Güzel bir insan: Mutahhar Şerif Başoğlu - 33

Aniden bir dal kırıldı; bir çiçek boynunu büktü, bir balık suyun içinde boğulup ters döndü. Kartalın biri gözlerini kapatıp, kendini uçurumdan aşağı bıraktı ölümüne ve o sıra güneşin ışıkları, biri düğmesini kapatmış gibi aniden söndü. Dünyadaki bütün iyi hikâyeler bir anda lekelendi, bir karanlık ki -ama ne karanlık- karanlık, zehirli bir yılan gibi kalbimizin en yumuşak, en bereketli toprağına çörekleniverdi. Hayıflanmak ucuzladı, küfrün bini bir para! Okuduklarımız insanlığa düşman, cılk mı cılk bir yara!
1940 yılının Eylülünde,amansız bir hazan! Ey sen her kimsen ve bundan sonra hortlayıp gelecek bütün müsveddelerin dahi, ey gündüzü bir gece olan, ey her vakit içi yılan yuvası, içi buz gibi bir hazan… Ellerin kırılsın her kimsen, güzel bir insanın hikâyesini böylesi acıklı kılan!
“Ankara’yı son ziyaretlerimden birinde Adliye Vekâletine uğradım ve sordum:
-    Bay Mutahhar Şerif burada mı?
-    Yok, dediler. Artık burada bulunmaz. Postahanede müfettiştir. 
Hayretten dilimi yutacaktım. Mutahhar Şerif’in postahanede işi ne? Mutahhar Şerif suç ve bunun tedavisi meselesini en iyi kavrayan adamlardan biridir. Bu içtimaî işi kendine âdeta dert etmiştir. Uzun seneler tahsilini bunun etrafında yürütmüş, kitaplar okumuş, müesseseler gezmiş, birçok ecnebi memleketlerin hapishanelerine mahkûm kıyafetiyle girip içten tetkikler yapmak için müsaade almış, suçlu ruhunu hariçte ve burada çok esaslı surette tetkik etmiş ve nihayet bu sahada memlekete şeref verecek eserler yaratılmasına hizmeti olmuştur. Bunlardan biri İmralı İçtimaî Sanatoryumu’dur. Diğeri de mahkûmlardan madenlerde ve diğer yerlerde yapılan işçi teşkilâtının aldığı ruh ve şekildir. 
Bu ihtisasta, bu vasıflarda bir adam nasıl olur da kendi sahasında çalışmak imkânından mahrum kalır? Nasıl olur da sırf geçinmek gayretiyle herhangi bir idare çarkının içinde ihtisas ile alâkası olmayan bir işi kabul etmeye mecbur olur?”
Bunları yazan, döneminin tanınmış kalemlerinden ve Vatan gazetesinin başyazarı Ahmet Emin Yalman’dır. Bir güzel insan hikâyesinin acıklı sonunu yüreğimiz ağzımızda, ağzımızda dişlerimizi sıkarak okuyoruz. Yalnız Türkiye’de değil, dünya çapında ses getiren cezaevleri ıslah programını yaratan, ömrünü bu işi geliştirmeye adayan Mutahhar Şerif Başoğlu, şimdi postahanede müfettiş mi olmuştur? Basiretsiz kovalaklar yine hep birden üşüşüp, iyi bir hikâyenin iyi kahramanının ayaklarını ve yüreğini kemirip, onu yere mi çökertmiştir? İlla tanımamız mı gerekiyor, belli değil mi bir iyi insan tragedyası daha sahlenemiştir. Acı içimizde dalga dalga katmerlenmiştir. Acı ki, Sait Faik’in dediği cinsten bir kez daha ağzımıza yayılmıştır. Acı, çok acı, acı değil bu, iç kopması, kalp sancısı, kavun acısı! Varsay ki bir çocuk gözlerimizin önünde dayak yerken, hiçbir şey yapamamak kadar acı!
