref’i Cevad (Ulunay) - Efendim, bu rejisör az kalsın geçen sene bendenize de bu çeşit iltifatlarda bulunacaktı. Arkadaşlarımızın hakkı vardır. (Sahneye) Ey Hamlet, sen durma, hamle et!

(O sırada salona, ceketinin dış cebinde bir 29’luk şişe, sağa sola yalpa vurarak Sadi Nacullah girer. “Ne var yahu?” diye sorar. Etraftakilerden meseleyi biraz öğrendikten sonra- )

Sadi Nacullah - Piyesi seyretmedim ama fevkâlade oynadıklarına eminim. Temsili beğenmeyen sarhoştan da beterdir. Çünkü ben de sabahtan beri kafayı çekiyorum. Fakat muvazenemi kaybetmiyorum. (Bir kadının üstüne yıkılacak gibi olur, kadın çığlığı basar)

Sadun Galip - Bu eserin tercümesi de berbat! İngilizce oynasalar daha iyi anlaşılır.

Doğan Nadi - (Yanında oturan Yunus Nadi’ye) Beybabacım müsaadenizle ben de bir iki şey söylemek istiyorum.

Yunus Nadi - Sen otur!

(O sırada bütün tiyatroyu sarsan bir nârâ duyulur. Herkes paradiye bakar. Orada Nizamettin Nazif, bacaklarını kenardan sarkıtmış, sahneye bağırmaktadır)

Nizamettin Nazif - Rejisör müsün, aktör müsün, metöransen misin (*Bu sözcük de rejisör anlamına gelmektedir. Ah Peyami Vah Peyami’nin entelektüel görünme çabaları işte), mecmua müdürü müsün, piyes muharriri misin, polemist misin, nesin be adam! (*1)

(Derin bir sükût… Alt kat localardan birinden bir hıçkırık sesi gelir: Halit Fahri Ozansoy ağlamaktadır. Sebebini sorarlar)

Halit Fahri - Sayın dinleyiciler! Bu rejisör vaktiyle beni dövmüştü (*2) Buna yanmam, olmuş bir şey der geçerim. Fakat bu ne hâl, bu ne manzara arkadaşlar!.. Burada asıl dayak yiyen, asıl hakarete uğrayan ne benim, ne de Ezine… Sanat dövülüyor, sanata sövülüyor arkadaşlar!.. Bu hâle bir nihayet verelim.

Vâlâ Nurettin - Halit Fahri de haklı, hepsi arkadaşımız, ne diyeyim?

Necmettin Sadak - Efendim, tenkide tahammül etmiyoruz, her münakaşa küfre müncer oluyor.

Halk - Fakat isabet… Başka türlü de bu tiyatro meselesi hallolunmaz.

(Derken sahnenin lambaları birdenbire söner. Dipte bir nûr hâlesi peyda olur; ortasında sivri sakallı, geniş alınlı bir adam başı görünür)

Suat Derviş - (Bir çığlık basarak) Ay korktum! Bu da kim? Hamlet’in babası mı?

Hayalet - Evet kızım, ben Hamlet’in babasıyım. Fakat Damimarka kralı değil, Shakespeare’in ruhuyum.

(Derin bir sükût… Başlar önde… Yalnız Halit Fahri’nin hıçkırıkları duyulur. Bir de paradiden bir ses: “Eyvah, moruk geldi!”… Nihayet tam sükût)

