Güzel bir insan: Mutahhar Şerif Başoğlu - 34
Mutahhar Şerif Başoğlu’nun cezaevlerimizde devrim nitelikli bir ıslahat programını başarıp, ülkemize gurur kazandırdığı ve mahkûmlar arasında üretime dayalı, insancıl bir sistemi gerçek kıldığı halde görevinden istifaya mecbur bırakıldığı günlerde, İmralı’da tarihte eşine kolay kolay rastlanmayacak bir olay meydana gelir. Birçok gazetenin hayret içinde manşete çektiği olay, Mutahhar Şerif’in başardığı “erdemli insan / topluma kazandırılan mahkûm” penceresinden görünen en kıymetli manzaralardan biri için eşsiz bir örnektir. İbretlik bir ahlâk dersi!
“Türkiye, ceza sisteminin ıslahı bakımından bütün dünyaya örnek olarak İmralı’da bir ruh sanatoryumu kurdu. Nasılsa elinden bir kaza çıkanlar, orada tam tedavi görecekler ve günün birinde serbest hayata eskisinden ahlâklı ve dürüst insanlar sıfatıyla döneceklerdi.
Bu sistem Erzincan zelzelesi sırasında parlak bir imtihan geçirdi. Bir hapishane binası yapmak üzere oraya gönderilen mahkûmlar, nasılsa imha ettikleri canların kefaretini Erzincan’da kat kat ödediler ve büyük cesaret ve fedakârlık eserleri gösterdiler.
Şimdi İmralı’da mahkûmlara aşılanan içtimaî ruhun yeni bir delilini hayretle haber aldık (…) Bakınız, vakayı anlatalım:
Marmara’nın bir köşesinde İmralı adası dört, beş seneden beri ziraî hapishane haline konmuştur. Yurdun her tarafındaki cezaevlerinde kanunun tayin ettiği bir kısım mahkûmiyetlerini geçiren ve hallerinde salâh hâsıl olduğuna kanaat getirilen mücrimler bu adaya gönderilirle (…) Bunlar hiçbir jandarma ve polis muhafazasına tevdi edilmeden burada kendi kendilerine yaşarlar. Adanın asayişini ve inzibatını da mahkûmlar bizzat temin ediyorlar. Burada yaşayanların arasında derin bir kardeşlik disiplini hâkimdir. Yine mahkûmlar tarafından seçilen bir inzibat ve disiplin heyeti ve bu heyet tarafından hazırlanmış bir talimatname vardır. Bu talimatnameye göre mahkûmların birbiri aleyhinde konuşmaları memnudur.(*Yasaktır) Dedikodu yapan bir mahkûma muayyen bir müddetle boykot cezası verilir, arkadaşları kendisiyle konuşmazlar. Senelerdenberi bu usul muvaffakiyetle tatbik edilmektedir.”
“İmralı Yeni Cezaevi Dahili Talimatnamesi / Madde 15: İyi Geçinmek ve Dürüst Hareket
Bütün hükümlüler birbirlerine karşı dürüst muamelede bulunmaya, birbirlerinin onurlarına saygı göstermeye, edep ve terbiyeye uymayan işlerden ve şakalardan kaçınmaya daima mertçe hareket etmeye mecburdurlar (…) Hiçbir hükümlü her ne suret veya vesile ile olursa olsun, bir diğeri üzerinde nüfuz ve tesir icraasına ve faikiyet iddiasına, kendi işini başkasına yaptırmaya kalkışmaz.” (İmralı Hükümlü Gazetesi, 14 Mayıs 1948, Sene: 1, Gazete Yayın no: 15, s. 2)
“Geçenlerde katil mahkûmlarından Ali bir arkadaşı aleyhinde dedikodu yapmış, bu dedikodu, çekiştirilen arkadaşının kulağına gitmiş ve bir akşam istirahatında arkadaşı onu bir köşeye çekerek:
- Arkadaş, demiş… Sen benim aleyhimde söylemişsin. Ben buna inanmak istemedim. Fakat birçok ağızlar bu haberi bana fısıldadılar. Bu bizim disiplinimize uygun değil. Beni inzibat heyetine çıkarmaya mecbur ettiğin için ciden müteessirim.