“Derhal şunu söyleyeyim ki, ben Mutahhar Şerif’i şahsen tanımıyorum. Yüzünü görmüş değilim. Ancak eserini tanıyorum. Bunu hepimiz de tanıyoruz. İmralı’da yapılan tecrübe hakkında bütün gazetelerimizde vakit vakit sütunlar, sayfalar dolusu yazı yazıldı. Sonra İmralılılar Erzincan felâket sahasında en ağır, en parlak bir imtihan geçirdiler. Kendilerindeki suçlu ruhunun İmralı’da yalnız tedavi olmakla kalmadığını, bunun yerine atılgan, cesur ve fedakâr bir vatandaş ve insan ruhu geçtiğini gördük. Bu adamlar felâketten sonra başıboş kalınca kaçmamışlar, yağmayı hatıra getirmemişler, bir fedai kıtası halinde can kurtarmış, yara sarmışlardır.
Fazla olarak ben Mutahhar Şerif’in eserini, New York’tayabancı bir âlemin aynasında gördüm. 1939 yazında New York’ta bir hapishane ıslahatı kongresi toplandı. O sırada New York’ta idim. Kongrenin çalışmalarını takip ettim. Bu çalışmalar arasında İmralı tecrübesi büyük bir yer tuttu. Gazetelerde, mecmualarda, ihtisas neşriyatında bundan geniş ölçüde bahsedildi ve verilen umumi hüküm şu oldu: “Türkler şimdiye kadar yalnız alıyorlardı, şimdi haricî âleme vermeye başlıyorlar. İmralı’da yapılan tecrübenin hem ilmî, hem insanî bir kıymeti vardır. Bu tecrübenin ruhu, şekli, neticeleri, Türklerin ilme ve insanlığa büyük bir hizmetidir.”
Düşündüğü ve yaratmaya hizmet ettiği eserle memlekete bu kadar saygı kazandıran, mühim bir içtimaî davanın cidden dertlisi olan bir adamın, böyle bir ihtisas sahasından uzaklaşmasına nasıl meydan bırakılır? Yeni eserler yaratmasının önüne nasıl geçilir?
Tahkik ettim. Adliye Vekili Bay Fethi Okyar, Mutahhar Şerif’in ihtisasına kıymet vermiş, kendisini Vekâlette alıkoymaya çalışmış, fakat ne çare ki Mutahhar’la çalışma arkadaşları arasında prensip aykırılıkları varmış. Mutahhar, çalışma imkânı bulamayınca içi yaralı olduğu halde istifa zaruretinde kalmış, nihayet postahanede müfettiş sıfatıyla bir iş bulmuş. 
Taklitçilik meyillerinin üstüne çıkarak, muhitin ihtiyaçlarına göre orijinal bir eser yaratacak kabiliyette adamlar her yer ve her zaman için nadir sayılır. Hele bu tip adamlar, bir işi kendine dert edecek, bunun için menfaat, mevki gibi her endişeyi unutacak, her fedakârlığı göze alacak ruh ve meyilde olursa bir memkeletin varlık ve inkişaf techizatı için bir hazine teşkil ettiklerini bilmek ve ona göre kıymet vermek lazımdır. Kıymet vermenin şekli de kendilerine para, yüksek mevki temin etmek değil, ihtisas sahalarında çalışmalarına imkân bırakmaktır. Bu tip adamların bekledikleri yegâne mükâfat budur.”
Sonra da gazeteci, tam da içimizden geçen duygularla açar ağzını, yumar gözünü!
“Teessürle şunu söylemek lâzımdır ki, her ne sahada olursa olsun, muhitteki seviyenin üstüne çıkanlar, eski alışılmış yolları terkedenler ve yeni bir fikrin bayrağını taşıyanlar, kendi hususi muhitlerinden mutlaka mukavemet görürler. Bunun hiçbir yer için istisnası yoktur. Arada ancak derece farkı olabilir. Yoksa sivrilen istidatlar üzerinden silindir geçirerek kendilerini umumi seviyeye indirmeye uğraşmak, insan tabiatının umumi bir meylidir. Çünkü alışılmış yollardan herhangi bir ayrılış, insanların huzurunu bozar. Kendilerini yeni baştan düşünmeye, enerji sarfetmeye mecbur bırakır.