Shakespeare’in Ruhu - Şehir Tiyatrosu rejisörüne benim eserlerime karşı gösterdiği yüksek alâkadan dolayı teşekkür ederim. Şehir Tiyatrosu sanatkârlarına da,ellerinden geldiği kadar, nâçiz ruhumun içindeki kımıldaışlara müşahhas ve canlı bir şekil verdikleri için teşekkür ederim. Fakat biz ruhlar, içinde yaşadığımız mavera hayatının zaruretlerine uyarak, insanların arasındaki münasebetten riyayı tamamıyla kaldırmış olduğumuz için hakikati pudrasız ve düzgünsüz ifade etmek zorundayız: Birkaç akşamdan beri Hamlet, burada, benim hayalimdekine o kadar yabancı bir karikatür haline sokulmuştur ki, artık dayanamadım, Danimarka kralından evvel mezarımdan fırladım. Bu azabıma tercüman olan Türk matbuatına da teşekkür ederim. Emin olunuz ki bu sahnede seyrettiğiniz eserle benim aramda, kazara bir dişi kartalın sütünü emmiş bir karganın sütninesine karşı yakınlığı kadar bile münasebet yoktur. Benim kitaplarımı okumanızı, burada zıplayan gölgeleri seyretmeye tercih etmenizi ben de tercih ederim. (Hamlet’ten bir cümle okur) “Kükürtlü ve yakıcı alevler arasına avdet edeceğim saat hemen hemen geldi.”

(Hayalet kaybolur ve perde ağır ağır iner. Derin sessizlik devam etmektedir)

Paradiden Bir Ses - Anlaşıldı, bu moruğun piyeslerini oynamak için daha kırk fırın ekmek yemek ister. Haydi çocuklar, komedi kısmına!.. Orada Hazım’ı seyredip birkaç kahkaha atalım!” (Tasviri Efkâr gazetesi, 19 Birinciteşrin (*Ekim) 1941, Pazar, Sene: 33, Gazete yayın no: 4850-484, Peyami Safa’nın, Server Bedi takma ismiyle, “Pazardan Pazara” adlı köşesinde yazdığı “Hamlet Temsili” adlı yazısının tıpatıp aktarımıdır, s. 2) (*Bu mizahî oyun kılığındaki yazı, başyazarı Cavit Oral olan Bugün gazetesinin, 22 Ekim 1941 tarihli 353. sayısında da, tamamı alıntı yapılarak yayınlanmıştır.)

Muhsin Ertuğrul’a kişisel sürtüşmelerinden ötürü düşmanca davrananlar ve onun Şehir Tiyatrosu’ndan uzaklaştırılmasını isteyenler, on parmaklarında on kara ile her yeri kirletedursun; yazının içinde (*1) ve (*2) kodlarıyla işaret ettiğimiz noktaları aydınlatmak isteriz.

(*1) Peyami Safa’nın bu tuhaf oyununda, Nizamettin Nazif’in (Tepedelenlioğlu) adının geçmesine başta şaşırsak da; sonra, sahibi olduğu ve 1941 yılının Ağustos ayında yayın hayatına giren “En Son Havadis” adlı kendi gazetesinde Hamlet davasına dair yazdığı köşe yazısını görünce… şaşkınlığımız daha da arttı. Çünkü ‘Eski dost’ diyordu ki:

Bıktım tiyatromuzdan… Evet “bıktım” diyorum,ancak “bıktım” diyebiliyorum. Zira “iğrendim, tiksindim” demeye müesses dostluklarım ve fedâ edemeyeceğim şahsi sevgilerim engel oluyor (…) Tasviri Efkâr sütunlarında yayınlanan Celâleddin Ezine imzalı uzun yazıyı dikkatle okudum (…) sonra Türk Tiyatrosu’nun en az Tasviri Efkâr derecesinde kıymetli olan sütunlarına başımı eğdim. İtiraf ederim, benim için işkence oldu. Nasıl yazabilmişsin bu yazıyı dostum Muhsin? Seni ne derece iğzab etmişler, seni nasıl bu derece kendinden geçirebilmişler? Tepebaşı köşkünde hangi Yago’nun tayfı ile başbaşasın ki, mecmuanın 133. sayısında böyle garip bir yazı senin imzanı taşıyabiliyor? Bir defa sen nesin? Münekkit misin? Rejisör müsün? Aktör müsün? Müellif misin? Ve kendine hangi teşhisi koyarsan koy, bil ki terbiye ve nezaket hudutları içinde söylenecek her söze, san’at muhitinde dolaşan her vatandaş gibi efendi efendi mukabele etmeye ve her tenkide tahammül göstermeye mecbursun! Olgunlaş artık canım!(…) Şimdi bana belki, adam, gitmedin görmedin, ne diye böyle yüksekten atıyorsun? diyenler bulunacaktır. İşte cevabım: Gitmedim, görmedim ama biliyorum! Zira Tepebaşı’nda hançere ve ses olmadığını biliyorum. Tiyatroda ise esas sestir. Sessiz aktörlerle, mankenlerle Hamlet monte edilebilir mi?” (En Son Havadis gazetesi, 14 Birinciteşrin (*Ekim) 1941, Salı, Sene: 2, Gazete yayın no: 320, Nizamettin Nazif’in “Celâleddin Ezine’yi Haklı Buluyorum” başlıklı yazısından alıntı, s. 3)

