Kara bir masaldan sayfalar - 2 / DTCF Kıyımı

Kurulduktan kısa bir süre sonra büyük adımlarla iktidara yürüyen Demokrat Parti kurucularından Fuat Köprülü, 1939-1941 yılları arasında ders verdiği Ankara Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi akademisyenleri, görevlerini kötüye kullanmak suçlamasıyla mahkemeye verildiğinde, çok uzun bir zaman süren yargılamayı huzurla izleyebilmiş midir acaba diye düşünüyoruz bazen. Öyle ya; bilimsel çalışmalara önem veren gerçek bir akademisyen, hatta dekanlık yapmış bir profesör, herkesin gözü önünde  kurmaca  nedenlerle  başka bir meslektaşının, başka bir akademisyenin karalanmasına dayanamaz gibi geliyor bize… 

Demokratların propaganda gazetesi olan Kuvvet’te yayınladığı yazılarıyla, DTCF kıyımına zemin hazırladığını düşündüğümüz Köprülü’nün bir yazısından örnek vererek, döneminde ülkemizdeki akademisyenlerin huzursuzluğunun nedenlerini biraz da olsa anlamak istiyoruz. “Dahiliye Vekilinden Soruyoruz!” başlıklı yazısında bakın neler yazmıştır Köprülü Hoca: 

“(Vekil Beyin) komünist mecmuaları olarak adlarını saydıkları mecmualarda yazı yazmış olanlar kimlerdir? Bunlar arasında ‘Yurd ve Dünya’ gibi mecmuaların Maarif Vekâleti tarafından himaye edildiği doğru değil midir? Türkiye’de Marksist cereyanın yayınlanmasında çok büyük büyük rolü olan ‘Kadro’ mecmuasının adı Meclis’te okunan uzun tarihçede neden zikredilmemiştir?.. Mecmuaların muharrirleri neden hâlâ propagandaya en elverişli mevkilerde bulunuyor? Komünist tahrikâtının Köy Enstitülerindeki tezahürlerinden mesul olan kimdir? (…) Irkçılar aleyhinde şiddetli takibat yapıldığı sırada komünistlere karşı gösterilen mülâyemetin sebebi nedir?” (Kuvvet gazetesi, 10 Şubat 1947)
Fuat Köprülü, neredeyse hedef göstermektedir sanki.  ‘Yurt ve Dünya’ dergisinin kurucuları, ağırlıklı olarak DTCF akademisyenlerinden oluşmaktadır çünkü. Behice Boran, Mutahhar Şerif’in ağabeyi olan Muzaffer Şerif Başoğlu ya da Niyazi Berkes gibi… ‘Kadro’ dergisiyse sadece 3 yıl, 1932-1935 yılları arasında yayınlanmış olsa da, nedense intikamcı bir yaklaşımla onun da adının lanetlenmesini istemektedir Köprülü. Neden? Çünkü dört kurucusu da eski komünisttir: Şevket Süreyya Aydemir, Vedat Nedim Tör, İsmail Hüsrev Tokin ve Burhan Belge!
Buna benzer çekişmeler, parti ve gazete kapatmalar, bazı illerde sıkıyönetim ilan edilmesi gibi toplumsal olaylardan biri de siyasi olaraka gümbürdeyen bu fırtınalı günlerde Ankara’da, Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesinde yaşanır. Köprülü’nün yazısının yayınlanmasının hemen ardından milliyetçi öğrencilerin “Komünizmi Lanetlemek” adıyla yaptıkları mitingler başlar. Aynı günlerde de, aniden DTCF öğretim üyelerinden Pertev Naili Boratav, Behice Boran ve Niyazi Berkes başta olmak üzere birçok öğretim üyesi hakkında, Üniversite Senatosu tarafından bir inceleme başlatılır: .
“Öğrencilerine solcu telkinlerde bulundukları ileri sürülen Dil-Tarih Coğrafya Fakültesi hocaları hakkında yapılmakta olan incelemeler, bugünlerde sona erecektir (…) Tahkikat, senato namına Hukuk Fakültesi Borçlar Hukuku Ordinaryüs Profesörü Baha Kantar’la, doçenti ve asistanlarından müteşekkil bir heyet tarafından yapılmaktadır. Söylendiğine göre tahkikat dosyası 1000 sahifeyi geçmiştir (…) Hazırlanan evrağın bir karara bağlanmak üzere Devlet Şûrasına verilmesi ihtimali kuvvetlidir.” (Cumhuriyet gazetesi, 20 Mayıs 1947, Salı, Yıl: 24, Gazete Yayın no: 8175) 
Baha Kantar ve ekibi, sakıncalı buldukları öğretim üyelerinin isimlerini listelemiş; o listeyi de ilgili yerlere göndermiştir. O listede adı olan öğretim üyelerinden biri de, Mutahhar Şerif’in ağabeyi sosyal psikolojinin babası kabul edilen Muzaffer Şerif Başoğlu’dur. Ancak Muzaffer Şerif, o günlerde Amerika’da olduğundan ve Amerikalı bir kadınla evlendiğinden adı listeden çıkarılır. Çünkü, memur kanunu gereğince istifa edilmiş sayılır. 