Bu konuşma bu kadarla kapanmış, Ali bundan sonra kalkmış, kendi koğuşuna gitmiş. Yarım saat sonra arkadaşının koğuşuna elinde kanlı bir kâğıtla gelmiş. Ağzından da kanlar akıyormuş. İşaretle demiş ki:
- İşte ben dilimin cezasını kendi elimle verdim. Evet, aleyhinde konuşmuştum. Konuşan dilimi ceza diye kestim. İşte sana getirdim.
Ali adanın hastanesine kaldırılmış ve orada ilk tedavisi yapılmıştır. Yapılan tahkikat şu neticeyi vermiştir: Ali arkadaşı aleyhinde söylendiğinden çok müteessir olmuş, yine arkadaşlarından seçtikleri inzibat meclisinden boykot cezası almaktansa kendi cezasını kendisi vermeyi tercih etmiş; jiletle dilinin ucundan üç santimlik bir parça kesmiştir.
Ali bu işi yaptıktan sonra hapishane müdürüne de bir mektup yazarak cereyanı hali bildirmiştir. Ali İstanbul’a gönderilmiş, burada tedavisi yapılmış, bir iki gün evvel de adaya dönmüştür.
Vakanın dikkate değer tarafı, İmralı İçtimaî Sanatoryumu’nun aşıladığı ahlâkî disiplini göstermesindedir.” (Vatan gazetesi, 5 İlkteşrin (*Ekim) 1940, Yıl: 1, Gazete Yayın no: 48, ss. 1 ve 4)
Ahlâksızlığın, adam kayırmanın ya da arkadan iş çevirmenin normal kabul edildiği bir yerde bu hikâyenin “saçmalık” ya da “abartılı” olduğu düşünülebilir. Ama biz bu biat eden, sorumluktan kaçan düşünceyi kabul etmiyoruz. Bizim düşüncemiz de Mutahhar Şerif’in yapmak istediklerine yakındır: Nasıl ki, bir yerde suç işleniyorsa, kimse suçsuz olduğunu söyleme hakkına sahip değilse… öyle!
Mahkûm Ali’nin erdemsiz davrandığına inandığı için kendi dilini kestiği olay, dönemine damga vurmuş bir gazetecinin “kahramanlık” diye niteleyerek yazdığı bir köşe yazısında da karşımıza çıkar.
“İmralı cezaevinde bir hâdise olmuş. Hâdise mi? Hayır, bir kahramanlık vakası! Beşerin, mevhum idealler ileri sürerek, fakat hakikatte hasis menfaatlerin tatmini için binlerce can kıyılmasına sebep olup insanı insanlığından utandırdığı bir günde bana ümit veren, bu mefhumun tamamen kaybolmadığını gösteren bir kahramanlık vakası!”
Ardından olayı özetleyen gazeteci, yazısını içinde kıpırdaşan bir çirkinlikle eşleyip, zehir kusar.
“Dünyada misli olamayn bu vaka, tarihin en parlak sayfasını işgal etmelidir. Şark, Sparta, Roma tarihlerinde buna benzer kahramanlık menkıbeleri vardır. Fakat hiçbiri Ali’nin hareketi kadar beşeri duygulara istinat etmez ve hiçbiri bu kadar yüksek bir haysiyet damgası taşımaz.
Ne büyük ders! Fani vücudunda böyle ölmez bir yürek taşıyan Ali’nin varlığı karşısında derin bir huşû duymamak kâbil değildir. Benim için artık Ali, kim bilir hangi sebeplerle üzerine vurulmuş olan “Mahkûm” sıfatını taşımıyor. Buna dilim varmıyor.”
Gazeteci, Ali’nin hikâyesinden çok etkilenmiş olacak ki, bu noktadan sonra içindeki zehirli hayvanla dövüşmeye başlıyor. Biz yazının son bölümünü okuduğumuzda, sözü edilen yazar kılığındaki kartondan kaplanların kim oldukları hakkında derhal bir fikre ulaştık ya, bakalım siz okuduğunuzda ne düşüneceksiniz?
