İmralı’nın Türk Sanatına Düşürdüğü Gölgeler - 1 Refik Ahmet Sevengil’in kitap olarak basılmamış bir romanı: “İmralı”
Refik Ahmet Sevengil’i daha çok tiyatro kitapları yazarı ya da hayatı boyunca vazgeçmeden gazetecilik yapmış biri olarak biliriz. Oysa ki, çok dalda çalışmaları olan Sevengil Hoca, İstanbul Şehir Tiyatrosu’nun ilk edebî kurul üyelerinden biri olduğu gibi, birçok okulda da edebiyat öğretmenliği yapmış bir eğitimcidir. Radyo Dairesi Müdürlüğü yapan Sevengil Hoca, aynı zamanda TRT’nin ilk yönetim kurulu üyelerinden de biridir. Sadece bunlar da değil; iki dönem Tokat milletvekilliği görevini de üstlenen, Hakkı Tarık Us’un öğrencisi Refik Ahmet Bey, 1919 yılında, henüz 16 yaşındayken İfham’da başladığı gazetecilik yaşamını neredeyse 50 sene aralıksız sürdürmüş, çalışkan bir yazardır da. Kurun, Vakit, Yeni Sabah ve Cumhuriyet gazetelerinde dönem dönem arşivcilerin karşısına çıkan onun kalem izleri hâlâ yolumuzu aydınlatmaktır. Hiçbir zaman kitap olarak basılmamış ama 1 Temmuz ilâ 6 Kasım 1941 tarihleri arasında, 110 tefrika olarak, Vakit gazetesinde yayınlanan “İmralı” adlı beşinci Refik Ahmet Sevengil romanı da bunlardan biridir.
Tefrikanın tanıtım metni, Mutahhar Şerif’in yarattığı İmralı mucizesinin, toplumun her kesimini nasıl da derinden etkilediğinin kanıtı gibi durur tarihin unutulmuş sayfaları arasında. Vakit gazetesi, tefrikasına başlayacağı romanı okuyucusuna şöyle duyurur:
“Yeni Edebî Tefrikamız: İmralı
Mahkûmlar adasındaki esrarlı hayatı, insanları cinayete kadar götüren ruh haletini ve bin bir meraklı macerayı, genç bir hekimin mücrimlerin ruhiyatı hakkındaki tetkiklerini, aşkını, ıstırabını, kısa bir tâbir ile bütün bir insanlık faciasını güzel bir üslûp, kuvvetli bir müşahade ve ince bir tahlil eseri olan bu romanda okuyacaksınız.”
Roman her ne kadar İmralı adını taşısa da, sadece ilk bölümü İmralı’ya ayrılmış; sonrası çapraşık bir aşk hikâyesinin girdaplarında dolaşan, aşk acısı çeken genç bir doktorun, Ahmet Dündar’ın çok da özgün olmayan hikâyesini anlatır. Ahmet Dündar, gönüllü olarak İmralı adasındaki mahkûm kolonisine doktor olarak giden, kafası karışık biridir. Tefrika serisinin ilk bölümlerinde kendisini adaya götüren teknenin mürettebatının mahkûm olduğunu öğrendiği yerden başlayan şaşkınlığı, adayı terk ettiği zamana kadar sürer. Suç ve suçun ıslahı konularına bakışı değişmeye başlamıştır genç doktorun.