Hele ileriye hamle için vasattan üstün fertlerin görüşüne, bilgisine, teşebbüsüne, fedakârlığına ihtiyaç olan uyanık muhitler, bu fena istidadı iptidadan bilmeli, karşılamalı ve bir işin dertlisi olan, orijinal düşünme ve yaratma kabiliyetinde olan üstün meziyette fertleri himaye altına almalıdır. Yoksa yeri hem pek güç dolan bir hazine israfa uğrar, hem de bu tipte insanların yetişme ve çoğalma imkânı kısırlaştırılmış olur. Çünkü bir işi kendine dert edinen fedakâr ve idealist tipte vatandaş yetişebilmesinde başlıca âmil, iyi örneklerin yaptığı tesirdir. Muhit örneklere kıymet vermezse, bunların muhitte yapabileceği tesir de çok tabii olarak kaybolur.”  (Vatan gazetesi, 4 Eylül 1940, Çarşamba, Sene: 1, Gazete Yayın no: 17, Ahmet Emin Yalman’ın “İsraf Edilen Hazina” başlıklı yazısı)
Okuduklarımızdan sonra içimizi dinliyoruz şimdi: İçimizde cansız, kansız ölü bir bebek... Tüm yaprakları dökülmüş kupkuru bir ağaç, gördüğümüz, tanıdığımız bütün çocuklar şimdi daha da aç!
“Sarsılmayan İmanıma Mev’ut Olan Âti”
Mutahhar Şerif’in ışıltılı hikâyesinin böyle bitmesi ne ilktir, ne de son olacaktır. Demek “Mutahhar’la çalışma arkadaşları arasında prensip aykırılıkları varmış”, demek “Adliye Vekili Bay Fethi Okyar, Mutahhar Şerif’in ihtisasına kıymet vermiş, kendisini Vekâlette alıkoymaya çalışmış” öyle mi? Peki neymiş bu “prensip aykırılıkları” dedikleri şey?
Geçmişe dönük yazdığımız başarı hikâyelerinin içinde kuşku yaratan, içimizi bulandıran tümceleri bir daha gözden geçiriyoruz. İlk olarak aklımıza gelenleri alt alta yazalım bakalım, ne çıkacak ortaya?
-    Kısa bir süre Adalet Bakanlığı yapan Fethi Okyar adaya gittiği ilk gün, ne demişti? “… bu gibi müesseselerden yararlananların sayısını azami surette çoğaltmalı ve diğer memleket hapishanelerinde bulunan birçok mahkûmun da İmralı Cezaevi’ne bir an evvel nakledilmesi lazımdır.”(Cumhuriyet gazetesi, 19 Ağustos 1939, Cumartesi, Sene: 16, Gazete Yayın no: 5485, s. 1 ve 7)
-    Şükrü Saraçoğlu ne diyordu bir keresinde: “Adaya makinayla gitmeyeceğiz. Yani bu hareketimizi asla ticarî mahiyette bir istismar şekline vardırmayacağız. Maksadımız mücrimi içtimai hayatına uygun bir çalışmaya teşvik etmek ve ona hemcinsini mümkün mertebe çok sevdirmektir.” (Haber-Akşam Postası gazetesi, 2 Eylül 1938, Cuma, Sene: 7, Gazete Yayın no: 2362, ss. 1 ve 10)
-    Clive Parry’in dediğini de hatırlayalım mı: “Görüyorum ki bu hususta İmralı cezaevinden birçok şeyler öğrenmek mevkiindeyiz. Çünkü mübadeleden sonra boş kalıp bir çiftçi tarafından kiralanan bu küçük ada şimdi, evvelce zikrettiğim 250 ton buğdaydan maada 100 ton arpa, 50 ton yulaf, 130 ton mısır, 500 ton soğan; bu nisbette fasulye, zeytin, kavun, karpuz, çilek ve mevsimine göre diğer mahsüller yetiştirmektedir. Bu miktar, adanın on köyünde çalışan 400 kişi için mühim bir yekûndur. Bunlar aynı zamanda 500 koyun beslemekte ve ada, koyunlarından senevî 2 bin kilo yün almaktadır. Bizim metruk İskoçya adalarından bazılarının da böyle iyi maksatlar için kullanılması şayanı arzudur. Bu istihsal Tükiye’ye faidelidir. İngiltede’de de böyle bir cezaevi kurulduğu taktirde orası için de faideli olacaktır. 