Aklımız öyle karıştı ki! Çünkü; sinema tarihimizin ilk sesli ve sözlü filmi olan “Bir Millet Uyanıyor”un senaryosunu Nizamettin Nazif yazmış, filmin yönetmenliğini ise Muhsin Ertuğrul yapmamış mıydı? Yani iki sanat insanı arasında, eskiye dayalı bir hukuk yok muydu? Sonra, bir şey daha aklımıza şimşek düşürdü; Nazif’in daha önce, Muhsin Ertuğrul’a yapılan saldırılarda, bu haksızlığa karşı çok sert ve meydan okuyan “efsane” bir yazı yazdığını hatırladık. Okuyan hiç kimsenin, bu yazıyı unutamayacağını düşündük. Offf, yazının başlığı bile son derece heyecan vericidir: “Havlamayınız Efendiler!”

Bir zamanlar, Türkiye’de sahne bir çöldü; aktör bir deve kuşu kadar garip addedilirdi. Tiyatro gişesinden bilet alanlar, kadife perdelerin gölgeli büklümlerine, tıpkı yabani domuz avına çıkmış mahalle bakkalları gibi bakarlardı. Tiyatro, göbekleri şehvetle kasırgalanan, boyalı kadınların damla damla satıldıkları yerdi: Oraya yüzü boyalı kadınları damla damla satın almak isteyenler giderdi. Tiyatro, içinde yaşayanlara çirkef sıçratan bir Sulukule’yi andırırdı. Orada çalışanlar, Sulukule çeribaşısına esir, maşacı, çingenelerden daha sefil ve zelil olurlardı. Onlara “Aktör parçası” derlerdi. Meyhanecei Kosti’den borca rakı içen müderris efendi onlardan daha haysiyetli idi. Ayasofya Camii’nin kandil yağlarıyla evinde midye dolması pişirten kayyum efendi, sokakta onları parmağıyla gösterebilir, suratlarına “Soytarı” diye bağırabilirdi. Tiyatro, sanki bir “Acı su” hamamıydı. Külhana en yakın hâlvette sırt terleten tellâl, sahnenin en genç istidadını bıyık altından süzer, “Bu da bizden!” der, geçerdi.

Efendiler, beyler, beyefendiler! Bugün yeni doğan Türk sahnesi üzerinde size en mütekâmil sanattan tat sunan bir avuç genç, tiyatroyu bir çirkef addedilirken sevmişlerdi (…) Atıldıkları çirkef deryasının içinde çalkalandılar. Aç, susuz ve yoksul sürüklendiler. Bu bir kahramanlıktır. Bugün Darülbedayi sahnesi üzerinde gördüğümüz her genç böyle bir kahramandır işte. Bunların içinde adına Ertuğrul Muhsin denilen bir sanat adamı vardır. Bunların içinde ve bunların başında (…) Birkaç ak gagalı kaz palazı, iki günde bir, bir “E. Muhsin hadisesi” çıkarıyorlar. Bunun sebebi basittir. Bu efendilerden bir kısmı kendilerini sahne dahisi addeden megalomanlardır. E. Muhsin onların megalomonilerini okşamayacak derecede yüksek bir rejisördür. Bu efendilerin arta kalanı, tiyatroya eser seyretmek için değil, kulis aralarında piyasa yapmak niyetiyle gelirler (…) İşte bir sanat adamına yapılan hücumun sebebi! (…) Sanatkâr Muhsin’e dost olmak… Hem de candan, yakın ve samimi bir dostu olmak… Onlar için ne büyük şeref! Kendilerinde bir tenkit dehâsı vehmeden efendiler! Havlamayınız! Sanatkâr samimi konuşur!” (Resimli Ay dergisi, Nisan 1929, Nizamettin Nazif’in “Havlamayınız Efendiler!” başlıklı yazısından, ss. 28-29)