“Ali’nin kahramanlığı bana son günlerde (bizim) edebiyat âlemini hatırlattı. Ortada edip sıfatını takınarak dolaşanlardan kimi şiir tenkidi namı altında anlayamadığı ya da beğenmediği şiirlerin sahiplerini jurnal etmekte, kimi söylenmemiş bir sözü esas tutarak anket açmakta, kimi gençlik namına beyanname neşretmekte, kimi egoizmasını tatmin için hikmet savurmakta, kimi mazisini unutarak haysiyet ve seciye dersi vermekte ve hemen hepsi birbiri aleyhinde deikodu yapmaktadır. Fakat bunların resmi hiçbir mahkûmiyetleri yoktur. İmralı’da değildirler. Babıâli’de rahatça dolaşırlar ve maalesef bunlar için bir inzibat komisyonu da yoktur. Halbuki Ali, haysiyet sahibi insanların dilini koparmasını bilen kimseler olduğunu isbat etmiştir.
Bu muhterem zevata bir tavsiyem var. Onlar hiçbir zaman Ali’nin seviyesine yükselemeyecekleri için, hiç olmazsa dillerini tutsunlar!” (Vakit gazetesi, 6 Birinciteşrin (*Ekim) 1940, Pazar, Yıl: 23, Gazete Yayın no: 8169, Fikret Âdil’in “Görüşler” adlı köşesinde yazdığı “İmralı ve Babıâli” başlıklı yazısı)
İmralı’da göz yaşartan böyle bir olay yaşanırken, devlet aygıtında adalet terazisinin daraları bir kez daha titreşmektedir. İmralı’nın dünya çapındaki başarısı bazılarının iştahını kabartmıştır belli ki!
Aynı günlerde, Adalet Bakanı bir kez daha değişir. Fethi Okyar dönemi biter ve yerine 12 Mart 1941 gününden 9 Temmuz 1942 gününe kadar görev yapacak olan Hasan Safyettin Menemencioğlu getirilir. Menemencioğlu da Fethi Okyar’ın izlediği politikaya yakındır.
“Adliye Vekâletinin iş esasına müstenit cezaevleri kurulması teşebbüsü çok iyi neticeler vermektedir. (İmralı’dan sonra) Ankara’da matbaa halinde çalışan bir cezaevi kuruldu. Üçüncüsü Zonguldak’ta maden işlerinde çalışmak isteyenler için bir cezaevi vücuda getirldi. Isparta’da halı dokuma işinde çalışanlara mahsus diğer bir cezaevinden başka Karabük’te demir ve çelik fabrikalarında iş esasına istinat eden beşinci cezaevi tesis edildi. Ankara’da inşaat ile iştigal eden mahkûmlardan müteşekkil bir de seyyar cezaevi vardır.
Bu suretle çalışan mahkûmların miktarı 2500’dür ve bu miktar hapishaneler mevcudunun onda birinden fazladır.” (Anadolu gazetesi, 2 Haziran 1941, Pazartesi, Yıl: 30, Gazete Yayın no: 8546)
Belli ki; Mutahhar Şerif’in İmralı’da yapmış olduğu program, o eylemin arkasındaki bilgi, özveri ve emek yükü hesaba katılmadan diğer cezaevleri için de uygulanacaktır. Bu görüş, bazı gazeteciler tarafından açık açık da dile getirilip savunulmaktadır. İmralı Sosyal Sanatoryumu’nun ortaya koyduğu başarının arkasındaki bilgi ve deneyim tarihçesi gözetilmeden kalkışılan yeni “İmralı”lar beklenileni vermemiş, başarılı olmayı bırakın, cezaevlerinin durumunu eskisinden de kötü bir hale getirmişse, bunun nedeni popülist politikalar ve plansızca kalkışılan işler olmalı diye düşünüyoruz.
