Her şey o kadar hızlı çürümeye başlar ki; sanki 1935 yılından beri, dünyanın dikkatini çeken İmralı’daki iş esasına dayalı ıslah programı hiç uygulanmamış, yüzlerce mahkûma üç jandarma nezaret etmemiş, cezaevlerinin ekonomik yükü devletin omuzlarından kalktığı gibi, cezasını bitirip çıkan yüzlerce mahkûm kendi hayatını kazanma becerisini elde etmemiş, mahkûmlar kendilerine ait ve tarihimizde eşsiz bir örnek oluşturan hükümlü gazetesi çıkarmamış, tiyatro yapıp sahneye çıkmamış, terk edilmiş bir adayı cennete çevirmemişlerdir. Akıl almaz şeyler olmaktadır. Hem de birdenbire! Sanki bütün bu olanlar memleket hayrına değilmiş de, bunun kökünü kurutmaya yeminli bir anlayış, topraktan çıkardığı paslı bir baltayla, elini kolunu sallayarak ortalıkta dolaşmaya başlamıştır; intikamcı, insanı aşağılayan, düşmanca bakan! Ama bu kıpkırmızı gözlerle bakan, kimden ve neyin intikamını almak istemektedir? “Ölü girdi, sağ çıktı / Kalem girdi, bağ çıktı / İplik girdi, ağ çıktı / Buradan niceleri…” diyen şiirler artık kimsenin kalbini titretmemektedir sanki!
Demokrat Parti’nin iktidara gelmesinin ardından Türkiye başka bir ülke olmuştur. NATO’ya üye olmadığımız halde, haritada yerini bile bulamayacağımız Kore’ye asker göndeririz. Dünya eğitim tarihçilerinin Türk mucizesi diye andığı Köy Enstitülerini kapatırız. Mustafa Kemal’in tekke ve zaviye kanununu rafa kaldırıp, kör etmek istediğimiz gözlerimizle, tarikat liderlerinin cübbesini miting alanlarında sallayan devlet yöneticileri görürüz! Daha neler neler görürüz… yavaş yavaş ölürüz!
Çok değil, sadece bir sene bile geçmeden ülke çapında suç oranında patlama yaşanır. Öylesine artar ki bu durum; gazeteler, imzasız yazılarla, günah keçisi olarak iş esasına dayalı ıslah sistemini gösterip, kamçı cezasının yeniden geri getirilmesini bile uluorta dile getirmeye başlarlar. Önce yavaş yavaş, diş arasından fısıltı gibi duyulur söylenenler …
“İş Esasına Dayanan Cezaevleri / Bu kabil cezaevleri çoğaltılacakmış. Şimdiye kadar açtıklarımıza ‘tesadüfî mücrimler’i yolladık. Halbuki tesadüfî mücrimlerin çoğu köylüdür. Cezaevlerinde öğrenecekleri işlerden ileride faydalanamayacaklardır; zira, zaten normal işleri, güçleri vardır.
Bilakis, modern cezaevlerindeki işbaşlarını taammütlü, tasmimli, sabıkalı, mükerrer sabıkalı, ipten kazıktan kurtulmuşlara birinci derecede hasretmeli. Çalışmaktan müteneffir bu gibilere mecburî iş, en büyük gözdağı verir, nefis ıslahına da yarar!” (Akşam gazetesi, 9 Mart 1951, Cuma, Sene: 33, Gazete Yayın no: 11646, Gazetenin “Dikkatler” başlıklı köşesinde yayınlanan imzasız yazı)
“Gözdağı”, “ipten kazıktan kurtulmuşlar”, “nefis ıslahı” gibi tehdit içeren ve saldırgan bir dille yazılan bu ve benzeri yazıların dili, zamanla daha da sertleşir.
“Cezalıyı Yıldırmayan Cezaevleri / Üsküdar cezaevindeki macera: … iki jandarma eroin ve bıçak verdiğinden... teneke bıçaklar kullanıldığından… prangalar (belki kasten, belki ihmal yüzünden) iyi bağlanmayıp, mahkûmlar hücum ettiklerinden.. ilh…
Hapishanede zaptu raptı sağlamazsak ve cezaevini hakiki bir cezaevi haline koymazsak -başlıca cezanın hapis olduğu bu nizamımız içinde- şer erbabının gözünü nasıl yıldırabiliriz?” (Akşam gazetesi, 13 Eylül 1952, Cumartesi, Sene: 34, Gazete Yayın no: 12190, Gazetenin “Dikkatler” başlıklı köşesinde yayınlanan imzasız yazı)
En sonunda da yapılan bu sert muhalefet, basın silahşörlerinin harfleriyle bir dayatmaya dönüşür.