Aylarca toplumun gündemini meşgul eden bu soruşturmada Baha Kantar ve ekibinin hazırladığı bin sayfalık rapor yetmemiş olacak ki; bu tarihi kıyımda üniversitenin Tıp Fakültesi profesörlerinden Nüzhet Şakir Dirisu ve diğer iki profesör, Enver Ziya Karal ve  Tevfik Kabakçıoğlu da bir rapor hazırlar. Bu kişiler, suçlanan öğretim üyelerinin disiplin cezası alıp almayacağına karar verip, Üniversite Senatosuna kanaat bildirmekle görevlendirilmiştir.
Prof. Dirisu’nun konu hakkındaki görüşleri diğerlerini de bağlar nitelikte olduğundan, onun konu hakkındaki basına da yansıyan açıklamalarını yazmakla yetineceğiz. 
“Raporumuzda, sözü edilen hocaların akademik yeterlilikte olmadığına, istenilen özellikleri taşımadıklarına ve üniversite içinde kalırlarsa, disiplinsizlik ve huzursuzluğun devam edeceğine dair senatoya kanaatimizi bildirdik.” (Yeni Gazete, 29 Aralık 1947, Pazartesi, Yıl: 31-1, Gazete Yayın no: 10852-100, “Kızılların Türkiye’de hedefi üniversite gençliğini ede etmekmiş” başlıklı haber,  ss. 1 ve 2)
Üniversite Senatosunun onlarca toplantıdan sonra verdiği kesin karar, 11 Ocak 1948 günü duyurulur.
“Ankara Üniversitesi Senatosu evvelki gün ve dün, gece geç vakte kadar devam eden iki uzun toplantı yaptıktan sonra ; dün gece solcu tanınan Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Halk Edebiyatı ve Folklor Profesörü Pertev Naili Boratav, Sosyoloji Doçenti Behice Boran ve Sosyoloji Doçenti Niyazi Berkes’in üniversite öğretim üyeliğinden oy birliğiyle çıkarılmalarına…” 
Bu karara tepkiler hayli şaşırtıcı olur. Örneğin CHP’nin Yenişehir Demirtepe şubesinde toplanan Halk Partili öğrenciler, Ankara Üniversitesi Senatosunun bu kararını destekleyen bir telgraf çekerler:
“Senatomuzun bu kararını en derin sevinç ve heyecanla karşıladığımızı saygı ile arz ederiz.”
Öte yandan görevden uzaklaştırılan üç akademisyen, milletvekillerine ortak imzalı bir mektup hazırlayarak: komünizm propagandasının suç olduğunu bildiklerini ve haklarında herhangi bir cezaî işlem yapılmadığına göre verilen cezanın yersiz olduğunu  ve bu cezanın kürsüden uzaklaştırılmak için yeterli bir neden oluşturmayacağını bildiriler. (Yeni Sabah gazetesi, 12 Ocak 1948, Pazartesi, Yıl: 10, Gazete Yayın no: 3194, ss. 1 ve 5)
Yolun sonu Danıştaya’da biter. Danıştay da esen kavurucu rüzgâra direnemez ve 30 Nisan 1948 günü, TCK’nun 240. maddesine tevkifan dava açılmak üzere dosyayı Ankara Savcılığına gönderir ve üç akademisyen, Ankara Dördüncü Asliye Ceza Mahkemesinde hâkim önüne çıkarılır.

ÖĞRETİM ÜYELERİ

Davanın ilk duruşması 15 Haziran 1948 Salı günü, Hâkim Talât Karay’ın başkanlığında, sabah ve öğleden sonra iki oturum yapılmak kaydıyla  Ankara’da görülür. Sabah başlayan duruşma, akşam 20.15’e kadar kesintisiz sürer. İddia makamında Cemil Bengü, sanıkların savunmasında da Saffet Nezihi vardır. Kimlik tesbitinden sonra sanıkların ne ile suçlandıkları sıralanır. Bu insanın içini acıtan uydurma nedenler, Türk hukuk tarihine utanç harfleriyle miras kalır.