“Ahmet Dündar’ın şimdiye kadar hüviyet, mazi, maceralarını teşrih masasına yatırıp eşelediği, karıştırdığı, kurcaladığı kimselerin hemen hemen hepsi harici sebeplerin tesiriyle suç işlemiş görünüyorlar. Muhitlerindeki hâdiseler, haksızlıklar, yaşayış şartları, fena terbiye, yanlış ve esasssız inanışlar bu adamların suçlu olmasında hisselidir; hatta gayrı sıhhî ve kötü muhitin ve iklimin bile suçlu yaptığı insanlar vardır. Suçları kimler işlerler, niçin işlerler? Suçlarının sâik ve sebepleri nedir? Suç işleyenler, suç işlemeyen diğer insanlar gibi midir?” (Vakit gazetesi, 35. Tefrika, 7 Ağustos 1941)
Sevengil’in tefrika romanında adaya giden genç doktorun konuştuğu bir “Müdür” karakteri vardır. Hemen acaba bu kişi Mutahhar Şerif midir diye düşünüp heyecanlansak da; romanın yayınlanma tarihine bakıp, bir de müdürün betimlemesini okuyunca, bu kişinin - her ne kadar birçok özellikleri Mutahhar Şerif’i karşılasa da - daha çok Esat Adil Müstecaplıoğlu ile Mutahhar Şerif’in özelliklerinin karıştırılarak yaratılmış bir roman kahramanı olabileceğini düşündük. (Meraklısına not: Mutahhar Şerif tefrika romanın yayınladığı yıl -bile- henüz 31 yaşındadır ve bildiğimiz o ki, ilk günler hariç, görevi gereği İmralı’da “yüzü güneşten yanıp tunçlaşacak kadar” uzun süre kalmamıştır. )
“Cezaevi müdürü ancak kırk yaşında görünüyordu. Külot pantolon, diz kapaklarına kadar kalın spor çorapları, avcı biçimi ceket giymişti; yumuşak yaka, şık boyunbağı ve kıyafetindeki umumî ahenkle ilk bakışta göze sevimli gelen bir hali vardı. Yüzü güneşten, rüzgârdan, açık havada yaşamaktan yanmış, sertleşmiş gibi idi; çehresinin tunç manzarası gözlerindeki azim ve irade mânâsını tamamlıyordu (…) Gözlerinin emreden hali… onun evvelce birçok kalabalık kıtalara kumanda etmiş bir zabit olduğunu insana zannettiriyordu; halbuki Ahmet Dündar sonra öğrendi ki cezaevi müdürü ne vâhi zevkler peşinde dolaşan bir monden efendidir, ne de ordudan yetişmiş eski bir askerdir. İstanbul Hukuk Fakültesini bitirdikten sonra frenk memleketleri adliyesinde staj görmüş, vatana döndükten sonra da bir zaman Anadolu’da hâkimlik, müddeiumumilik filân etmiş ve nihayet İmralı fırsatı çıkınca Avrupa’da tetkik ve tetebbü için dirsek çürüttüğü yeni cezaevi nazariyelerini tatbik etmek davası ile kalkıp buraya gelmiştir.” (Vakit gazetesi, 9. Tefrika, 10 Temmuz 1941)
Ahmet Dündar İmralı’da mahkûmlar için okuma yazma kursları düzenler, onların dertleriyle yakından ilgilenir, onların arasına karışır. Hatta onlarla geceleri balık avına bile çıkar. Orada tanıdığı bazı kişiler, suç kavramının sosyolojik nedenlerini anlaması adına gerçek bir okul olur. Örneğin, Arslan Kaptan, kendisine yardım etmesi için yanına verilen Eczacı Vedat, Arabacı Ali Ağa, Salih Çavuş, genç doktorun hayatı boyunca unutamadığı kişilikler olarak iç dünyasına izler bırakır. Arabacı Ali Ağa’nın hayvanlara duyduğu yoğun ve şaşırtıcı sevgi ya da Yemen’de savaşmış Salih Çavuş’un katil olarak İmralı adasına getirilmesi tezat oluştursa da, Anadolu insanını tahlil için iyi birer örnektir. Hepsinin derdi aynıdır: Namus, haksızlığa karşı ilkel bir tepki ve kadın!
“İç Anadolu yaylalarının sereserpe yetiştirdiği çam yarması gibi bir cüsse. Gözlerini yarıdan fazla örten kalın kaşlar ve ağzının üstünde ikide bir elinin tersiyle silip okşadığı burma bıyıklar yüzündeki heybetli mânâyı artırıyor. Vücudunun manevra kabiliyeti az büyük bir muharebe tankının haşmet ve azametini hatırlatan bir eda var (…) Yemen’de askerlik etmiş. Bu o demektir ki eski Osmanlı İmparatorluğu’nun geniş hudutları içinde bir baştan bir başa hadsiz hesapsız bir cömertlikle akıtılıp serpilen Anadolu köylüsünün kanı, biraz da Salih Çavuş’un damarlarından alınmıştır.” (Vakit gazetesi, 22. Tefrika, 25 Temmuz 1941)
Bu da katilden yatan Arabacı Ali Ağa’nın genç doktorda bıraktığı izlenim:
“Biri al, biri doru beyaz besili ve güzel iki at yan yana kanatlanan iki mısra gibi ilerliyor; arabacının ara sıra şaklattığı kamçı havada âhenkli münhâniler çiziyor (…) Arabacı hayvanları en sıcak mânâlı, en sevimli, en tatlı sözlerle sanki okşuyormuş, öpüp kokluyormuş gibi bir eda ile sürüyordu; kamçıyı havada sallayıp sesler çıkarıyor, fakat beygirlere dokundurmuyordu.