-    Ancak İmralı’nn sebebi vücudu bu istihsalâtı temin değildir. Bunlar sadece büyük bir gayenin mahsulâtı taliyesi olup asıl ehemmiyetlisi; adetleri bine baliğ olan 400 zürra (*Çiftçi), 200 dokumacı, 100 balıkçı ve sair sanat şubelerine mensup mahkûmların faideli işlerle iştigalleri ve bu işleri lâyıkı ile başarmaları keyfiyeti ve en mühim olarak da bin suçlunun meydana getirdiği yardımcı faaliyetin ahlâkî tesir ve neticeleridir. Çünkü onların kurtuluşlarına ve memlekete faideli vatandaşlar olarak cemiyete yeniden doğuşlarına giden yolun anahtarı bu mesaide gizlidir.”
Anladığımız o ki; Fethi Okyar’ın bakan olduğu dönem (26 Mayıs 1939-12 Mart 1941) görevinden istifa etmeye mecbur bırakılan Mutahhar Şerif Başoğlu’nun, bakanlığın diğer bürokratlarından farklı düşündüğü en önemli konular, İmralı Adası’nın öngörüsü düşünülmeden yapılan kapasite artırımı ve hani dilimiz de varmıyor ya; mahkûm emeğini ucuz iş gücü olarak görmeye başlayan ve zamanla bir sömürü çarkına dönüşecek olan, İmralı’daki üretimi zorunlu kılan bir sistemi reddetmesi olmuştur. Mutahhar Şerif’in haklı olduğunu, kısa bir süre sonra ahlâk yapıları bozulan mahkûm ilişkilerinden, ıslah amacıyla başlatılan ama artık zorunlu kotalarla bir mecburiyete dönüşen ve üretilen neredeyse her şeyin, doğrudan adaya gelen tüccarlar tarafından ya da İstanbul Kapalıçarşı’da İmralı mahkûm ürünleri satış birimleri açıp, oradan gelir sağlamaya çalışan zihniyetin yarattığı sakıncalı ve güzel bir rüyanın nasıl kan içinde bırakıldığını gördüğümüzde daha iyi anlayacağız.
Mutahhar Şerif posta idaresinde müfettiştir artık. Anladığımız kadarıyla 1940 yılının yaz aylarında istifa etmiştir. Ama cezaevleri ıslahı adına bunca emek, bunca gurur veren hizmetten sonra ne haldedir şimdi acaba? Nerdedir? 
Bunun yanıtını, Başoğlu’nun görevinden istifa ettiğini bize bildiren Ahmet Emin Yalman’ın yaklaşık bir ay sonra, gazetesinde yayınladığı başka bir yazısından öğreniriz.
“Geçenlerde bir başmakalemizde (…) eski Cezaevleri Umum Müdür Muavini Mutahhar Şerif’in halini anlatmıştık (…) Yazımız çıktıktan sonra Mutahhar Şerif’i yakından tanıyanlardan mektuplar aldık. Bize temin ettiler ki Mutahhar Şerif yeis ve fütur getirecek adam değildir. Her hakiki idealist gibi makûs talihe cesaretle göğüs verir ve her yeis verici vaziyetten yeni bir imanla çıkar. 