Nizamettin Nazif’teki bu değişimin nedeni neydi acaba? Türkçü vurgusu çok belirgin olan yazarın, Muhsin Ertuğrul’un başını çok ağrıtan, ona -olmadığı halde- komünist denmesine neden olan Sovyet tiyatro ve sinema sanatıyla içli dışlı olması olabilir mi acaba?

(*2) “Hamlet Rövüsü”nün yazarı Peyami Safa, Muhsin Ertuğrul’un Halit Fahri Ozansoy’u dövdüğünü iddia eder ‘oyununda’… Hatta palavrası burada da kalmaz; Hamlet davasının ikinci oturumunda, Celâleddin Ezine’nin avukatlığını yapan Esat Mahmut Karakurt tarafından bu doğru olmayan hikâye, hâkim heyetine de anlatılır. Oysa ki anlatılan dayak hikâyesi Safa’nın dediği gibi değildir.

Halit Fahri’nin, Muhsin ve Neyyire Ertuğrul çiftiyle daha önceki yıllarda değişik nedenlerle mahkemelik olduğunu herkes gibi Peyami Safa da bildiğinden ve her iki tarafa barışma çağrısı yapan Halit Fahri’yi, Hamlet davasında yanına çekmek istediğinden, Ozansoy’u mağdur ve sürekli ağlayan bir tip olarak oyununa almıştır. Dayak hikâyesinde, kasıtlı olarak doğruların çarpıtılıldığını / üstüne özellikle defalarca vurgu yapıldığını, bu durumdan son derece rahatsız olan Halit Fahri’nin, konuyla ilgili olarak Son Posta gazetesine yazdığı bir mektuptan anlıyoruz:

Son Posta gazetesi Yazı İşleri Müdürlüğüne,

Hamlet davasının ikinci duruşmasında, Celâleddin Ezine’nin avukatı Bay Esat Mahmut, davasına delil getirirken araya benim de ismimi karıştırmış ve vaktiyle Ertuğrul Muhsin’in beni bir odaya çekerek mükemmel sopa attığını söylemiş! Mecburen bu izahatı veriyorum:

hadise bu kadar feci bir şekil almamıştır. Muhsin yalnız boğazımı tutmuş ve küfür etmiştir. Davam üzerine mahkemede, bu hareketini hatırlamadığını söylemiş ve “Bilhassa Halit Fahri’ye böyle bir harekette bulunamam” demiştir. Ben de bu sözleri tarziye kabul ettiğimi söylediğimden ve iki şahidin ifadeleri de mahkemece kâfi görülmediğinden, dava Muhsin’in beraatiyle neticelenmiştir (…) Hakikatte dayak yememişimdir. Soğukkanlılıkla hadisenin büyümesine mâni olmuşumdur. İşte bu satırlarımla bunu belirtmek mecburiyetini duyuyorum.

Bu münasebetle şunu da kaydedeyim: O mizah olduğu iddia edilen yazıda, Peyami Safa beni de bir perdelik fantazisine bir şahıs olarak almakta ve “Muhsin beni dövdüğü halde ben sanat âşıkıyım” tarzında sözlerle beni hüngür hüngür ağlatmaktadır. Böyle mizaha pek aklım ermez (…) Peyami’nin bu soğuk ve uydurma fantazisi mizah çerçevesini aşmış kaba bir taaruzdan başka bir şey değildir. Her zamanki gibi, düşüncesiz ve zerafetsiz mizahından dolayı mahkemeye düşmeyi tercih ettiğimi bildiririm.” (Son Posta gazetesi, 28 İkinciteşrin (*Kasım) 1941, Cuma, Sene: 12 , Gazete yayın no: 4069, s. 1 ve 5)