Ahmet Dündar “Bu ne muhabbet Ali Ağa!” dedi, “ağaç arkasından yahut yamacın öte yanından arabayı görmeyen biri sesini işitse bir kadınla oynaşıyorsun sanacak!” Ali dizginleri bir elinde ayarlayarak arkasına dönmeden cevap verdi: “Haksız mıyım beyim? Şu atların güzelliğine bak… Zaten hayattta sevilecek başka ne var; dedelerimiz de “At bir, avrat iki” dememiş miydi? Avrat gitti, elimizde sade at kaldı. Belki o başımızı ateşe yakmaz!” (Vakit gazetesi, 20. Tefrika, 22 Temmuz 1941)
Romanın kahramanı Ahmet Dündar, adaya gidip de, mahkûmları tanıyıp, yapılanlara tanık olduktan sonra birçoğu gibi suç ve suçlu kavramına önyargıyla bakmadığını okuyucuya bildirse de, diğer yandan İmralı’ya gelmeden önce görev yaptığı İstanbul’daki bir hastanede tedavi ettiği son hastalardan biri olan “sıcak memleket gecelerindeki yıldızlı gökyüzüne benzeyen güzel gözlü” Selma Tumrul Öğretmeni de unutamamıştır. Çünkü mahkûmlar adası belli ki onun için doğallaşmıştır artık.
“Çocukken kurbanlık koyunun kesilmesinden üzülen, ilk gençliğinde ölümden, ölüden, öldürmekten korkan ve nefret eden ve yakın vakitlere kadar da katillerin şiddetle aleyhinde bulunan Ahmet Dündar artık bu işleri kanıksamış gibi idi. Bu kadar mücrimle bunca zaman yan yana yaşamak ve sabah akşam suç hikâyesi dinlemek genç adamın manevî varlığını kalın bir zarla sarmış, onu bu sahada adeta hissizleştirmişti. Ekmek yeniliyor, su içiliyor, elbise giyiliyor ve suç da, işte, işlenebiliyor!” (Vakit gazetesi, 36. Tefrika, 8 Ağustos 1941)
Zaman ilerledikçe, Selma Öğretmenin hayali Ahmet Dündar’ın yüzünde pembelik, içinde yürek çırpıntısına dönüşür. Zarif kadındır Selma Öğretmen, aklında bu kalmıştır en çok. Bir yandan mahkûmların içinde duygularını yitirmeye başlayan, diğer yandan bir kadını yangınlı bir hülyayla düşleyen genç doktor bunalmaktadır. Selma Tumrul Öğretmen, şuracıkta Mudanya’nın Pınarcık köyünde görev yapmaktadır. Hemen karşıda! Mudanya dediğin yer İmralı’nın karşısıdır; acaba Anadolu idealizmi ve asaleti temsil etmesi için yazarı tarafından romana sokulmuş olan Selma Öğretmen de onu düşünmekte midir?
Üç ay geçer ve genç doktor izne çıkınca, düşlerinin peşinden doğruuu Mudanya’ya, Mudanya’ya bir buçuk saat uzaklıkta olan Pınarcık Köyü İlkokulu’na, Selma Tumrul’un yanına gider.
“Güneş ovayı baştan başa toz pembe bir ışık örtüsü ile sararak uzaklarda yavaş yavaş alçalıyordu. Ahmet Dündar, Selma Tumrul ve Fatma öğretmenle beraber Pınarcık köyü okulunun çiçekli bahçesinde tahta sıranın üstüne oturmuş, bu manzarayı seyrederken üç ay önce kendisini uzun uzadıya meşgul etmiş olan bir başka gurup manzarasını düşündü.
İmralı’da vazife alıp da İstanbul’dan motorla ayrıldığı akşam denizde oldukça uzun süren bir gurup seyretmişti. Güneş ufukta boğazlanmış bir hayvan gibi etrafa kızıl kanlar saçarak ve ölmemeye çalışarak depreşip duruyordu. Ahmet Dündar İmralı’ya yedi yüz katilin arasında çalışmaya giderken o akşam mutat ve basit tabiat hâdisesinde böyle bir mahiyet tevehüm etmiş ve ürperti duymuştu. Halbuki bu akşamki guruptan dağılan tatlı bir rayiha vardı ki yavaş yavaş Ahmet Dündar’ım şammesini sarıyordu (…) Uzaktaki güneşten kopan ve toz pembe boşlukta rüzgârla uçuşup rastgele istikametlere dağılan güller geliyor, önce Selma Tumrul’un yüzüne gözüne sürünüyor, saçının kıvrımına takılıyor, kadının ufukta batmak üzere olan güneşten bir parça gibi duran pembe dudaklarına temas ediyor, sonra başka bir rüzgâr mahlesi bu gülleri alıp Ahmet Dündar’ın avuçlarına atıyor.” (Vakit gazetesi, 50. Tefrika, 23 Ağustos 1941)
Neredeyse tefrika romanın ortalarına geldiğimizde; İmralı artık gündemden düşer ve acıklı ve ihtiraslı bir klasik aşk sarmalının içine gireriz. Ahmet Dündar ve Selma Öğretmen nişanlı olsalar da, bir de zengin, gösterişli ve cazibesine kadınların bile direnemediği ressam Semra Hanımefendi çıkar sahneye. Selma Öğretmenin Anadolu idealizminin karşısına dikilen; doktor kocasının parasıyla gününü gün eden, Avrupaî Semra Hanımefendi! Ancak ilginç bir ayrıntı vardır. Semra Hanımefendinin zengin doktor kocası, Ahmet Dündar’ın tıp fakültesinden hocasıdır.
