“Elimizde kalem, çekiç, mekik, keser, aksaban / Anladık ki bunlar imiş mutluluğu doğuran
Suçlu olan evladımda böyle duygu oldukça / Gözün aydın güzel vatan, kapandı yaran!”
13 Temmuz 1945 tarihli Ulus gazetesinde, Mutahhar Şerif’in İmralısı’yla ilgili bir haber yayınlanır.
“İngiltere’nin tanınmış hukuk dergilerinden biri olan Howard Journal’de Ankara Hukuk Fakültesi Amme Hukuku Profesörü Clive Parry’nin İmralı Cezaevi hakkında bir yazısı çıkmıştır” diye başlayan yazıda, dünyada eşi benzeri olmayan İmralı Sosyal Sanatoryumu, hapishaneler üzerine çalışmış olan ünlü İngiliz hukukçu tarafından büyük sözlerle övülmektedir.
Parry’nin yazısının yayınlandığı derginin tam adı, “The Howard Journal of Criminal Justice”dir. Sözü edilen yazının başlığı ise: “İmralı: Turkey’s Island Prison” (*İmralı: Türkiye’nin Ada Hapishanesi)… Bu yazı, derginin 1945 yılının Temmuz ayında basılan altıncı sayısının 201 ve 202. sayfalarında yer alır. Çok değil, bu yazı bir ay sonra da, 1945 yılının Ağustos ayında, Adalet Bakanlığı tarafından 36 yıldır düzenli olarak çıkarılan Adalet Dergisi’nin 8. sayısında Türkçe olarak yayınlanır.
“İmralı Adası’nda bir cezaeviniz bulunduğunu duyduğum vakit onu görmeyi çok arzu ettim ve gezdim. Bu müessese fevkalade hoşuma gitti. Mahkûmların ailelerinden tamamıyla tecrit edilmiş oldukları yolunda duyduğum tenkitlere şahsen iştirak etmiyorum. Sadece şunu kabul ediyorum ki, Türkler ailelerine İngilizler’den daha çok düşkündürler ve binnetice evlerinden ayrı kaldıkları zaman kendilerini İngilizler’den fazla yalnız hissederler. Ancak İmralı bizim Dartmoor Hapishanesi kadar uzak bir mesafede bulunmuyor. Filhakika Dartmoor’daki İngiliz mahkûm ayda yahut iki ayda bir ailesi tarafından ziyaret edilebilmektedir. Amma bu müessese çok hali bir yerde olmakla beraber mahkûmun ailesi efradının, kendisine tanınan her ziyaret imkânından istifade edecek paraya malik olduğunu kabul etmeye de imkân yoktur (…) İmralı’nın vasfı barizi mahkûmların gardiyansız olarak idare edilmeleri ve arada kilit, süngü, parmaklık gibi manialar kullanılmamakta olması hususudur. Orada muhafız sadece tabiattır. Cezaevinde istihdam edilen birkaç kişi varsa da bunlar birer zindancıdan ziyade mürebbidirler. Gözlerini herhangi cihetle tevcih eden İmralı mahkûmu karşısında taş duvar, tel örgü yerine, adanın ona tebessümle bakan çehresini ve vatan topraklarını çevreleyen, kendisine yabancı olmayan denizi görecektir. Şüphesiz ki bu, ziyaret kabul edebilmekten çok daha kıymetli bir mazhariyettir.
