İmralı’nın Türk sanatına düşürdüğü gölgeler - 4 Seyfi Havaeri’nin “Yara”sı, Yılmaz Güney’in “Yol”u

İmralı Sosyal Sanatoryumu, kurulduğu 1935 yılından, Demokrat Parti’nin iktidara geldiği zaman dilimine kadar geçen yaklaşık 15 yıllık sürede, Türk toplumunda öylesine derin izler bırakmıştır ki, sayfalarca yazılsa bitmez. Bu izlerden bazılarıysa yıllar sonra bile hatırlanacak kadar etkilidir.  İmralı’nın Türk sinemasına düşürdüğü gölgelerin peşinden gidiyoruz.
1947 yılının 2 Mayıs Cuma günü, neredeyse bütün gazetelerde o gün gösterime girdiği duyurulan bir sinema filminin tanıtımı vardı:  Halk Film tarafından çekilen ve Seyfi Havaeri’nin hem senaryosunu yazıp, hem de yönetmenliğini yaptığı “Yara” ya da “Öyle Bir Yara ki…”
Filmin tanıtımı nda son derece iddiasız bir dil kullanılmıştır:
“Bugün matinelerden itibaren Taksim Sineması’nda: “Yara”
Mevsimin hiçbir iddiası olmayan ve muvaffakiyeti halkımızın takdirine bırakılan son yerli film
Senaryo ve reji: Seyfi Havaeri / Müzik: Kadri Şençalar / Başrollerde: Suzan Yakar, Şükriye Atav, Hadi Hün, Emin Kalaycı, Nevin Berkman / Güfte: Vecdi Bingöl / Okuyanlar: Suzan Yakar, Cemil Cankat”
Filmin tanıtımı birçok gazetede yayınlanır. Biz o gazetelerden birini, Cumhuriyet gazetesindeki tanıtımı örnek olarak dosyamıza aldık. Aynı gazetenin bir gün sonraki, 3 Mayıs 1947 tarihli sayısında da aynı filmin tanıtımı vardır. Ancak bir gün sonraki tanıtım levhasına bazı ayrıntılar eklenmiştir:
“Mevsimin en son ve en muvaffak olmuş yerli Türk filmi… İlk gösterildiği Cuma günü üç bin kişi tarafından alkışlanan ve göz yaşlarıyla seyredilen günün en feci dramı… Her genç kızın, her aile kadınının görmesi lazım gelen bir film…”
Örnek olarak aldığımız Cumhuriyet gazetesinin 9 Mayıs 1947 tarihli sayısında da “Yara”nın tanıtımına yer verilmiştir. Bu kez duyuru metni biraz daha ayrıntılıdır:
“Günün hâdisesi: Taksim Sineması’nda halkımızın yüksek takdirleriyle ikinci zafer haftasına başlayan Yara filmidir. Çünkü; her genç kız ve kadının mutlaka görmesi gereken ve görmek için koştuğu bir filmdir. Çünkü; Türk filmciliği şimdiye kadar böyle bir film verememiştir.”
Peki Yara filmi ne anlatır? İmralı ile nasıl bir ilişkisi vardır?
Ne yazık ki bu konuda kayıt altına alınmış hiçbir çalışma olmadığı, filmle ilgili belge bilgi arşivi yapılmadığı gibi, filmin kopyasını da kamuya açık bir alanda bulamadık. Tüm çabamıza karşın sadece arşivimizdeki tanıtım levhaları ve birkaç kötü çözünürlüklü fotoğrafla, Sayın Okan Ormanlı’nın yüksek lisans tezinde karşımıza çıkan bir paragraf kadar bilgiden başka hiçbir şeye ulaşamadık. 
Rıfat ve Ruhsar’ın acıklı hikâyesinden söz eder Sayın Ormanlı. Çalışmak için İstanbul’a gelen Rıfat’ın, aldatılan ve hamile olarak yüzüstü bırakılan Ruhsar’a duyduğu aşktan… Çift birbirini sevip evlenir. Ruhsar’ın doğurduğu bebeğe babalık eder Rıfat. Beş yıl sonra da kendi kız bebekleri olur. Ancak Ruhsar’ı hamile bırakıp sonra da terk eden kişi bir kez daha genç kadının karşısına çıkarak onu bir kere daha kandırır. Bu kişinin sadece Ruhsar’a zarar vermediğini, başka kadınlara da tecavüz ettiğini öğrenen Rıfat, bu kişinin peşine düşer. Ruhsar ve onu kandıran kişiyi yakalar ve o kişiyi öldürür. Cinayetten 14 yıl hapis cezası alır. 