“Semra Hanımefendi, hiç kimse onun adını hanımefendisiz ağzına almıyordu. Ahmet Dündar’ın … tanıdığı kadınların hiçbirine benzemiyordu. Ne meşhur hekimin karısının ismi ve mazisi etrafında dolaşan şüpheli fısıltılar… ne de şımarıklık Semra Hanımefendinin semtine uğramamıştı. Yedi göbek asil ve okuryazar bir aileden olması mı, annesinin Tanzimat Türkiyesinin en kibar alafranga hanımlarından biri şöhretini hâlâ muhafaza etmesi mi, küçükten beri şark ve garp terbiyelerini maharetle birleştirmiş bir evde büyümesi mi, hayatının hemen hemen yarısının Avrupa şehirlerinde ve hakiki yüksek sosyete içinde geçmesi mi, sebep ne olursa olsun, Semra Hanımefendi de bir hâl vardı ki, onu bulunduğu yerde başkalarından hemen ayırt etmeye, onun etrafındaki kadınların mutlaka hepsine üstün olduğunu muhatabına derhal teslim etmeye yarıyor (…) Mümkün değil Semra Hanımefendi kırkına yaklaşmış bir kadın olamaz; hatta otuz beşinde bile olamaz, daha mı küçük? Otuz mu, yirmi sekiz mi? Hayır; onun karşısındakine derin hayret ve hayranlık veren bir hususiyet ve mümtaziyeti de budur: Semra Hanımefendinin yaşı yoktur!” (Vakit gazetesi, 69. Tefrika, 12 Eylül 1941)
Zaten kafası karışık olan genç doktorun tragedyası da bu kadını tanıdığı andan itibaren başlar. Önce nişanlı olduğu Selma öğretmeni ve Anadolu idealizmini terk eder doktor, sonra da çaresizce bu kendisinden başka hiçbir şeyi düşünmeyen şeytansı kadının peşinden gider. Semra Hanımefendinin öğretmeninin eşi olması ya da başka ahlâk değerleri bir anda ortadan kalkar. Hanımefendinin alışık olduğu ve defalarca dillere düşmesine neden olan eşini aldatma tesbihine bir boncuk daha eklenir Ahmet Dündar’la, bir süre sevgili olurlar. Akıl uçup gider ruhu yaralı doktorda, yerine ihtiraslı ve gergin duygular dolar. Onun için Avrupa Semra Hanımefendi, Semra Hanımefendi de büyük Avrupaî özlemdir. O artık iki cami arasında namazsız kalandır. Devasa konser salonlarında dünya klasiklerini canlı dinlemek varken, henüz kurulmakta olan idealist bir evrenin bir parçası olan İmralı kalkınmasına el vermenin çaresizliği arasında sıkışmıştır Ahmet Dündar. Kendisi de radyocu olan Sevengil, Ahmet Dündar’daki bu darlık hissini, İmralı’da kulağını dayayarak kendi gerçeğinden sıyrılmaya çalışan doktorun küçücük bir radyoda dinlediği müzik üzerinden tanımlar.