“Günün röportajı / Cezaevlerindeki kanlı hâdiseler neden ve hangi şartlardan doğar?
Mevcut cezaevleri süratle ‘tek hücre’leri ihtiva eder şekilde tadil edilmedikçe bu tip vakaların önüne geçilemeyecektir. Öküz derisinden kamçı ile dayağı kabul eden kanunun maddelerinde tasrih edilen şekilde tamamen bir tedip mahiyetinde olan dayak sisteminin de bir an evvel kabulü, gerek halk ve gerekse alâkalılarca şiddetle arzu edilmektedir.
İstanbul ve Üsküdar cezaevlerinde sık sık çıkan ve ekseriye kanlı şekilde biten hâdiselerin önüne geçilmek için her türlü tedbirler alındığı halde bir türlü bu işte muvaffak olunamamaktadır. Son birkaç sene içinde bilhassa Sultanahmet ceza ve tevkif evindeki vakalar dolayısıyla, cezevi müdürleri sık sık değiştirildi. Fakat hâdiseler yine eski hamam, eski tas devam edip gitmektedir. Ve kısacası, kanunda ismi bulunup henüz cismi meydanda olmayan “ağır hapis” cezalıları için hapishanelerde bulunması icab eden “tek hücreler” yapılmadıkça bu kanlı meydan kavgalarının arkasının alınmasına imkân yoktur. “Tek hücreli” yeni hapishane binaları inşa edilinceye kadar mevcut hapishane binalarında da tâdil edici bir inşaatla derhal yapılabilmesi kabil olan “tek hücreler” artık bir an bile beklemeden yapılıvermelidir.
Cezaevlerindeki hâdiseler, kısa ve uzun vadeli mahkûmların bir arada haşır neşir olmasından, uzun vadeli mahkûmların diğer kısa vadeliler üzerinde bir tahakküm rejimi kurmak istemesinden doğmakta ve uzun müddet hapisli birkaç mahkûm, diğer mahkûmlar arasından kendilerine “avene” seçerek ayrı ayrı gruplar kurmaktadır. Binnetice bu gruplar, cezaevi içinde memnu olan işleri tedvir edebilmek için her türlü fedakârlığı yaparak, bıçak ve tabancasına kadar tedarik etmenin yolunu bulabilmektedirler.
Muamelesinin tekamülü en aşağı senelere mütevakkıf bulunan bir idam mahkûmu veyahut 30 sene gibi hapsin en son haddini aşmış olan bir mahkûm, ortada çekinecek başka bir ceza kalmadığı ve diğer muhtelif ağır cezalılar da “tek hücrelerde” bulunmadığından, hükümranlığını kurmak için sahayı müsait görmekte ve istediği gibi at oynatabilmektedir.
Bugün ceza işlerine bakan hâkimle, avukatlar ve alelûmum cezacılar, Türk Ceza Kanunu’nun 69uncu maddesinin bir an evvel tâdil olunması fikrindedirler. Bu madde, hapsi mucip olan cezaları icab ettiren birden fazla cürüm işlemiş olan bir kimse hakkında verilecek cezaların yekûnunun 30 seneyi geçemeyeceğini emretmektedir. Buna nazaran zaten 30 seneye mahkûm olmuş bir mahkûma, yeni işleyeceği suç cinayet dahi olsa - idam mucip haller müstesna- bir gün dahi ceza verilememektedir.
İşte hapishanede son kanlı meydan muharebesinin asıl kahramanı olan ve idamlık sıfatıyla anılan Ali Uysal da bu tip bir mahkûmdur. İşte bu kabil mahkûmlar, kendi ayarında diğer herhangi bir mahkûmla daima rekabet halinde bulunduğundan, yanında bir takım avene beslemek, bunları şiş, bıçak ve hatta tabanca ile dahi silahlı bulundurmak mecburiyetindedir. Ve bu şekilde yekdiğerine karşı daima hazır vaziyette bulunan bu muhtelif gruplar ve elebaşıları, en küçük bir ihtilâf vukuunda sözünü üste geçirmek için silahlarına sarılıvermektedirler.
Bugünkü yaşama şeraiti, şerir ruhlu insanlar için çok müsait olan hapishanelerde bu kabil suçlulara verilen manevi ceza, ıslah edici bir mahiyet taşımadığına göre, bu tip şahıslar hakkında kamçı cezasının tatbiki hususundaki kanun mevzuuna tekrar dönmek icab ediyor.