Profesör Pertev Naili Boratav için yapılan suçlamalar
a-    Türkçülük aleyhinde bulunmak
b-    Namık Kemal’i milliyetçi olduğu için tenkit etmek, milliyetçi bir talebenin şiir okumasına müsaade etmemek
Doçent Behice Boran için yapılan suçlamalar
a-    Sağcı talebeyi sınıfta bırakmak, şahsi iğbirar (*Gücenme) yüzünden bir talebenin tezini okumamak
b-     Konferanslarında Sovyet rejimini methetmek. Sovyet âlimlerini diğer millet âlimlerinden üstün görmek, Sovyet rejimini ileri demokrasi diye vasıflandırmak
c-    Seminerlerde komünizmi methetmek ve en mütekâmil cemiyet şeklinin komünizm olduğunu iddia etmek
d-    İptidai cemiyetlerde mülkiyet hakkı olmaması yüzünden bunların modern cemiyetlerden daha mütekâmil sayılmaları icabettiğini ileri sürmek
Sosyoloji kürsüsünün Doçentlerinden Niyazi Berkes’in suçlandığı maddelere geldiğimizdeyse, şaşkınlıktan on parmağımız ağzımıza girer. 
a-    Derslerde diğer rejimleri kötüleyerek komünizmi methetmek, Çin’deki komünist hareketleri ileri demokrasi hareketi olarak telkin etmek
b-    Derslerde komünist beyannamesini ısrarla okutmak
c-    Milliyetçi talebeyi sınıfta bırakmak
Veee…
d-    İmralı adasına yapılan bir gezintiye sağcı talebeyi iştirak ettirmemek. Buna mukabil henüz sırası gelmemiş diğer bazı talebeleri seyahate almak…
Ardından, sanıklardan suçlandıkları şeylere karşı savunma yapmaları istenir. Bu savunma, üniversitede kurulan vahşi kumpasın ayrıntılarını göstermesi adına hayli ilginçtir. Pertev Naili Hoca, Salahattin Ertürk adlı bir öğrencisi tarafından ispiyonlanmıştır. Hoca kısa konuşur:
“Salahattin Ertürk, Ziya Gökalp ihtifali (*Anması) vesilesiyle bir konuşma yapacaktı. Hazırladığı yazıyı bana getirdi. Orada Turancılık ve ırkçılık fikirlerini Gökalp’in fikirleriymiş gibi gösterildiğini gördüm. Bunun doğru olmadığını söyledim. Bu suretle de hocalık vazifemi yapmış olduğumu zannediyorum.”
Bunun üzerine hâkim, Pertev Hoca’ya milliyetçilik ve ırkçılık arasındaki farkı nasıl gördüğünü sorar: 
“Ben milliyetçiliği anayasamızın kabul ettiği ana prensipleri dahilinde görüyor ve anlıyorum. Halbuki ırkçılık, anayasımızın tecviz ettiği esaslar dışında bir fikir hareketidir (…) bölücü ve ayırıcı bir fikir cereyanı… Bu sebeple ırkçılk ve Turancılık hareketini tasvip etmiş değilim” diyen Boratav, kendisini ihbar eden başka bir öğrencisiyle arasındaki durumu da açıklar.
“Namık Kemal’in ihtifali gününde gene talebelerden birisi bir yazı hazırlamıştı. Burada Namık Kemal’in milliyetçi olup olmaması bahse mevzu değildi. Hatırladığıma göre bu yazıyı ifade ve üslup hükümlerindeki isabetsizlik dolayısıyla tenkit ettim. Talebe bundan iğbirar duymuş, aradan seneler geçtikten sonra meseleyi ortaya atmış.”  
Behice Boran da yaptığı savunmasında, komünizmi övmek ve benzeri bütün suçlamaları, görevinin gerektirdiği  kadar yaptığını, bunun bir propaganda amacı taşımadığını, toplum ve düşünce tarihini öğrenciye anlatmak için bunun gerekli olduğunu söyler. Ardından, “Şahsi iğbirar (*Gücenme) yüzünden bir talebenin tezini okumamak” suçlamasına yanıt verirken,  Osman Yüksel adlı bir tez öğrencisinden söz eder. Osman’ın kendisini neden ispiyon ettiğini anlatır:
“Osman Yüksel imtihanlardan iki gün evvel bana geldi. Elinde bir tomar kâğıt vardı. Bunun tezi olduğunu söyledi ve okumamı istedi. Bizim talimatnamemize göre tezler imtihandan iki ay önce resmen dekanlığa verilir, oradan da enstitüye gönderilir. Ben Osman Yüksel’e bu usulü hatırlattım. O da sesini yükselterek: “Siz müşkilât çıkarıyosunuz, mesele yapıyorsunuz” dedi ve yanımdan ayrılıp gitti. Mesele bundan ibarettir.” 
