1943 yazında Sulhi Dönmezer ve yanında İmralı’ya giden akademisyenlerin, basın üzerinden Adalet Bakanlığına sunduğu “İnceleme Gezisinden İntibalar” adı altındaki önerileri, Mutahhar Şerif Başoğlu’nun, dünyadaki muadil örneklerini inceledikten sonra büyük çabalarla kurduğu bize ait ıslah sisteminin yeniden yapılanmasını istemekten başka bir şey değildir aslında. Çünkü önerilen yeni gömlek giydirilmiş sistemde; özellikle mahkûm sayısındaki artış ve mahkûmların ıslahı için değerlendirilen iş kavramı esasından uzaklaştırılarak, artık mahkûm emeğinin daha çok paraya dönüştürüldüğü bir durum oluşturulmak istenmektedir sanki ya da bizim gördüğümüz budur. Aynı dönemde, ülkenin her kesiminden; gazetecisinden, hukukçusuna, edebiyatçısından, Halkevi idarecilerine kadar herkesin ağzında, kaleminde bu konu vardır; İmralı’ya gitmek, oradakileri görmek, iş kapasitesini artırmak konusunda daha fazlasını yapmanın yollarını aramak! İmralı Sosyal Sanatoryumu, genç ülkemizin uluslararası vitrindeki en gözalıcı girişim, en değerli gurur kaynağı, başka bir deyişle altın yumutlayan bir kazdır çünkü! Rüzgârda dalgalanan bu sihirli halıya herkes binmek istemektedir çünkü!

Bir önceki bölümde, Sulhi Dönmezer’in İmralı’yı “büyük ve eşsiz bir suç laboratuvarı” olarak görme arzusunu değerlendirirken, bu işin köklerini de merak edip arşivimizi bir kez daha taradık. Yazdığımız dosyaya önemli bir katkı sağlayacağına inanmadığımız için kenara ayırdığımız birkaç makalenin tekrar okunmasından sonra, bu yönelişi seslendiren başkaları olduğunu da gördük. Bu yüzden yazı trenimizi bu istasyonda biraz durdurmanın yarar sağlayacağını düşündük. Şimdi, okurken bizi son derece rahatsız eden o yazılardan derlediğimiz kısa bir seçkiyi üst üste görüşlerinize açmak istiyoruz.

1942 yılının 26 Ağustos günü, Profesör Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu’nun Cumhuriyet gazetesinde bir makalesi yayınlanır. Fındıkoğlu, bakanla birlikte İmralı’ya gitmiş, orada gördüklerini gazetedeki “Cemiyet Hâdiseleri” başlıklı köşesinde anlatmaktadır. Oraya giderken aklında zincirli, gardiyanlı, tel örgülü, sefil bir hapishane olduğunu ama İmralı’yı gördükten sonra neredeyse aklının başından gittiğini uzun uzun anlatır profesör. Bu şaşkınlığını da “Bunlar mahkûmlar mı?” tümcesini döne döne yazarak pekiştirir. İmralı’yı öve öve bitiremeyen Ziyaeddin Fahri Bey’in neredeyse monoton, sıradan hatta sıkıcı akıp giden yazısı, adada mahkûmların yaptığı işleri anlattığı bölümde öylesine ilginç bir hal almaya başlar ki, dağılmaya başlayan dikkatimiz şimşek hızıyla geri geldiğini söylemeden geçemeyiz. Yaptığı benzetmeler ve yaklaşımlar o denli gariptir ki, okurken yüzümüzün gerildiğini hissettik. Profesörün yazısının ilk bölümü bir çeşit mahkûm güzellemesidir:

Kürek çekenlerin güneş ve rüzgârla tunçlaşmış çehreleri, yeknesak ve beyaz elbiseleri, iyilik ve sempati telkin eden tavırları karşısında, cezaevinin idealist müdürüne şunu sordum: “Bunlar mahkûmlar mı?” (…) Adanın üzüm bağlarını, harman yerlerini gezerken, dokuma ve ayakkabıcılık atölyelerini dolaşırken, Aydınlı ve Trabzonlu ada sakinlerinin millî rakslarını temaşa ederken gayriihtiyarî hep aynı soruyu hayretle tekrarladım: “ Bunlar mahkûmlar mı?”