İmralı’daki bütün tesisat ve teşkilâtı istisnasız olarak bana gösterdiler ve hepsi hakkında uzun uzun izahat verdiler. O kadar ki, mahkûmları yatakhanelerinde, yemekhanelerinde, haftalık konserlerinde, iş başında, dershanelerinde bile gördüm. Bol miktarda tuttukları balıkları karaya çıkarırlarken de aralarında bulundum. Taze ve tuzlu balık adanın mühim bir ihraç maddesini teşkil ediyor. Dokuma atölyelerini dolaştım. Yel değirmenine baktım, mahkûmlardan yarısının istihdam edildikleri on büyük çiftliği dolaştım (…) Muhtelif sanayi şubelerinin sureti idare ve faaliyeti nazarı dikkati celbediyor. Bir mahkûm sadece işe teşvik edilmekle kalmıyor - ki benim fikrimce bu daima lazımdır - aynı zamanda hiçbir sanata vukufu yoksa kendisine bir de sanat öğretiliyor. Okuma yazma bilmeyenler müessesede onu da öğreniyorlar. Kendilerine az çok Türk tarihi ve Türkiye coğrafyası da tedris ediliyor. Mesleksizlik, ümmilik, işsizlik gibi hallerin suç ile ne kadar ilgili olduğu göz önünde tutulursa bunların kıymeti (daha çok) meydana çıkar. Beni bilhassa enterese eden imalâttaki basitlik oldu. Mesela değirmenciye unun modern değirmenlerde nasıl öğütüldüğü, dokumacıya elektrikli ve motorize mensucat tezgâhlarında çalışma usulleri yerine tahliyelerinden sonra bulabilecekleri vasıtalarla çalışma metotları gösteriliyor. Binaenaleyh, un basit ve ahşap yel değirmeninde istihsal ediliyor, dokumacılık köylünün Anadoludaki köyceğizine döndüğünde kullanacağı cinsten ucuz ve basit el tezgâhlarında yapılıyor. Sanayi iktisadiyatı üzerine atfedilen bu dikkat, Türk infaz sistemindeki uzak görüşün şayanı dikkat bir tezahürüdür.
İmralı’nın diğer memleketlerde gördüğü aynı şekil infaz müesseseleri arasında en güzeli olduğunu bilâ tereddüt söyleyebilirim. Bu ada gerek Türkiye ve gerekse orasını model bir cezaevi, devlet için faideli bir istihsal menbaı haline getirmeyi ilk önce düşünüp ortaya attığını tahmin eylediğim bugünkü Başvekil için büyük bir iftihar vesilesidir. Sınaî faaliyet kesafeti açısından mütalâa edilirse bizim İngiltere’de buna benzer bir müessesemiz yoktur.
Filhakika böyle bir tesise de malik olmamıza da imkân mutasavver değildir. Zira, normal zamanlarda sanayi sahasında çok ileri giden cemiyetimiz, fazla istihsal dolayısıyla müşkül duruma düşmektedir. Binaenaleyh piyasanın, devletin hapishaneler vasıtasıyla çok daha ucuza maledebileceği eşya ile rekabete tahammülü yoktur. Bu sebeple ve sanayide çok ileri gitmiş bir memlekette imalât planı ve çeşit çeşit makinelerle yapılmakta olduğu için İngiliz mahkûmları en basit ve en zevksiz işlerle meşgul edilmektedirler. Yaptıkları posta arabalarından ve bahriyeye ait tente ve usturmaçlardan ibarettir. Türkiye, hapishaneleri bakımından mütalâa edildiği taktirde daha mutlu bir durumdadır. Zira henüz istihsalâtı ihtiyaçlarını karşılayamayan memleketler meyanındadır. Bu, ziraat memleketi olduğu halde bile buğday ithal etmek mevkiindedir. Bu itibarla herhangi munzam istihsal memnuniyetle karşılanmakla beraber iktisadi düzene pek az tesir eder. Bu vesile ile söyleyeyim ki, Türkiye’nin iki büyük istihlâk merkezi olan İstanbul ve Bursa yolu ortasında kâin İmralı mevkii mühimdir. Adada senevî 250 ton buğday ve mebzul olarak sair zirai istihsal maddeleri ve daima sürümü çok bir istihlâk maddesi olan balık kolaylıkla buralara sevkedilerek satılır ve ihtiyacı karşılar.
İngiliz hapishaneler idaresi de mahkûmların yardımcı ziraat işleriyle meşgul olmaları hususunda teşebbüsata başlamıştır (…) Görüyorum ki bu hususta İmralı cezaevinden birçok şeyler öğrenmek mevkiindeyiz. Çünkü mübadeleden sonra boş kalıp bir çiftçi tarafından kiralanan bu küçük ada şimdi, evvelce zikrettiğim 250 ton buğdaydan maada 100 ton arpa, 50 ton yulaf, 130 ton mısır, 500 ton soğan; bu nisbette fasulye, zeytin, kavun, karpuz, çilek ve mevsimine göre diğer mahsüller yetiştirmektedir. Bu miktar, adanın on köyünde çalışan 400 kişi için mühim bir yekûndur. Bunlar aynı zamanda 500 koyun beslemekte ve ada, koyunlarından senevî 2 bin kilo yün almaktadır. Bizim metruk İskoçya adalarından bazılarının da böyle iyi maksatlar için kullanılması şayanı arzudur. Bu istihsal Tükiye’ye faidelidir. İngiltede’de de böyle bir cezaevi kurulduğu taktirde orası için de faideli olacaktır.