Duruşmanın ikinci kısmında tanıklar bir kez daha dinlenir. Osman Yüksel duruşmaya katılmaz ama Salahattin Ertürk oradadır ve suçlamalarını tekrarlar. Sanık olan üç öğretmeni hakkında da ağır ithamlarda bulunur. Örneğin Behice Boran’la yaptığı bir konuşmayı anlatır. Ertürk hocasına sorar:
-    Komünizm daha iyi bir idare şekli midir yoksa bir hayalden mi ibarettir hocam?
-    Komünizm çok iyi bir idare şeklidir Salahattin, sosyalizm de bu yolda tahakkuk ettirilmiş bir merhaledir… Komünizmde herkes istihsal ettiği maddelerden hiçbir kayıt ve şarta tabi olmadan dilediği kadar alacak. Sefalet kalmayacak.  
Bunun üzerine Ertürk bir soru daha sorar:
-    Bu taktirde hanımların tırnak boyası ve cilasını ya da kürk mantolarını kim yapacak?
Behice Boran, bu gülünç hikâyeyi sakince dinledikten sonra ayağa kalkıp, tanığa bir sorusu olduğunu, bunun mahkeme heyeti önünde yanıtlanmasını ister:
-    Bildiğimiz kadarıyla Salahattin Ertürk, yakın geçmişte bir suçtan ötürü 46 gün askeri bir hapishanede tutuklu kalmıştır. Burada, huzurunuzda suçunun ne olduğunu söylemesini istiyorum sayın hâkim.
Yüzü kıpkırmızı olan Ertürk, suçunun içeriğini heyetin önünde söylemek zorunda kalır: Yazdığı bir şiir aracığıyla devlet aleyhine propaganda yapmak, asker olmasına rağmen siyasi telkinlerde bulunmak, milli mukavemeti kırmak ve zaafa düşürmek!
Çınnnnnnnn! İçimizde yanan bir şey var. De ki ateşli bir yürektir. Yok yok, yürek değil bu, yanan yürek değil, kızgın bakışlı bir kartaldır. O kartal ki hiç durmadan kanatlarıyla göğü dövmektedir şu an.
Bu uydurma mahkemenin bir bölümünde de İmralı’nın adı suçlamalar arasındadır. Doçent Niyazi Berkes, sağcı bir öğrenciyi İmralı gezisine götürmemekle suçlanmaktadır, işe bak!
“Bu seyahat sadece İmralı seyahati değildir. Daha ziyade talebelerin büyük şehirlerde hastane, fabrika, hapishane gibi içtimaî yardım ve terbiye müesseselerinde tahkikat yapabilmeleri için fakültece hazırlanmış bir seyahattir. Arada İmralı’ya da gidilmiştir. Bu seyahat için fakülte ancak 15 kişilik tahsisat verebiliyordu. Enstitümüzde 100 kadar talebe vardı. Bunlardan 15’ini ben seçtim. Listeyi dekanlığa verdim. Oradan da Milli Eğitim Bakanlığına gönderildi ve tahsisatı alındı. Benim kanaatimce sağcı talebe, solcu talebe yoktur. İyi talebe, kötü talebe vardır. Seyahatten sonra hiçbir şikayet yapılmamıştır. Epey müddet sonra, seyahat sırasında o zaman zaten İstanbul’da oturan bir talebe şikayet etmiştir (…) 15 talebeyi, seminerlere muntazaman devam edenleri ve tetkik edilecek mevzularla daha yakından ilgili olanları tercih ederek (seçtim). 