Dosyamızın bu bölümünde ileri sürdüğümüz iddiamızı, arşivimizdeki “İmralı tecrübesini genişletemez miyiz?” başlıklı bir yazı ile desteklemek istiyoruz:
“Adliye Vekâleti birkaç sene evvel hapishanede bulunan bir kısım ağır hapis mahkûmlarını İmralı adasına naklettirdi. Bu ada mahkûmlar tarafından bir iki sene zarfında imar edildi. Ekildi, biçildi. Bundan iki büyük istifade elde edildi. Birincisi, işsiz güçsüz, hapishane koğuşlarında sürünen birçok bedbaht vatandaşa kendilerini meşgul edecek bir iş bulundu. Bunlar sadece müstehlik, tufeyli iken, müstahsil, binaenaleyh cemiyete nafi bir uzuv haline getirildi. İkinci istifade ise adanın imarıdır.
Güzel bir atalar sözümüz, her fenalığın işsizlikten neş’et ettiğini kaydeder ki, bu çok doğrudur. Hayatında herhangi bir zaaf dakikasında işlediği bir suç yüzünden senelerce hapse mahkûm olan bir vatandaş bu müddetini atıl bir halde ve bilhassa kapalı bir yerde geçirecek olursa, cemiyet o adamı ebediyen kaybetmiş sayılır. Bu itibarla da “İmralı”lar tesis etmek son derece faydalı bir harekettir.
Fakat koca memlekette bir tek İmralı tesis etmek ihtiyacı asla karşılayamaz. Bu tecrübenin müspet netice verdiği meydanda iken niçin yeni yurtlar, yeni İmralılar tesis edilmiyor? Öyle zannediyorum ki memlekette henüz imar edilmemiş ve bir İmralı vazifesini hakkıyla yapacak birçok mahaller bulunabilir. Bu işin öyle uzun uzadıya masrafa da ihtiyacı olmadığı ve faydaları tecrübe ile sabit olduğuna göre yeni yurtlar tesis etmekte tereddüt etmek bence doğru değildir.” (Yeni Sabah gazetesi, Murad Sertoğlu’nun “Şimdilik Bu Kadar” adlı köşesinde, “İmralı tecrübesini genişletemez miyiz?” başlıklı yazısı, 4 Temmuz 1941, Cuma, Yıl: 4, Gazete Yayın no: 1137)
Kendisini cezaevleri uzmanı sanan gazetecinin, sanki sorun, yapılacak masrafmış gibi son paragrafta yazdığı talihsiz tümceyi fark ettiniz mi? “Bu işin öyle uzun uzadıya masrafa da ihtiyacı olmadığı ve faydaları tecrübe ile sabit olduğuna göre yeni yurtlar tesis etmekte tereddüt etmek bence doğru değildir.” Ya İmralı mahkûmlarının ıslahı için uygulanan iş esasına dayalı sisteme getirdiği yoruma ne demeli? “Hapishane koğuşlarında sürünen birçok bedbaht vatandaşa kendilerini meşgul edecek bir iş bulundu.”.. Söyleyecek sözümüz yok!
Arşivimizdeki bazı belgelere baktığımzda; yeni Adalet Bakanı Menemencioğlu henüz göreve gelmeden birkaç ay önce bile fısıltı gazetesi aracılığıyla yapılacak olanların, hani söylemeye de utanıyoruz ya; mahkûm emeğini hiçe sayan, ucuz ve bedava sayılacak bir işgücünün uygulanacağını, mahkûmları huzursuz eden bir sisteme geçileceğinin duyulmaya başladığını, içimiz acısa da, Mutahhar Şerif’in yarattığı ve dünyaya kabul ettirdiği saygı ve sevgi yüklü ıslah sisteminin dibine dinamit yerleştirecek olan bu popülist politikaların mahkûmlar arasında ciddi bir ikilik ve gerilim yarattığını da izliyoruz.
“Nafia Vekâletinin bayındırlık işlerinde biz mahkûmlardan istifade etmek istediğini, ziyaretçilerimizin getirdikleri gazetelerden okuduk. Bu haber bir kısmımızı memnun etti, diğer bir kısmımızın ise fena halde canını sıktı.