Ancak İmralı’nn sebebi vücudu bu istihsalâtı temin değildir. Bunlar sadece büyük bir gayenin mahsulâtı taliyesi olup asıl ehemmiyetlisi; adetleri bine baliğ olan 400 zürra (*Çiftçi), 200 dokumacı, 100 balıkçı ve sair sanat şubelerine mensup mahkûmların faideli işlerle iştigalleri ve bu işleri lâyıkı ile başarmaları keyfiyeti ve en mühim olarak da bin suçlunun meydana getirdiği yardımcı faaliyetin ahlâkî tesir ve neticeleridir. Çünkü onların kurtuluşlarına ve memlekete faideli vatandaşlar olarak cemiyete yeniden doğuşlarına giden yolun anahtarı bu mesaide gizlidir.
İmralı mahkûmlarının bir de marşları mevcuttur. İçlerinden birisi tarafından yazılan bu marş onların da, neticeyi bekleyen Adalet Bakanlığına mensup memurlar kadar kendilerinden umulanları anlamış olduklarını gösteriyor ve şöyle bitiyor:
Elimizde kalem, çekiç, mekik, keser, aksaban
Anladık ki bunlar imiş mutluluğu doğuran
Suçlu olan evladımda böyle duygu oldukça
Gözün aydın güzel vatan, kapandı yaran
Bu satırlarla insan İmralı’daki mevcut ruhu anlıyor. Bu infaz müessesesini ziyaret fırsatını bahşettiklerinden Adalet Bakanına ve diğer arkadaşlarıma karşı derin minnettarlık duymaktayım.” (Adalet Dergisi, Ağustos 1945, Yıl: 36, Sayı: 8, ss. 751-754)
Nasıl sağlam kurulmuş bir sistemse bu, konunun uzmanı yabancıları bile kendisine hayran bırakıyor, değil mi? Gel de Mutahhar Şerif Başoğlu’nu unut şimdi! Tamam, sonu gelmez işlerimiz, onlarca boğuşmamız, yüzlerce sıkıntımız var. Çoğunlukla yoksul ve yoksunuz, umutsuzuz. Bu yüzden bunları aklımızda tutamıyoruz, unutuyoruz. Tamam, anladım, güzel insanların ülkemiz adına yaptıklarını unutalım. Unutalım da, bir de arada sırada biz ne ektik bu ülkenin toprağına diye kendimize küçücük bir sorucuk sorsak mı acaba diye düşünüyorum? Keşke! Ahhh, keşke!
Bir şey yapacak olan, kolları sıvayıp aklındakiyle yaptığını örtüştürmeye çalışır. Ötesi fasa fisodur!
Mutahhar Şerif’in adının geçtiği bir başka yayın daha var arşivimizde. Dünyanın öbür ucunda, taa Avustralya’da yayınlanan bir derginin sayfaları arasında karşımıza çıktı Başoğlu’nun adı. 1961 yılında yayınlanan bir yazıda, yıllar geçse de, onun Türkiye cezaevlerinin eski direktörü olduğunun unutulmadığını hayretle gördük.
Mutahhar Şerif adı “Australasian Record” dergisinde
Avustralya’nın Warburton-Victoria kentinde yayınlanan “Austarlasian Record and Advent World Survey” adlı derginin, 12 Haziran 1961 tarihli 24 numaralı nüshasının sekizinci sayfasında; “Temperance Association in Turkey” başlıklı bir yazı yayınlanır. Yazının imzası L. C. Miller’e aittir. Miller, I. T. A.’nın (*Uluslararası Alkolle Mücadele Derneği) Türkiye sekreteridir.