Konu hakkında bildiğimiz sadece bu! Ancak filmin 1947 yılının Kasım ayında yapılan gösteriminde kullanılan tanıtımlarından, filmin İmralı ile ilgisi hakkında biraz daha belirgin bilgilere ulaşırız.
“Kadıköy ve civarı halkına büyük müjde: Kadıköy Hale Sineması’nda geçen sene gösterilen yerli filmler içinde en büyük muvaffakiyeti kazanan Yara (Öyle Bir Yara ki…)   
İmralı adasında mahkûmlar arasında geçen ibret verici müthiş bir film… Gözyaşlarıyla seyredilecek bir aile faciası… Bütün aile reislerinin görmeleri elzem ibret verici bir hayat dramı… 
Gece için numaralı yerlerinizi lütfen evvelden tedarik ediniz. Telefon: 60112” (Akşam gazetesi, 5 Kasım 1947, Çarşamba, Sene: 30, Gazete Yayın no: 10434)
Daha fazla bilgiye ulaşamadığımız için üzgünüz. Ancak filmin künyesi hakkında kabaca da olsa bilgimiz var. Şimdi o konuda bildiklerimizi sizinle paylaşalım.
Filmin senaryosunu yazan Seyfi Havaeri, aynı zamanda filmin yönetmenliğini de yapmış. Yara filmini Fuat Rutkay’ın Halk Film adlı şirketi çekmiş. Görüntü Yönetmenliğini Lazar Yazıcıoğlu’nun üstlendiği filmde, daha önce tanıtım levhalarında adını gördüğümüz oyuncularından başka, Adile Naşit gibi şimdi hepimizin hafızasında adı olan bazı oyuncuların da görev aldıklarını biliyoruz. Örneğin Handan Adalı, Zenne Necdet, Seyit Börteçin’in Yara filminde oynadığını yazar bazı kaynaklar. Siyah beyaz çekilen filmin şarkılarını ise dönemin içli sesi Suzan Yakar ve Cemil Cankat okumuşlardır. 
YOL
İmralı’nın sinema perdesinde görüldüğü bir diğer film, Yılmaz Güney’in adıyla birlikte anılan ve Türk sinemasının gururu, 1981 yapımı “Yol” filmidir. Bu film, 14 - 26 Mayıs 1982 tarihlerinde düzenlenen 35. Cannes Film Festivali’nde, Yunan asıllı yönetmen Costa Gavras'ın “Kayıp” (Missing) filmiyle ortak olarak Altın Palmiye Ödülü'ne layık görülür. Yol, dünyanın en prestijli film festivali olarak görülen Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye’yi kazanan ilk Türk yapımı film olarak tarihe geçer. Bu uluslararası başarıya karşın yasaklı olan Yol filmi, ilk kez 12 Şubat 1999 tarihinde Türk seyircinin önüne çıkabilmiştir ne yazık ki, çekildikten 17 yıl sonra! 
(Meraklısına Not: Nuri Bilge Ceylan'ın “Kış Uykusu” filmi 2014’te Altın Palmiye kazanana kadar “Yol”, 32 yıl boyunca "Türkiye'nin tek Altın Palmiyeli filmi" ünvanını korumuştur.)
Yazıldığı orijinal adıyla söyleyecek olursak “Bayram” ama bilinen adıyla “Yol” filminin senaryosunu, kendisi de İmralı’da bir süre hapis tutulan Yılmaz Güney kaleme almıştır. Filmin yönetmenliğini, eski asistanı Şerif Gören’le birlikte yine sanatçının kendisi üstlenmiştir. Son derece dikkat çeken film müzikleriniyse, Sebastian Argol’un yaptığı yazar afişte. Bu Zülfü Livaneli’nin, 12 Eylül darbecilerinin eline düşmemek için kullandığı takma bir isimdir. Filmin müzikleri Livaneli tarafından yapılmıştır. 
(Meraklısına Not: Filmde, Kürt müzisyen Nizamettin Ariç’in “Ahmedo Roni” adlı Kürtçe aşk şarkısı da yer almaktadır. Nizamettin Ariç, 1979’da söylediği bu şarkısından dolayı komünizm propagandası ve bölücülük suçlarından yargılanmaya başlamış, TRT’de sanatçı olarak çalışırken işine son verilmiş ve iş yapamaz duruma düşürülmüştür. 12 Eylül Darbesi'nden sonra da Almanya’ya yerleşmiştir.)