Evet! Bu geniş adanın tepeciklerinden sahillerine kadar uzayan olgun başaklı tarlaları terleriyle ıslatan ve harmanları hazırlayan İmralılar, cezalarını doldurmak için buraya gönderilen mahkûmlardır.”

Bu güzellemenin ardından, adadaki mahkûmların ürettiği birbirinden başarılı işleri anlattığı bölümde, sanki az önce o insanları güzelleyen kendisi değilmiş gibi, tuhaf bir ağızla konuşmaya, açık açık hesap yapmaya başlar koca profesör:

Ayakkabı atölyesi, sağlam bir erkek ayakkabısından, meraklı bir kadını tatmin edecek zarif bir iskarpine kadar her türlü siparişi kabul ediyor. Fiyatlar, ahlâk ile iktisat arasında münasebet düşünecek olanları şaşırtacak bir manzara gösteriyor. Burada on beş, on altı liraya çıkan bir ayakkabı, işten anlayan birinin dediğine göre, Eminönündeki mağazanın etiketinde otuz beş liradır (…) O zaman büyük şehrin mahkûm olmayan insanlarla dolu halkının girip çıktığı mağazadaki ihtikâr heyulası, bütün heybetiyle gözlerinizin önünde canlanıyor.”

Sonra da bize, bunu nasıl daha önce gözden kaçırdık dedirten tuhaf bir bölüm okuruz:

İstanbul’un yanıbaşında böyle bir cemiyet laboratuvarı varken, kriminoloji ile herhangi bir suretle meşgul olan hukukçunun, ruhiyatçının, terbiyeci ve içtimaiyatçının kitaplar ve nazariyeler içinde kalması doğru mudur? (…) Bana göre (hepsi) bu laboratuvarda birer köşe sahibi olmalıdırlar.” (Yukarıdaki alıntılar; 26 Ağustos 1942, Çarşamba günkü Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan, Prof. Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu’nun “İmralı Adasını Ziyaret” başlıklı makalesinden alınmıştır. Sene: 19, Gazete Yayın no: 6476)

(Meraklısına Not: Fındıkoğlu 1942 yılında sosyoloji kürsüsünde profesör, 1958’de de ordinaryüs profesör olmuş bir akademisyendir. Türkiye Diyanet Vakfı’nın İslâm Ansiklopedisinde kendisiyle ilgili şöyle bir açıklama vardır: “Marksist felsefeye yönelttiği ciddi tenkitler, öz Türkçecilik aleyhinde yazdığı yazılar, Köy enstitülerine karşı açtığı mücadele vb. faaliyetleriyle aktüel meselelerle de yakından ilgilenmiş, bu meselelerde millî bakış açısının oluşması ve genişlemesine katkıda bulunmuştur (…) Fındıkoğlu cemiyet ve ferdi bir bütünün parçaları olarak görmüş ve cemiyetin ferde veya ferdin cemiyete tercih edilmemesi gerektiğine inanmıştır. Bundan dolayı, tek tek yaşayan fertlerin anlaşarak bir cemiyet teşkil ettiklerini ileri süren Rousseau’ya ait mukavele teorisini kabul etmez (…) Ziya Gökalp gibi Fındıkoğlu da milliyetçiliği ve millî şuurun uyanmasını milletlerarası barış ve adaletin en önemli şartı olarak görmüş, kültür milliyetçiliğinin önemi üzerinde durmuştur.”)

Aklımızı saran kapkara dumanlar düşünmemizi mi engelledi yoksa sizin ne düşündüğünüzü merak etsek de, sizi etkilemek istemediğimizden olsa gerek... bu konuda hiçbir şey yazmak istemiyoruz buraya!

Bizi hayli şaşırtan bu tip yazılardan başkalarını da gördük arşivimizde. Örneğin, o güne dek bütün otoritelerce övülen mahkûmların kendilerinin yaptığı İmralı cezaevi binaları ve İmralı’nın planlanması işi de artık birilerinin gözüne batıyormuş meğer!