İstanbul Adliyesinin oldukça sayılı cezacılarından Nail Taner, Ceza Kanununun 69uncu maddesinin derhal tâdili taraftarlarından olduğunu beyan ederek, sözü emniyet müdürünün dayak hakkındaki fikirlerine intikal ettirip şöyle diyor: “Bizde esasen serseri ve kabadayılara karşı dayak cezasının mevcut olduğu hakkında emniyet müdürünün mütaalası çok yerindedir. Bu kanun (26 Nisan 325) tarihinde kabul edilmiştir ve 20 maddeliktir. Bu kanunun dayağa mütaallik olan maddeleri şunlardır:
13. Madde: Eşhasa fiilen taarruz veya tehdit eyleyen serseriler on kamçıdan otuz kamçıya kadar darbolunur.
19. Madde: Darp cezası, müddeiumumî veya vekili ile tabip huzurunda ve hapishane derununda, bir metre tulünde, bir buçuk santimetre kutrunda, öküz derisinden mamûl ve düğümsüz kamçı ile icra olunur.
20. Madde: Darp cezasıyla mahkûm olan eşhasın, hükmolunan darba ademi tahammülü, müddeiumumî nezdinde tabip raporuyla sabit olduğu taktirde, mütehammil olduğu kadar darbedilerek mütehammil olmayan miktar hakkında, her kamçıya bedel iki gün müddetle hapsolunacaktır.
Gerçi bu kanun sarih bir şekilde ilga edilmiş değilse de, Anayasanın 73. maddesinde mevcut “İşkence, eziyet, müsadere ve angarya memnudur” kaydı ve yine Anayasanın 103. maddesinin ikinci fıkrasında; “Hiçbir kanun Anayasaya münafi olamaz” hükmünün bulunması dolayısıyla kamçı cezası işkence mahiyetinde addedilerek tatbik olunmamaktadır. Halbuki bunun bir tedip vasıtası olarak kabulü icab etmektedir. Esasen tâdili mevzubahis olan Anayasada, umumî menfaat mülâhazasıyla serseri ve kötü ruhlu insanlar hakkında kamçı cezasının tatbikinde mahzur olamayacağı hakkında bir hüküm kabul edilmek suretiyle bu iş halledilebilir (…) Bizim memleketimizde içtimaî bir emniyet tesisi için böyle bir kanun hükmü lazımdır!” (Akşam gazetesi, 29 Ekim 1952, Çarşamba, Sene: 35, Gazete Yayın no: 12236, Remzi Tozanoğlu imzalı yazı)
Kitap okuyan, şiir yazan, sahneye çıkan, ürettiğiyle kendini onaran, hem kendisi, hem toplum için rehabilite olan mahkûmlardan, öküz derisinden yapılmış bir kamçıyla dayak atılarak yola getirilmek istenen hastalıklı bir ıslah anlayışına… Sizi bilmiyoruz ama biz bu satırları yazarken, tüylerimizin ürperdiğini, içimizin ince ince kanadığını hissediyoruz… Şu olanlara bakar mısınız?
Çok değil, sadece birkaç yıl önce bir mahkûmun yazdığı “Sevgilime” adlı şiirde deniyordu ki oysa:
“İsmine hayran oldum / Huzuru sende buldum / Sevdim seni İmralı
Marmara’nın koyunda / Mahkûmlar anasısın / Bizim için her zaman / Hürriyet diyarısın”
(Bu şiir, İmralı mahkûmlarından Mehmet Kızıklı tarafından yazılmış ve 26 Mart 1948 tarihli İmralı Hükümlü gazetesinin 8. sayısında yayınlanmıştır.)
Sadece bu mudur içimizi dağlayan? İmralı’da uzun süre müdürlük yapmış olan İbrahim Saffet Omay’ın, 1947 yılında yayınlanan “Cezaevi (İş Esası Üzerine Kurulu)” adlı kitabının 26 ve 27. sayfalarında yayınlanan listeyi okudukça… ahhh, gel de üzülme! Deniyor ki:
“… kaydedelim ki; memleketimizde mütedavil sermaye ile idare olunan ve hükmî şahsiyeti haiz bulunan iş esası üzerine kurulu cezaevleri şunlardır:
-
Matbaacılık, marangozluk, terzilik ve kunduracılıkla meşgul Ankara
-
Halıcılıkla meşgul Isparta
-
Ziraatla meşgul Dalaman
-
İnşaat işleri ve bilhassa cezaevleri inşaatı ile meşgul ve seyyar bir halde inşaat yeni cezaevi
-
Kömür ocaklarında hükümlü çalıştıran Zonguldak
-
Linyit madenlerinde hükümlü çalıştıran Değirmisaz
-
Kükürt madenlerinde hükümlü çalıştıran Keçiborlu
-
Bakır madenlerinde hükümlü çalıştıran Ergani
-
Dokuma sanayiinde hükümlü çalıştıran Malatya
-
Demir ve Çelik fabrikalarında hükümlü çalıştıran Karabük
-
Kömür madenlerinde hükümlü çalıştıran Tunçbilek
-
Bez fabrikasında hükümlü çalıştıran Kayseri
-
Kömür işlerinde hükümlü çalıştıran Soma
-
Çimento fabrikasında hükümlü çalıştıran Sivas
-
Muhtelif ziraat işleri ve hassatan soğancılık, balıkçılık, bağcılık, dokumacılık, kunduracılık, çorapçılık, terzilik, marangozluk, tavukçuluk, koyunculuk, arıcılık, sebzecilik, çiçekçilik, demircilik vesaire mütenevvi işlerle meşgul İmralı …
Ayrıca Ankara’da; muhtelif san’at şubelerinde hükümlü çocukları çalıştıran bir çocuk ıslahevi vardır.”