Memnun olanlar diyorlar ki; biz tesadüfî mücrimler, ne meşhur Lombrozo’nun anadan doğma suçlularından, ne de pozitivistlerin mutlaka mücrim olunuz diye tayzik ettiği iradesiz bedbahtlardanız. Burada ceza hukuku nazariyatına kaçtığımız fazla görmemenizi bilhassa rica ederim. Zira benim gibi okuyup yazma bilenler değil, hapishaneye girenlerin cümlesi bu işleri mükemmel öğrenmişlerdir. Cezamızı çekerken büyük günahlarımızı ödediğimiz zannıyla bir nevi vicdan istirahatı duyuyoruz.
Hapishanede yatmak kolay değil, üzerimize çöken mâduniyet hissinin ağırlığına tahammül etmek ayrı bir marifetken, hele ilk zamanlarda haysiyetimiz hayli ezâ ve cefa çekti. Ziyaretmize gelen, bize tütün, portakal getiren eş dostla konuşurken başlarımız kurşun gibi ağırlaşır, bir türlü onların yüzlerine bakamazdık. Bir zamanlar yuvalarımızın birer heybetli reisi iken, çocuklarımızın ve karılarımızın karşısında ezilir büzülürdük. İtiraf edelim ki bu his, yavaş yavaş zail oldu. Kulaklarımız afili hapishane kodamanlarının yakası açılmamış küfürlerine alıştı. Hatrımıza bile getiremeyeceğimiz zenaatları birer futbol maçını seyreden muhteris sporcu gibi dinlemeye başladık. Kasa hırsızları, mukaddesatsız ırz düşmanı arkadaşlarımız oldu.
Nafıa Vekili General Cebesoy’dan (*Ali Fuat Cebesoy) rica ediyoruz; bize taş kırdırsın. Günahlarımızın kefaretini, şu soğuk günlerde sırtımızdan buğular çıkartarak ödetsin ve bizi birer haysiyetli amele gibi memleket hizmetinde faal bir unsur yapsın. Vicdan azabımızı hafifletsin.
Memnun olmayanlar diyorlar ki; biz çalışamadığımız, namuslu birer vatandaş olmak kabiliyetini kaybettiğimiz, esrar, eroin çekerek irademizi zehrin tesirine terkettiğimiz için hapishanelere düştük. Doğrusu buradan şikâyetimiz de yok. Duyduk ki, Adliye Vekâleti yeni cezaevleri yaparak, kanunun tarif ettiği şekilde cezalarımızı hücrelerde yahut çalıştırarak çektirecekmiş… Buna hayli vakit var. O zamana kadar kim ölür, kim kalır. Burada rahat rahat yatarken, tesadüfen aramıza düşen bedbahtları istismar edip, bütün arzularımızı tatmin edecek masrafları çıkarırken, madenlerde, yollarda çalışmak niye?
Muhterem muharrir bey, siz hakem olun! Tarafımızdan hükümet büyüklerine yalvarın! Bizi de, onları da birer kötü müsteblik olmaktan kurtarsınlar! Biz zaten kötü insanlar değiliz ki, ıslahı hal edelim. Belki onların arasından da çalışmanın ağrıları içinde hayata yeniden doğacak insanlar bulunabilir. En mühimi, bizim gibi tesadüfî mücrimlerle temasları kesilen ve sinirlenip bir adam döven, açken (seddi ramak) için bir şeyler çalan, namusunu temizlerken katil olan kimseler, tam tövbe diyecekleri sırada sabıkalılığın kahramanlığına erişmek küçüklüğüne uğramazlar.
Ah şu suçluluğu talim eden müesseselerden çalışmak için çıkarak sizlerin rahat nefes aldığınız saf havalı kubbenin altında alnımızda, ömrümüze düşecek ter tanelerini görebilsek!” (Tasviri Efkar gazetesi, 21 Birincikanun (*Aralık) 1940, Cumartesi, Yıl: 32, Gazete Yayın no: 4571-215, “Günün Akisleri” köşesinde “C. B.” imzalı (*Bu kişi, gazetenin başyazarı Cihat Baban olmalı) “Bir Mahkûmun Mektubu” başlıklı yazısı)
Havada bir gerginlik var ya, hayr’olsun bakalım!
5 Ağustos 2024 / Devamı Var