Yazıda, alkolle mücadele eden I.T.A.’nın, Yeşilay Cemiyeti ile ilişkisinden ve derneğin Türkiye’de yeni şubeler açacağından söz edilmektedir. Dernek temsilcilerden Papaz B. J. Mondics ve yazının sahibi L. C. Miller’in İzmir’de yaptıkları çalışmalar anlatılırken, aniden…
“(…) Papaz Mondics ve ben, Yeşilay Genel Müdürü Vecihi Divitçi ile İzmir ve çevresine seyahat ederek Ödemiş kasabasında yeni bir Yeşilay şubesi açtık ve İzmir'deki iki okulda alkolizm konferansları düzenledik. Ödemiş’te şehrin belediye başkanı ile bir araya geldik ve kentte alkolle mücadele hareketinin başlaması için kendisinin onayını ve cömert desteğini aldık. Ödemiş’in eski belediye başkanı ve aynı zamanda Türkiye cezaevleri eski direktörü, kentin önde gelen isimlerinden Mutahhar Şerif Başoğlu, I.T.A. ve Yeşilay temsilcilerini alkolle mücadele hakkında bir halk toplantısından önce kentin Teknik Üniversitesi salonunda bir akşam yemeğiyle ağırladı. Hem Papaz Mondics hem de ben, kent halkına hitap etmek için davet edildik ve mesajlarımız büyük bir coşkuyla karşılandı. İstanbul'a dönmeden önce İzmir'deki Teknik Üniversite’yi ve Amerikan Kız Koleji'ni ziyaret ettik. Her iki yerde de alkolizm üzerine filmler gösterdik ve konuşmalar yaptık.” (Çeviri: Esra İlkkurşun Filiz)
Yabancı basın ne kadar Mutahhar Şerif Başoğlu’na yakınsa, Mutahhar Şerif de konusuyla ilgili olan yabancı yayınlara o denli yakındır. Bu yüzden dosyamızın bu bölümünü yazarken, aklımıza Başoğlu’nun, gazeteci Ahmet Emin Yalman’a yazdığı ve Vatan gazetesinde küçük bir bölümü yayınlanan mektubunda kullandığı bir tümcenin düşmesi boşuna değil!
“Dün Mutahhar Şerif’ten (…) bir mektup geldi. (Diyor ki) … umumi olarak iklimin ve eski yeni muhit şartlarının yarattığı hususi suç vaziyetlerini tetkik ediyorum. Bu sayede tecrübe alanım genişliyor. Vakit buldukça (da) Hopkins’in kendi sahasında iyi bir eser olduğu teslim edilen “Hapishaneler ve Hapishane Binaları” adlı kitabını İngilizceden tercüme ediyorum.” (Mutahhar Şerif’in Ahmet Emin Yalman’a yazdığı mektuptan, Vatan gazetesi, 3 İlkteşrin (*Ekim) 1940, Perşembe, Yıl: 1, Sayı: 46, s. 3)
Her ne kadar bir kitap çevirdiğinden söz etse de, kapağında adının yazılı olduğu, yayınlanmış bir kitabı yoktur Başoğlu’nun. Ancak yine de Mutahhar Şerif’in kendini geliştirmek için gittiği uzaklıkları anlamak adına bu kitabın içeriğini merak edip, o yöne doğru küçük bir yolculuk yaptık.
“Hapishaneler ve Hapishane Binaları” adlı kitabın yazarı, Alfred Harral Hopkins (14 Mart 1870-5 Mayıs 1941) New York Saratoga Springs’te doğan Amerikalı bir mimardır. Kendisi için “Çiftlik Evleri Mimarisinin Dekanı” diye lâkap takılan mimar, mahkûmların sınıflandırılması ve küçük birimler halinde gruplara ayrılmasına dayanan ilerici ve insancıl bir programda rasyonel planlamanın diğer tüm amaçlara daha çok hizmet edeceği iddiasıyla, 1930 yılında “Hapishaneler ve Hapishane Binası” adlı bir kitap yayınlar. (New York, Architectural Book Publishing)
Duvarlarla çevrili hapishanelere karşı çıkan ve iyi mimarinin canlandırıcı etkisini savunan mimar Hopkins, görüşlerinin doğruluğunu kanıtlamak için Berks ve Westchester Cezaevi’nde çalışmalar yapar. İlgili kurumların dikkatini çeken yeni cezaevi mimarisi sayesinde, 1934’te Lewisburg ve Pensilvanya’da inşa edilen hapishaneler Hopkins’in önerileri doğrultusunda yapılır.