Hadi aynı kitabın bazı bölümlerine biraz daha yakından büyüteç tutalım:
Sf. 37: “… bazı cezaevlerinde şahit olduğumuz Kürtlük, Lazlık vesaire gibi partizanlıkların doğuş sebepleri meyanında cezaevi personelinin doğrudan doğruya günahı bulunduğunu unutmamak lâzımdır.”
Sf. 38. “… bizzat muayeneler yaparak, yemeği tadı tuzu yerinde pişirtmek ve mümkün mertebe toplu bir halde, bir masa etrafında çatal ve kaşıkla yedirmek, herhalde devletin tahsisat göndermesini, yardım etmesini ve emirler vermesini icab ettiren çok mühim bir iş olmasa gerektir. Azıcık himmet ve gayret, yarın cemiyete göndereceğimiz adamı benzi biraz daha kanlı ve görgüsü biraz daha ileri olarak iadeyi mümkün kılabilir.”
Sf. 39: “… cebir ve şiddetle kütleye hâkim olmanın değersiz ve neticesiz bir şey olduğunu ve korkuya dayanan itaatin cemiyeti yıkabileceğini unutmayarak kendimizi saydırmanın ve sevdirmenin usülünü bilelim kâfi…”
Bir de, tam bizim de içimizden geçen, dürüst, namuslu ve apaçık olan bir son bölüm vardır ki kitapta; hâlâ umuduna sarıldığımız cinsten bir son bölümdür bu!
“İstanbul ve Ankara üniversitelerindeki kriminoloji enstitüleri birkaç seneden beri suçluluğu; harici tezahürleri ve batînî sebepleri ile inceliyorlar… Bugüne kadar gerçi bize bir şey vermediler. Çalışmaların mazisi uzak olmadığı için zararı yok, biraz daha bekleyelim. Yeter ki sonunda önümüze sadece bir istatistik koymakla iktifa etmesinler.
Hemen hepimiz memleketimizdeki suçluluğun sebeplerini biliyor ve suçluyu tanıyor gibiyiz. Bu itibarla bu enstitüyle bize lüzumu kadar istatistikî malûmatla beraber, daha ziyade yarının Türkiyesinde suçluluğu azaltmak için bugünden alınması lâzım gelen tedbirleri milletin ve devletin huzurunda, ilme ve fenne dayanarak açıklasınlar, gidilecek yolu göstersinler, o taktirde millet hizmetinde üzerlerine düşen vazifeyi cidden yapmış olacaklardır.” (s. 45)
Ne diyelim bilemedik şimdi; Saffet Omay’ın dediği gibi düşünüyoruz demek bizi kurtarır mı acaba?
“Hepimiz memleketimizdeki suçluluğun sebeplerini biliyor ve suçluyu tanıyor gibiyiz!”
İyi de o zaman niye çözemiyoruz sorunları? Eksiğimiz ne ki? Sizin aklınıza ne geldi bilmiyoruz ama, akıllı sözler söyleyen, eski bir düşünürün dedikleri düştü bizim aklımıza şu an: “Bir toplumda barbarlar ortalığı birbirine katarken, sen doğruyu biliyorsan ama gerçekleştirmek için harekete geçemiyorsan, eksiğin cesarettir!”… Hadi elimizi yüreğimizin üstüne koyarak, Voltaire’in yaptığı saptamanın doğru olup olmadığını, en namuslu vicdanımızla bir kerecik düşünelim. Onu düşünürken: “Hükümetler hatalıyken, haklı olmak çok tehlikelidir” sözünü de bir öncekinin yanına koyalım. Düşününce ne mi olacak? Şıp diye sorun çözülmese de, sorun olmak değil, sorun çözmek isteyenlerin sayısı bir artmış olacak, fena mı?
16 Kasım 2024 / Birinci bölümün sonu