Son günlerde İmralı’ya uğrayan dostlarımızdan biri buradaki adli müessese hakkında takdirlerini bize naklederken bir de temenni izhar ederek dedi ki: “Adada bir takım binalar var. Birbirlerinden ayrı olan bu müteferrik binalar arsında hiçbir benzerlik yoktur. Kimisi bir kat, kimisi iki kattır. Yükseklikleri gibi şekilleri, büyüklükleri de başka başkadır. Aynı zamanda umumi bir hapishane ve ıslahhane olarak adada başlayan tecrübeden çok iyi neticeler alındığı için bu işe devam ediliyor. Her sene buradaki binalara yeni bir şeyler ilave olunuyor. Fakat ortada evvelden hazırlanmış bir plan olmadığından bu ilaveler sadece günün ihtiyacına göre yapılmaktadır. Evvelden mevcut binalarla sonra yapılanlar arasında hiçbir münasebet görülemez. Bir gün, hiç şüphe yok, bu plansızlık dikkate alınacaktır. İmralı adasına uzunca bir zamanda tatbik edilmek üzere bir plan yapılacaktır. Bu plan mucibince inşaat tamamlandıktan sonra o zamana kadar vücuda getirilmiş olan binalar hep yıkılacaktır. İstikbalde yıkmak için hiç olmazsa bundan sonra para ve emek sarfedilmemelidir. Biz dostumuzun bu sözlerini haklı ve yerinde buluyoruz. Onun için bu temenniye iştirâk ediyoruz (…) Evvelden İmralı adası için ancak uzun seneler içinde tatbik olunabilecek bir plan yapılmamış olmasının sebebi bu işin başlangıcında bir tecrübe telakki olunmasından, belki de bir tevazu neticesi olarak bu mühim iş bir iddia şeklinde ortaya atmış görünmemek gayretinden ileri gelmiştir.” (Vakit gazetesi, 12 İkincikanun (*Ocak) 1943, Salı, Yıl: 26, Sayı: 8945, s. 1, Asım Us’un “İmralı Adası İçin Bir Plan İster” başlıklı yazısı)

Vakit (Sonradan Kurun) gazetesinin hem sahibi, hem de başyazarı olan Asım Us’un Mustafa Kemal’e yakınlığı ve onun kurduğu partiye sadakatinin, 1950 seçimlerine kadar kesintisiz sürdüğünü biliyoruz. Demokrat Parti’nin iktidara geldiği ’50 seçimlerinden sonra, CHP’den defalarca seçildiği milletvekilliği sona eren Us’un, her zaman devlet bürokrasisinin içinde olduğunu düşündüğümüzde; “Son günlerde İmralı’ya uğrayan dostlarımızdan biri” dediği kişinin kim olduğunu çok da düşünmedik açıkçası…

İmralı’nın üstüne oturtulduğu kazanın altına odun sürenler koşturup dururken, aynı günlerde Türkiye’de Adalet Bakanı bir kez daha değişir. Hasan Safyettin Menemencioğlu dönemi bitip, yerine 9 Mart 1943 gününden itibaren, üç yıl görev yapacak olan Ali Rıza Türel Adalet Bakanlığına getirilir. Bilin bakalım, ilk iş olarak ne yapar çiçeği burnunda bakan?

Adliye Vekili Ali Rıza Türel, dün İmralı adasına gitmiş, oradaki cezaevinin vaziyetini, mahkûmların çalışmasını teftiş ve tetkik etmiştir (…) İmralı adasındaki cezaevi binalarını teferruatıyla gözden geçiren, mahkûmları atölyelerde ve açıkta iş başında yakından gören Adliye Vekili ziyaretinden müsait intibalar edinmiş, memnuniyetini belirtmiştir. Vekil; İmralı adasına kendisiyle birlikte gidip gelen muharririmize yolda şunları söylemiştir:

Şimdi gördüğüm vaziyet, bundan 7-8 sene evvel gördüğüme nisbetle hayli değişiktir (…) Cezaevleri arasında bir örnek olmak üzere kurulan İmralı Cezaevi, düşünülen semereleri vermekte gecikmemiş ve bizi boşuna bekletmemiştir (…) Bütün bunlara bugün bizzat siz de şahit olduğunuz için ben fazla bir şey söylemek istemiyorum. Yalnız kısaca işaret edeceğim bir nokta vardır ki, o da mevcudu her gün bir parça daha mükemmelleştirmeyi ve muntazam bir şekilde genişletmeyi ciddiyetle gözönünde tuttuğumuzdur.” (Cumhuriyet gazetesi, 10 Ağustos 1943, Salı, Sene: 20, Gazete Yayın no: 6820, s. 1)