Filmin oyuncu kadrosu da ustalardan oluşmuştur: Tarik Akan, Halil Ergün, Şerif Sezer, Necmettin Çobanoğlu, Tuncay Akça,  Hikmet Çelik, Meral Orhonsoy, Sevda Aktolga, Semra Uçar, Hale Akınlı, Turgut Savaş , Hikmet Taşdemir, Engin Çelik, Osman Bardakçı, Enver Güney, Erdoğan Seren, Güven Şengil ve Hasan Yıldız.
Film, İmralı Yarı Açık Cezaevi’nde gardiyanların mahkûmlara akrabaları tarafından yazılmış mektupları dağıtmasıyla başlar. İmralı’da koşullar serttir. Bu sıra “bayram” yaklaşmaktadır ve hangi mahkûmların bir haftalığına bayram iznine gideceğinin yazıldığı liste bahçeye asılır. Mahkûmlar, bu bir haftalık sürenin sonunda eğer geri dönmezlerse firar muamelesi görecekler ve yakalandıklarında kapalı cezaevine gönderileceklerdir. İzin alan beş mahkûm; Seyit Ali (Tarık Akan), Mehmet Salih (Halil Ergün), Ömer (Necmettin Çobanoğlu), Mevlüt (Hikmet Çelik) ve Yusuf’un (Tuncay Akça) hikâyeleri filmde iç içe gelişmeye başlar.
Seyit Ali, kötü yola düştüğü için aile meclisi tarafından öldürülmesine karar verilen eşi Zine’yi öldürme işini üstüne almış ama için için bunu yapmak istemeyen bir mahkûmu canlandırır. Zorlu doğa koşullarında, Zine’yi kurtarmak istese de, kar ve tipiye dayanamayan Zine daha fazla dayanamaz ve hayatını kaybeder.
Mehmet Salih’in hikâyesi de son derece dramatiktir. Mahkûm, kayınbirederinin ölümüne neden olduğu için hapise atılmıştır. Eşinin ailesi bu yüzden onu istememektedir. Ancak ne olursa olsun, eşi Emine mahkûm kocasından vazgeçmemiştir ve bir gece çocuklarını da alarak ona kaçar. Diğer kayınbirader bu namus lekesini temizlemek için çiftin peşine düşer ve her ikisini de öldürür.
Urfalı bir Kürt olan Ömer, daha en başından Suriye’ye geçip, bir daha hapishaneye dönmemeye kararlıdır. Ancak köyüne döndüğü vakit, askerlerin sınır kaçakçılarına göz açtırmadığını, çıkan çatışmada birçok kaçakçıyı öldürdüğünü görür. Bunlardan biri de Ömer’in ağabeyidir. Korkudan cesede sahip bile çıkamazlar. Ölen ağabeyinin eşi, töre gereği Ömer’in yeni eşi olmuştur. Ancak Ömer’in hikâyesinde seyircinin gördüğü son kare, Ömer’in her şeyi göze alarak, kararlı bir şekilde sınıra doğru at sürmesidir.
Mevlüt’ün derdi toplum baskısıdır. İçki ve kadın düşkünü olan Mevlüt, Gaziantep’te nişanlısı Meral’e kavuşsa da, içkiye duyduğu zaaf yüzünden kendisini kötü ortamlardan kurtaramaz. 
Yusuf’un hikâyesi belki de filmin en can alıcı hikâyesidir. Son derece heyecanlı bir karaktere sahip olan Yusuf’un yanından hiç ayırmadığı kafes içinde bir muhabbet kuşu vardır. Eşi Leyla’nın hasretiyle yanıp tutuşan Yusuf, bir yol kontrolünde izin kâğıdını yitirdiği farkeder. Sıkıyönetim komutanını bir türlü ikna edemeyen mahkûm, otobüsten indirilip gözaltına alınır. Durumun bilgisi gelene kadar gözaltında kalan Yusuf, iznini kullanamaz. Kuş, hep kafeste kalmıştır.
Yılmaz Güney’in “Yol” filmi için sayfalarca yazı yazılabilir. Biz, bizce en ilginç bilgileri alt alta yazarak okuyucuya bir mektupçu, bir anlatıcı olduğumuzu hatırlatmakla yetineceğiz. İnanıyoruz ki; “Yol” hikâyesininin dahasını merak edenler, konu hakkında birçok gurur veren ya da utandıran ayrıntılara da ulaşacak yolları bulacaktır.
Yılmaz Güney’in “Yol”u ne zaman aklımıza düşse, 1989 yılında, ülkemizde yayınlanan bir gazetedeki şu haberi de hatırlıyoruz içimiz cızlayarak:: “Samsun'da bir evde videodan Yol filmini izleyen beş üniversite öğrencisi gözaltına alındı.” Ya da; filmin Türk sinema yazarlarınca "Tüm Zamanların En İyi Türk Filmi" seçildiğini ne zaman düşünsek, yanında; seçildiğini ama 12 Eylül darbesinden sonra Yılmaz Güney’in bütün filmlerinin toplatıldığını, kitaplarının ya da kartpostallarının satışının yasaklandığını  da hatırlıyoruz.