Şikayet eden Nasır Bolayırlı adında bir talebedir. Bu talebe benim dersten ikmale kalmış. Bizde üç defa imtihana girme hakkı vardır. İkinci hakkını kullandığı zaman ben bakanlık emrine alınmış bulunuyordum. Benim dersimi Hamdi Akverdi okutmuş. O da imtihan etmiş. Bu çocuk yine muvaffak olamamış. Bu sırada ben tekrar fakülteye iade edildim. Nasır benim geldiğimi duyunca telâşa düşmüş. Fakülte dekanlığına bir dilekçe vererek benim kendisine garez olduğumu ve isimlerini verdiği hocalardan mürekkep bir heyet huzurunda imtihana girmek istediğini bildirmiş. Enstitü Müdürü Prof. Pratt meseleyi bana anlattı. Ben, imtihan heyetini bizzat talebenin seçmesinin doğru olmayacağını (söyledim). Bununla beraber ben bu çocuğun imtihanında bulunmak istemediğimi de bildirdim. Sonra bir heyet kurmuşlar, imtihan etmişler ve bu talebe imtihanda muvaffak olmuş. Hadise bundan ibarettir.”
Komünizmi övmek suçlamasına da,kendinden emin bir akademisyenin soğukkanlılığı ile yanıt verir Berkes Hoca:“Komünizmden olsa olsa içtimaî nazariyeleri okutan bir hoca sıfatıyla behsetmişimdir.”
(Yukarıdaki alıntıların tümü, 16 Haziran 1948 tarihli Ulus gazetesinden alınmıştır. Sene: 20, Gazete Yayın no: 9673, ss. 1, 4 ve 5)
Mahkeme; 1 yıl, 6 ay, 25 gün içinde 32 oturum yapıldıktan sonra, 10 Şubat 1950 günü biter. 
“… sanıklardan Behice Boran ve Niyazi Berkes’in 3 ay hapsine, 3 ay memuriyetten mahkûmiyetine, 450 lira mahkeme masrafının kendilerinden alınmasına, sanıklardan Behice Boran ve Niyazi Berkes’in kendilerine isnat olunan suçları tekrar işlemeyeceklerine mahkemece kanaat hasıl olmadığından bu cezalarının tecil edilmemesine (…) sanıklardan Pertev Naili Boratav’ın ise Türkçülük ve milliyetçilik aleyhine propaganda yaptığı sabit görülmediğinden beraatine…”
Ah ki ah! Bu nasıl bir düzendir ki; 40’ların ikinci diliminde, Demokratların sütlü vaadlerini kana kana içtiğimiz, çoğumuz köylüyken, hep birlikte  liberalizm adında tehlikeli bir rüyanın peşinden gittiğimiz, ardından yaratılan bir “komünizm öcüsünden” korktuğumuz, korku çarşafına sarılmış bit telaşla Marshall yardımının ülkemize girmesine kapı araladığımız yerde; tırnak tırnak, kirpik kirpik biriktirdiğimiz öz evlatlarımızı barbarca yerle bir etmişiz. Köy Enstitüleri’ni boğmuşuz, yetmemiş! Gazete kapatmışız, Markopaşacıları zındanlara atmışız, hatta tutup aynı günlerde Sabahattin Âli’yi öldürmüşüz, yetmemiş. Rıfat Ilgaz’ı, Aziz Nesin’i İstanbul Emniyet Müdürü Ahmet Demir’in dayaklarına, işkencelerine vermişiz. Sonra doymamışız, yıllardır ülkemize gurur getiren biricik iş esasına dayalı ıslah evimizi, İmralı’yı da katletmişiz aynı hızla. Tutup İmralı cezaevinin eski müdürü Esat Adil’i içeri tıkmışız, oraya yapılan basit bir geziye alınmayan bir öğrenci, öğretmenini İmralı’yı bahane ederek mahkemelere sürüklerken ses çıkarmamışız. İmralı Cezaevi’nde çıkarılan tek sayfalık hükümlü gazetesinde bile, taaa Amerika’daki adamın başkanlık yeminini mahkûmlara izletip, Amerikan kültürünü içeren filmler izletmek için taklalar atıp sinema makinası bile almışız… Ahhh! Ah ki ne ah! 
Şimdi ne denir ki, sel gitti kum kaldı bize. Şimdi, şimdi sözün bittiği yerdeyiz. Ama, ama hafızasız ve duyarsız bir yaratık gibi hayıflanmaktan başka şeyler de yapabiliriz umuduna sarılmak da önemlidir ha? Örneğin, tarihimize saygı duyabilir, içimize ve gören gözlerimize, tarihimize sahip çıkmaya çalışanların kendi etlerini, uykusuzluklarını ezip parçalayarak hazırladıkları merhemlerden sürebiliriz. Belki, belki yeni acılar yaklaşırken daha çabuk görür, daha dikkatli oluruz… Belki!