Size de şaşırtıcı geldi mi yoksa biz mi çok kuşkucu davranıyoruz diye düşünmeden edemiyoruz. Öyle ya; yeni Adliye Bakanının şu kısacık konuşmasında altını çizdiği iki şey var. Biri, cezaevi binalarının “teferruatıyla gözden geçirildiği”, diğeri de “mevcudu genişletmeyi ciddiyetle gözönünde tuttukları” vurgusu! Aynı Sulhi Dönmezer’in ya da Prof. Fındıkoğlu’nun dediği gibi… Tuhaf değil mi sizce de?

Peki bu örnekler bizi iknâ etmedi diyelim, 1943 yılının Haziran ayında cezaevlerinde ölümlere sebep olan ve gazetelere haber olacak kadar yükselen tifüs salgını konusunda konuşurken, bakanın doğrudan söylediği sözlere de bir bakalım mı?

Son zamanlarda tifüsle mücadele mevzuu etrafında yazılanlardan birinde umumiyetle cezaevlerinin ve bilhassa İstanbul Cezaevinin pislik, gıdasızlık, çamaşırsızlık ve mahkûmlara çalışma imkânları verilmemesi yüzünden bütün şehre mikrop saçan bir hastalık ve salgın yuvası haline getirilmesine göz göre göre meydan bırakıldığı ve umumiyetle ceza infaz sistemimizde geri bir zihniyetin hüküm sürdüğü yolunda hiçbir bilgi ve tetkike dayanmayan bir takım fikirler ileri sürülmektedir (…) Son senelerin ağır ve güç şartlarına rağmen memleketin muhtelif vilâyet merkezlerinde 25 yeni cezaevi yapılmıştır. Asıl bilinmesi lâzım ve mühim olan nokta, memleketin iş esası üzerine kurulmuş, mütedavil sermaye ile çalışan ve hükmî şahsiyeti haiz cezaevlerinin günden güne çoğaltılarak buralarda bugün beş bine yakın mahkûmun ziraî ve sınaî işlerde çalıştırılmakta olduğudur. Yakında bu rakam beş bini de geçecektir. Memlekette 16.310 mahkûm bulunduğuna göre bütün mahkûmların üçte birine yakın bir miktarı devlet eliyle çalıştırılıyor demektir (…) Açılan bu güzel yolda hızla yürünecek ve en kısa bir zamanda memleketteki bütün cezaevlerinin, yeni binalarıyla, çalışma vasıtalarıyla (…) hakiki birer ıslahevi haline gelmesi gayesine doğru gidilecektir.” (Son Posta gazetesi, 28 Haziran 1943, Pazartesi, Sene: 13, Gazete Yayın no: 4630, s. 1 ve 3)

Hukukçusundan gazetecisine, bakanından akademisyenine kadar herkes, İmralı’nın iş kapasitesini artırmak ve orayı bir çeşit devasa suç laboratuvarına dönüştürmek istemektedir. Oysa ki Mutahhar Şerif’in büyük emekle kurduğu İmralı ceza kolonisinde işin tek anlamı vardı: Islah! Aynı söz herkesin ağzındadır yine ama, şimdi ıslah sözcüğünü duyduğumuzda, elini una bulayarak kapıyı çalan bir kurtun hikâyesi aklımıza gelmektedir nedense…

Yazımızı, İmralı’dan nasıl daha fazla yararlanabiliriz konusunda kalem sallamış, hayli ilginç bir yazarın yazısıyla tamamlamak istiyoruz. Kendisini “Bahçe Mimarı” olarak tanımlayan makale yazarının derdi aslında Türk ziraatçiliğinin neden gelişmediği üstüne görüşlerini bildirmektir. Bu yüzden olsa gerek çok sade bir dili vardır makalenin. Önce Türkye’deki ziraat politikasını eleştirir yazar:

Türkiye ziraatçiliğine fazla ilmî bir mahiyet verilmekte ısrar edildi. Dağlık bir memlekette, safkan koşu atı yetiştirmek üzere açılmış bir hara nasıl bir lüks ise, bizim memleket şartlarımıza göre yalnız yüksek ilme dayanan ziraatin, öylece bir lüks olduğu bir türlü düşünülmedi. Halbuki dağlık yerlerde nasıl katır yetiştirmek lâzımsa, bizde de basit ve amelî bilgilerle mücehhez teknik çiftçi; ziraat sanatlarında da teknik usta yetiştirmek lâzımdı. Hükümetimizin bu çeşit elemanlar yetiştirmek üzere son zamanlarda aldığı tedbirlerden ve yaptığı teşebbüslerden görüyor ve anlıyoruz ki; bu amelî mekteplerden yurdumuzun bihakkın istifade edebilmesi, ziraî kalkınmamızda, devletçe ve milletçe yapılacak topyekün bir seferberlik sayesinde kabildir. Böyle bir elbirliği olmadıkça, ziraat inkılâbımızın müstakâr ve muvazeneli bir istikamette gelişebileceğine inanmıyorum.”

(Yazarın “amelî mektep” diyerekten sözünü ederek övdüğü oluşumlar hiç kuşkusuz Köy Enstitüleridir.)

Yazısının sonuna doğru Adalet Vekâletinin de hissesine bir pay düştüğünü söyleyip, görüşlerini bildirir bahçe mimarı:

Ziraat Vekâletinin açtığı bahçe teknik okullarından bir aynını, Adliye Vekâletimizin de şimdilik mesela İmralı adasında açması, Avrupalı mütehassıs teknik bahçıvanların nezaret ve rehberliği altında, buraya gelen vatandaşlarımızı yetiştirmesi çok güzel bir teşebbüs olamaz mı? Hayatları kırılmış, bir kazaya uğramış vatandaşlarımız, bu suretle zevkli bir iş sahasında çalıştırılır. Teknik bahçıvan diploması alıp normal hayata avdetlerinde, fakirseler dolgun ücretlerle iş bulmak, zengiseler kendi işlerinde çalışmak suretiyle memlekete müfit birer uzuv olarak yetişmiş olurlar (…) Mesela Viyana’da bu yolda çalışan bir hapishane vardır (…) Şimdilik İmralı adasında açılacak böyle bir okulun, yurdumuzun diğer tevkifhanelerinde de açılması için parlak bir misal teşkil edeceğine eminim.” (Akşam gazetesi, 18 Şubat 1944, Cuma, Sene: 26, Gazete Yayın no: 9098, “Serbes Sütun” başlıklı köşede, “Bahçe Teknik Okulları ve İmralı Adası” başlıklı yazıdan alıntı)

Onca tanınmış isimden sonra, birçoğumuzun bir kerede adını hatırlayamadığı bu “bahçe mimarı”nın görüşleri neden bu yazının sonuna eklendiğimizi düşünebilirsiniz. Hemen söyleyelim, bu yazı Mevlût Baysal tarafından yazılmıştır. Peki Mevlût Baysal kimdir? Atatürk’ün bahçıvanı! Hani duyduğumuzda birçoğumuzun gözlerini yaşartan bir ağaç hikâyesi vardır ya Atatürk’ün. Hani canım, bildiğiniz hikâye:

Çankaya Köşkü’nün bahçesini yapıyordum. Bir gün Atatürk, yaveri ve ben bahçede dolaşıyorduk. Çok ihtiyar ve geniş bir ağaç Atatürk’ün sürekli geçeceği yolu kapatıyordu. Ağacın bir yanı dik bir sırt, diğer yanı suyu çekilmiş bir havuzdu. Atatürk, havuz tarafındaki kısma yaslanarak karşıya geçti. Hemen atıldım: “Emrederseniz derhal keselim Paşam” Bir an yüzüme baktı ve sonra dedi ki “Yahu, sen hayatında böyle bir ağaç yetiştirdin mi ki keseceksin!”

1954 yılında, “Çankaya’da Gazinin Hizmetinde” adıyla yayınladığı kitapta bu anıyı anlatan kişidir Mevlût Baysal.

Baştan beri yazdıklarımızın çoğu içimizi acıtsa da; n’olur izin verin, Mustafa Kemal’in sözünü yazımızın sonuna koyarak, güzel olana tahammül edemeyen insanlara karşı hiç olmazsa içimizi ferahlatmaya çalışalım. Diyelim ki onlara: “Yahu, sen hayatında böyle bir ağaç yetiştirdin mi ki keseceksin!”