Gördük ki;biri dünyanın bir yerlerinde mahkûmların ıslahı konusunda bir şey yapıyorsa, Mutahhar Şerif’in bundan habersiz olması onu utandıracaktır. Üstelik hapishane binaları konusunu ilk kez de ele almamıştır çalışkan müfettiş. Taa 1935 yılında bu konuya el atmış; Adliye Ceridesi adlı derginin Mayıs 1935 tarihli 5. sayısında “Tasnif ve Hapishane Binaları” başlıklı bir çevirisi yayınlanmıştır. Makale Dr. F. Lovel Bixby’ye aittir ve “National Society of Penal İnformation News Bulletin” dergisinin Nisan 1934 tarihli sayısında yayınlanmıştır.
TASNİF VE HAPİSHANE BİNALARI
“Ceza müessesesinin en eski ve en yayılmış olarak bilinen vazifesi mücrimleri sıkı muhafaza etmek, kaçmalarına mâni olmaktır (…) Yüksek setlerle çevrilmiş, kalın duvarlı binalar içinde muhkem odalar veya hücreler inşa etmek, müteaddidleri sıkı muhafaza altında bulundurmak için en emin ve en ucuz yol olarak görünüyordu. Son aletlerin ve usullerin bu kalelerden kaçmak hususunda mahkûmlar tarafından kullanılması ihtimaline karşı koyabilmek için, daha pahalı malzeme kullanmak ve daha kuvvetli emniyet tedbirleri almak lüzumu hissedildi. Fakat bunların masrafı o kadara çıktı ki mahkûmları barındıracak yer bulmak işi imkânsızlaştı (…) arsa payı hariç bir hücre beş bin dolara mal olmaya başladı. Hapishane masrafları yalnız muasır inşaatın daha yüksek olmasından değil, aynı zamanda mahpusların da çoğalması yüzünden artmıştır (…)
New Bulletin’in son sayısında Wılliam Ellis’in “Islahta Bir Esas Olarak Tasnif” adlı bir makalesi çıktı. Ellis, tasnif planını izah ederek müessesedeki terbiye ve muâmelenin şahsileştirilmesinin ehemmiyetini teyit ediyor (…) Bu yazının gayesi, tasnifin hapishane inşaatındaki masrafı azaltan cephesine işaret etmektedir.
Bir mahpusun, muhtelif tip müesseselerden hangisine konulması icap ettiğini anlamak için ilk adım, o mahkûmu tetkik edecek bir tasnif programı çizmektir. Adamları orta veya en az derecede muhkem yerlere ayırırken suçlarını veya mahkûmiyet müddetlerinin uzunluğunu veya kısalığını esas ittihaz etmek bir felâket olur.”
Yazı, mahkûmları altı farklı sınıfa ayıran ve bunun istatistik bilgilere dayandırılarak bir öneriler paketinin sunulmasıyla sürer. Yazının son paragrafında görüşler nettir:
“… tecrübenin geniş mikyastaki saiki müessesenin esas programının bir kısmı olan çok dikkatli tasnif, tekrar tekrar tasnif tetkikatı yapmasıdır (…) Nev Cerzey planındaki muvaffakiyet bu hükümetin mücrimlerinin bazı evsafı haiz olmalarından değildir. Her hükümette bunun aynı yapılabilir. Lâzım olan şey: Münferit tetkikatı yapacak ve her fert için takdirlerini tatbik sahasına koyabilecek usulleri hazırlayan bir adam bulmaktır. Tasnif usulünü kurarken yapılan masraf, lüzumsuz inşaata yapılan sarfiyattan daha azdır. Binaenaleyh daha kârlıdır.” (Adliye Ceridesi dergisi, Mayıs 1935, Sayı: 5, ss. 317-321)
Bunları yazarken şöyle düşündük: Yaptığı işin başarılı olması için bazıları elindeki pergelin bir ucunu yere saplarken, diğer ucunu bulutlara kadar açarmış ve bir tek, çalışma gökkuşağının renklerinden korkmayanlar istediğini başarırmış.
Mutahhar Şerif’in gökyüzüne baktığı gözlerini kendi yüzümüz için de diliyoruz… Hem de sadece kendimiz için değil, herkes için diliyoruz!