Futbol oyun alanında savunulması gereken tek bir yer var ki epey gösterişli bir isme sahip. Kale. İşin bu kısmı tamam ama akıl var mantık var, burçlu-mazgallı bir yapının ne işi olabilir sahada? Hani belki çimlerin üzerindeki savaşa atıfla, neticeye ulaşmak için bir şekilde fethedilmesi gerektiğinden yola çıkılmış ve bu gerekçe ile de ,”burası olsa olsa kaledir” denmiş olabilir. Aslına bakarsanız o denli abartacak bir şeyde yok efendim. Futbolun mucitleri, yedi otuz ikiye iki kırk dört ebatlarında birbirine tutunmuş üç direk arasından kurallar dairesinde geçen her top için tabelaya bir sayı yazılmasını emrettiklerinden beri buranın savunulması olmazsa olmaz hale gelince de, özel yetkileri ve elbette yetenekleri olan bir kimliğe gereksinim duyulmuş ki, bu kişiye verilen isimde gayet şık. Kaleci.
Bundan elli beş yıl önce, bana hayatı belki de futbola olan aşkım sebebiyle hep maç üzerinden örneklerle tanıtmış olan rahmetli babam Ahmet Lütfi beyefendinin omuzlarında izlediğim ilk futbol maçında dikkatimi çekmişti o ikisi. Emektar Alsancak Stadyumu’nun bu kez Göztepe ve Galatasaray takımlarını ağırladığı bir gece maçıydı ve her iki takımın oyuncuları kendi renklerini taşıyan bir örnek formalarla sahada yer alırken, onlar da yine kendi kalelerinin önünde ve fakat diğerlerinden tamamen başka renkte birer forma ile durmaktaydılar. Bakın o duruşu muhakkak betimlemeliyim. Sanki antik dünyanın yedi harikasından biri olan Rodos heykeli gibi desem, eminim ki hiç haksızlık etmiş olmam kelimelere. Öylesine gizemli ve farklıydılar ki, kendilerine duydukları güveni hepimize hissettiren bakışları sahanın her yerini pür dikkat kontrol ederken, önlerindeki oyunculara verdikleri direktifler, güçlü kişiliklerinin saygın bir yansıması olarak ulaşıyordu kulaklarımıza. Derken maç başladı. Gördüm ki, oyun alanı içinde o ikisinden başka hiç kimsenin topa eli ile dokunma hakkı yok iken onlar, ceza sahası denilen bir yerde topu elleri ile tutabiliyor, yine orada topa ulaşmak için ellerini kaldırdıklarında kendilerine parmak ucuyla bile dokunulsa takımları lehine faul düdüğü çalınıyor, bunlar yetmediği gibi isterlerse saha dışından saha içine doğru taç atışı kullanıyor, gol yememek için çimlerin üzerine yıldırım hızı ile bir yatıp bir kalkıyor ve rakip kalede gol aramaya bile gidiyorlardı. Oyundaki işlevi bu denli zengin kimliklerin, o güne dek dinlediğim masallardaki devasa kahramanlardan başkalarının olma ihtimali var mıydı? Uzak köşeye giden topa son anda “uçarak” dokunup yönünü değiştiren birinin, kırmızı pelerinli Süpermen’den farkı nedir ki küçük bir çocuğun gözünde? Takımın sahada döküldüğü ve her şeyin bitti sanıldığı o an geldiğinde takımı sırtlayan, bazen rakibin on bir oyuncusu ile tek başına savaşan, biraz başına buyruk ama lider ruhlu bu karaktere saygı duyulmaz da kime duyulur? Hadi söyleyin şimdi, bir maçın kaderine, bedenini siper ederek anlam katan kaleci için, o bir takımın yarısıdır diyenler yerden göğe kadar haklı mı değil mi? Peki yeri geldiğinde sakin, yeri geldiğinde ruhundaki fırtınaların koynunda dolaşan yeteneğini, taraflı tarafsız her izleyiciye kabul ettiren ve bunca emeğe karşın ne yazıktır kibir anlık, evet sadece bir anlık takdir alabilen kaleciye, acımasız futbol çarkları içinde bugüne değin hak ettiği değerin verilmemiş olması nedendir? Sormak isterim size, doksan dakika boyunca gözünü budaktan sakınmadan kalesini korumaya çalışan ve taraftarın “bu kez gol” diyerek gözlerini kapadığı pek çok anda, yerçekimine meydan okurcasına sayısız golü engelleyen kişiye, doksan artı bilmem kaçıncı dakikada, yorgun bacaklarının arasından geçip kaleye giren top yüzünden “takımı kaleci yaktı” cümlesini reva görmek hak mıdır? Bizim yapamadığımızı yapabilen onurlu, dürüst ve başarılı insanların arsız kıskançlığa bulanmış sözcüklerle itibarsızlaştırılmaya çalışılması, bende toplumumuzun bir kısmının bu konuda ciddi biçimde hasta olduğu intibaını yaratıyorda ondan bu kadar uzattım lafı, hoş görün bugün.
Fransız düşünür, hukukçu ve yazar Alexisde Tocqueville” yukarıya çıkmayı bir türlü başaramayanlar, yukarıdakileri aşağıya çekerek eşitliği sağladıklarını düşünürler” derken bunu kastediyor olabilir mi dersiniz?
Hayata dair her öğrendiğiniz, nefes aldığınız her anın bir sonrasında yaşayacaklarınıza iyi bir öğretmendir. Bu sebeple de sizin hayat maçınızın kaderine bağlı bir penaltı öncesi, rakiple teke tek kalındığı anda hissedilenlerin yararınıza olacağını düşündüğüm için anlatmaya çalıştım kaleciyi. Nasıl ki o, vuruş öncesinin kaygılı saniyelerinde, dimağının her köşesi ile penaltıcının duruşunu sabırla izler ve topun hangi köşeye vurulacağını anlamaya çalışır, benim de önerim, hayata dair bir sonraki kararınızı vermeden önce onun gibi son ana dek sabırla beklemeniz ve sağduyunuzu, belleğinizdeki tecrübe ve doğrular ile birleştirmeniz olacak. Nobel edebiyat ödüllü yazar Peter Handke’nin “Kalecinin penaltı anındaki endişesi” anlatısındaki şu cümlelerinin de size yardımı olabilir belki.“...Vuruşu yapanı tanıyorsa hangi köşeye atacağını bilir ama şu da mümkün, penaltıyı atan da kalecinin bunu düşüneceğini hesaba katabilir. O zaman da kaleci topun bugün için öbür köşeye geleceğini düşünür.. peki ya penaltıcı hala kalecinin ne düşündüğünü izliyorsa ve bu yüzden topu her zamanki köşeye atarsa? Hiç tükenmeyecek bu ikilem bir yana, bırakalım şu köşeyi bu köşeyi, eğer rakip bir kez sizin iki köşeden birine atlayacağınızı sezerse, üstat penaltıcı Panenka gibi yavaş yavaş yaklaştığı topu, klas bir vuruşla yerden havalandırıp, kalenin tam ortasına yollamaktan çekinmez. İşte bu yüzden, siz de yaşam ile olan maçınız boyunca hem sahadaki, hem de içinizdeki kaleciye her zaman güveniniz efendim. Çünkü kaleci, herkesin maçı izlediği sırada, sahanın her yerini görüp gelebilecek tehlikeleri sezebilen ve kendisine emanet edilmiş kaleyi her daim fedakârca koruyacağına emin olunan“son adam”dır.
*************
Not :Bu yazı Türk futboluna emek vermiş onurlu kalecilere ithaf edilmiştir.