“İmralı’nın genç hekimi, gecenin geç saatlerinde, mahkûmlar ve memurlar uykuya çekildikten sonra odasında küçük radyo makinasının başında uzun uzadıya Avrupa hülyasına dalmaktan mesut, kendisinden geçmiş bir halde yaşardı. Berlin Devlet Operası’nın temsil ettiği bir Faust’u, Roma radyosundan Tosca’yı, Rigoletta’yı baştan sonuna kadar derin bir sermesti içinde dinlerken duyduğu zevk, yalnız musikiden, orkestradan, kadın ve erkek güzel sesli artistlerin terennümlerinden hâsıl olma bir lezzet değildi; Ahmet Dündar radyo makinasının önünde bu nağmeleri dinlerken sanki artistleri, orkestrayı, sahneyi, temsili ve salonu görür gibi olurdu. Parteri, kat kat locaları tıklım tıklı dolduran halk gözünün önünde canlanırdı. Kendisi de onların arasında bir koltuğa oturmuş, temsili seyrediyor halde hissederdi. Paris radyosunda verilen bir keman konseri, Viyana radyosunun etrafa yaydığı hafif bir operet, Londra’dan gelen ve ağzın içinde yuvarlanarak söylenen İngilizce şarkılarla karışık dans havaları Ahmet Dündar için o memleketlerin bütün hususi ve umumî âlemlerini burada oturduğu yerden seyir ve temaşa edebilmek için açılması lâzım gelen sihirli kapının esrarengiz anahtarı gibi idi.” (Vatan gazetesi, 39. Tefrika, 11 Ağustos 1941)
Çok geçmez; evi barkı, idealizmi, erdemi dürüp bir kenara koyan Ahmet Dündar, Semra Hanımefendi ile yatıp, onunla kalkmaya başlar. Ama Semra Hanımefendi kendi alışkanlıklarından ödün vermeye, hele aşk için kendini değiştirmeye uygun biri değildir. Birileri çıra gibi yanarken, o çoktaaan bohem yaşantısında, başka limanlara yelken açmıştır bile. Kavgalar, yeniden barışmalar bir işe yaramaz. En sonunda,- ona haber vermeden - takıntı yaptığı kadını takip eden genç doktor, aynı gemiyle Avrupa’ya bir yolculuk yapmakta olan Semra Hanımefendinin, başka bir erkekle ilişkide olduğunu öğrenir ve ondan intikam almak ister. Semra Hanımefendi kısa bir zaman hoşlandığı bu genç adamdan kurtulmak için can atarken, Ahmet Dündar’da da artık o şeftali çiçeği narinliğindeki duygular yerini kanlı gözlerle bakan, saldırmak için fırsat arayan kurt gözlere ve çürümüş muzlara benzeyen pis duygulara bırakmıştır.
İstanbul’dan Marsilya’ya giden bu gemide rezalet ayyuka çıkar ve Semra Hanımefendi ve yeni sevgilisiyle kumar masasına oturan ve sürekli kaybeden genç doktor, olay çıkarınca limana kadar kamarasına hapsedilir. Marsilya limanında kumarda kazananların affı onun için hakaretlerin en büyüğü olur. Çılgına dönmüştür doktor. Cebindeki son parayla Türkiye’ye dönüp, yeniden başlamak istese de, bunun yerine o parayla bir tabanca alıp, yeni sevgilisiyle Paris’e gideceğini öğrendiği Semra Hanımefendiyi öldürmeye kadar verir. Kalabalık tren garında pusuya yatar.
“Bir kâbus içindeydi, omuzlarından aşağıya doğru soğuk bir ter boşalıyordu. Nereden çıktıkları, nasıl peyda oldukları bilinmeyen yedi yüz kişi birden, Marsilya garının yabancı kalabalığı içinde yedi yüz tanıdık çehre Ahmet Dündar’ın etrafını sarmışlar, yedi yüz kişi kollarını uzatıp genç adamın elindeki tabancayı almaya çalışıyorlardı… Gardaki kalabalık arasından Şahin reisi (…) Salih Çavuş’u (…) Arabacı Ali’yi (…) Eczacı Vedat’ı ve bütün öteki İmralı mahkûmlarını bir bir vuzuh ve sarahatle görüp tanıdı (…) Hep bir ağızdan bağırıyorlardı: “Ne yapıyorsun, bizden ibret almadın mı?” (…) Ahmet Dündar bu seslere dayanamıyordu (…) Tabancayı kendi şakağına dayamayı düşündü (…) Birden bu son düşüncesinin hakikat olması ihtimalinden ürkerek elini cebinden çıkardı; elinde tuttuğu tabancayı yavaşça (…) kıvrıla büküle uzanan rayların kenarına, traverslerin arasındaki çukura bıraktı.
Omuzları düşük, bitkin ve mecalsizdi. Kendisini İmralı’da eski dostları yedi yüz mahkûmun arasında (…) içi rahat ve onların ufak tefek dertleriyle meşgul tasavvur ediyordu (…) Ahmet Dündar hayal içinde kendisinden, muhitinden ve zamanından uzaklaşmıştı; üstüne doğru gelen Paris Sürat Katarı’nın düdüğünü duymadı.” (Vakit gazetesi, 110. Tefrika, 6 Kasım 1941)
13 Ağustos 2024 / Devamı Var