Sonra yabancı basında filmle ilgili çıkan yazılardan aklımıza takılı kalanlar da var. Örneğin, 18 Ekim 1982 tarihli Tıme dergisinde Richard Corliss imzalı yazıda yapılan yorumu hiçbir zaman unutmadık:
“Filmin en karizmatik karakterlerinden biri olan Seyit Ali’nin dişi ağrımaktadır. Dişinin yarattığı acı onun şahsında geleneğin / otoritenin birey üzerinde yarattığı tahribat ve acının soyut bir anlatımıdır. Ağrıyan dişi onun konuşmasını, kendini anlatmasını engellemektedir. Ağrıyan diş kurulu düzenin yarattığı korkunç geleneklerin Seyit Ali şahsında yarattığı acının büyüklüğüne, katılığına işaret eder. Yılmaz Güney burada belki sansür nedeniyle belki de sinemanın usta bir şahsiyeti olmasından kaynaklı olarak derin bir imgesel anlatımı uygun görür. Bu üslup, ünlü Rus yönetmen Andrey Tarkovski ve yine onun çapında olan İranlı yönetmen Abbas Kiarostami filmlerinde rastlanabilecek kadar büyük bir anlatım biçimidir. Seyit Ali’nin dişi tedavi edilir. Burada tedavi için seçilen yöntem ise çok çarpıcıdır. Diş, eski bir gelenekle kızgın bir demir / şiş aracılığıyla dağlanır. Kurulu düzenin eski araç ve yöntemlerle tedavi edilmesi gibi… Ancak dişin bir süre sonra tekrar ağrımaya başlamasıyla aslında kurulu düzenin köklü bir tedaviye ihtiyacı olduğunu vurgular gibi bir anlam ortaya çıkmaktadır. Çünkü o diş bir süre sonra tekrar ağrımaya başlayıp yarattığı acıya devam edecek. Dişin kızgın demirle dağlanması ise sadece geçici bir süreçtir.”
Bir de Yılmaz Güney’in Cannes’da Altın Palmiye kazanmasının altında “politik nedenler yattığına dair” bazı tartışmaları hiç unutmadık. Bu konuda kafası “hâlâ” karışık olanlara küçük bir hatırlatma yapmanın iyi olacağını düşündük.
1982 yılının Cannes Film Festivali’nin seçici kurulu 10 üyeden oluşmaktaydı. “Yol”, on jüri üyesinin onunun da oyuyla Altın Palmiye’ye uzanmıştır. Bu üyelerden bazılarını yazarsak, belki olası bazı fesat sorular sorulmadan, nefesi kötü kokan o şekilsiz ağızlar kapanabilir.
Fransız yönetmen Jean-Jacques Annaud, İtalyan sinemacı Giorgio Strehler, Charlie Chaplin’in oyuncu kızı Geraldine Chaplin, Amerikalı sinemacı Sidney Lumet, Hint yönetmen Mrinal Sen ve aynı yıl Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanan Kolombiyalı yazar Gabriel García Márquez!
Bakın İranlı yönetmen Abbas Kiyarüstemi, 2000 yılında verdiği bir röportajda Türk sinema yönetmeni Zeki Demirkubuz’a ne demiş: “Yılmaz Güney sinemasını ve Yol filmini çok beğendim. Siz bizden çok şanslısınız, çünkü arkanızda Yol gibi bir film var.”
Eleştirmen Atilla Dorsay'ın 1996’da yayımladığı “100 Yılın 100 Filmi” kitabına aldığı tek Türk filmi “Yol”dur.
Yazımızı “Yol”un dünya ve Türk sinemasında kazandığı ödülleri hatırlatarak bitirelim istiyoruz.
1982’de; 35. Cannes Film Festivali’nde “En İyi Film” (Altın Palmiye Ödülü) yanı sıra, Fiprescı ve Özel Mansiyon: Ekümenik Jüri Ödülü
1983’te; National Board of Review Ödülleri “En İyi Yabancı Film” ve Fransız Sinema Eleştirmenleri Sendikası Ödülleri “En İyi Yabancı Film”    
1984’te; Londra Film Eleştirmenleri Ödülleri “Yılın Yabancı Dilde En İyi Filmi”     
1999’da; Türkiye 32. Sinema Yazarları Derneği Ödülleri     Özel Ödülü