Dün Mutahhar Şerif’in kendisinden de tâ Kars’tan bir mektup geldi. Mektup hususîdir. Fakat bu işi kendine dert edinmiş bir adamdaki kuvvetli azim ve imanı gösterdiği için bir iki fıkrasını aşağıya geçirmeyi faydalı bulduk. Görülüyor ki; Mutahhar Şerif için hapishane ıslahatından başka bir alâka mevzuu tasavvur edilemez. Vazifesinden ayırdığı bütün boş zamanını buna veriyor. 
Mutahhar mektubunda diyor ki:
“İleriye inanan insanlar için her düşüşte, her  ıstırapta bir fayda vardır. Şarkı ilk defa görüyorum. Buradaki “evlerime” ayırabildiğim zamanlar benim için büyük bir alâka kaynağıdır. İlmî usullerle olmasa da, umumi olarak iklimin ve eski yeni muhit şartlarının yarattığı hususi suç vaziyetlerini tetkik ediyorum. Bu sayede tecrübe saham genişliyor. Vakit buldukça Hopkins’in kendi sahasında iyi bir eser olduğu teslim edilen “Hapishaneler ve Hapishane Binaları” adlı kitabını İngilizceden tercüme ediyorum. Evvelki sene Yunanistan’da bulunduğum sırada ‘Elen Ceza ve Islah Sistemi’ üzerine küçük bir etüt hazırlamıştım. Bunun rötuşlarıyla da meşgul oluyorum.
Benim bu sahaya ait alâkalarım o kadar derin ve kökleri o kadar sağlam ki, sadece bu iş için doğduğuma inanıyorum. Beşiğimde ağladımsa muhakkak ki mahkûm ıstırapları, yok yere kaybolan insan kıymetleri içindi. 
Otelimin penceresinden Kars Hapishanesi’ni görüyorum. Burasını bir, iki gün evvel  ziyaret ettim. Basit bir tasnif usulünün tatbiki ve teneffüs saatlerinin programlaştırılması hakkında salâhiyetli zevata bir, iki küçük tavsiyede bulundum. Bu sayede disiplin tedbirlerine olan ihtiyacın azalması mümkün görünüyordu. 
Bu mektubu yazdığım sırada, Kars Hapishanesi’nin uzaktan görünen manzarasına gözlerim dikildi. Küçük iken öğrendiğim bir şiirin bir mısraı, en gür sesimle içimden taştı: Sarsılmayan imanına mev’ut olan âti!” (Vatan gazetesi, 3 İlkteşrin (*Ekim) 1940, Perşembe, Yıl: 1, Sayı: 46, “Dertlinin Derdi Devam Ediyormuş” başlıklı yazı, s. 3)
(Meraklısına not: Mutahhar Şerif’in mektubunda yazdığı “Sarsılmayan imanına mev’ut olan âti” (*Sarsılmayan inancıma vadedilmiş  olan gelecek) dizeleri, Süleyman Nazif’in “Malta Geceleri” adlı kitabında yer alan “Son Nefesimle Hasbihal” adlı şiirinden bir dizedir. “Sarsılmayan imanına mev’ut olan âti / Canlandırır elbette bu enkaz-ı hayatı” )
 
Mutahhar Şerif’in göz yaşartan, ışıltılı hikâyesinin acıklı sonu içimize kor ateşler ve acıma duygusu salsa da, memleketine hizmet etmeye çalışan herkesin köküne kibrit suyu dökmeye çalışan kötücül yapılar, yasa değişiklikleriyle, uygulama saçmalıklarıyla enfes bir rüyayı bıçaklamaya çalışadursun: İmralı’nın mahkûm çocukları dünyayı şaşırtmaya, “babaları” Mutahhar Şerif’i gururlandırmaya devam ederler bir süre daha. Hem de tüylerimizi ürperten, eşi benzeri görülmemiş erdem hikâyeleriyle!

12 Temmuz 2024 / Devamı Var