Güzel bir insan: Mutahhar Şerif Başoğlu - 35
Adalet sistemi için Fethi Okyar çizgisine benzer bir anlayış taşıyan Menemencioğlu bakan olduğu sıralarda, İmralı başarı haberleriyle ülke gündemini süslemeye devam etmektedir. Örneğin, mahkûmların kendi çabasıyla İmralı’da yaptıkları bir iskeleden söz eder dönem gazeteleri ve bir de o iskelenin, mahkûmların isteği üzerine Mudanya İstanbul hattında işleyen posta vapurlarının, Denizyolları İşletmesi tarafından haftada bir kez de olsa İmralı iskelesine uğrayacağının karar altına alındığından … Bu neden önemlidir? Yanıtı başka bir gazeteciden, Naci Sadullah’tan öğrenelim:
“Artık İmralı adasına haftada bir defa vapur uğruyor. İmralı ile cemiyet arasında bu uzaktan ve küçük temasın temin olunduğu günden beri hepiniz, içinde bambaşka bir hayat kurulmuş, yepyeni bir âlem yaratılmış olan o adacığı yakından görebilirsiniz (…) Bizce mücrim, işlediği suçun bütün mesuliyetini yalnız kendi sırtında taşıyan, içinde yaşadığı muhitin kurbanı veya mazuru değil, lekesi, belki de mikrobuydu. Bizce mücrim, ıslah edilmesi ve cemiyete yeniden kazandırılması mümkün olmayan bir acayip mahlûktu.
Fakat biz böyle düşünürken (…) taban tabana zıt kanaatler besliyenler de diyorlardı ki: “Mücrimi cemiyet yetiştirir. Çünkü cemiyet, isyankâr bir insana, bir cinayet işlemenin muhtaç olduğu mikyasta öfke verebilecek tezatlarla doludur. Çünkü cemiyet, namuskâr yaşamakta en azimkâr davranan kimseleri bile, cürüm işlemeye sevkedebilecek birçok tahrikkâr şeraitle doludur. Ve bunun içindir ki; hapishaneleri iyi birer mektep haline sokarak, fena bir mektep olan cemiyetin kusurlarına kurban giden mücrimleri hayata kazandırmak mümkündür (…)
Aralarına karıştığım mahkûmlar bana isbat ettiler ki, haklarında en geniş hüsnü niyet besleyenler yerden göğe kadar haklıdırlar.” (Tan gazetesi, 26 Mayıs 1941, Pazartesi, Yıl: 6, Gazete Yayın no: 2072)
Bir yandan bu tür heyecan veren haberler yayınlanırken, diğer taraftan -sanki daha önce bu konularda hiç çalışma, inceleme ya da girişim yapılmamış gibi- tehlikeli tartışmalar da başını alıp gitmektedir. Örneğin, bir gazetenin açmış olduğu “Adliyeciler arasında bir anket: Hangi nev’i mücrimleri ıslaha çalışmalı?” başlıklı kamuoyu yoklaması buna iyi bir örnektir.
“İmralı tecrübesinden alınan iyi ve müsbet neticeler (…) Adliye Vekâletine şevk verdi. Vekâlet bu gibi müesseselerin çoğaltılması ve yeniden birçok mahkûmun maden ve ziraat işlerinde çalıştırılmaları için hazırlıklara başladı. Adliye vekilimiz Hasan Menemencioğlu bu mühim içtimaî memleket meselesi üstünde büyük bir hassasiyetle durmaktadır.
Fakat, İmralı ve mümasili cezaevlerine sadece ağır cezalı mahkûmların gönderilmesi bazı itirazlara yol açmaktadır. Birçokları hayatın garip bir cilvesiyle tesadüfi bir katil(in) esasen çekeceği vicdan azabı ile ıslahınefs edilebileceğini ve yeniden cemiyete kazandırılacağını söylüyorlar. Halbuki, asıl ıslahı lazım gelenler, büyük şehirleri dolduran ve cemiyeti durmadan mutazarrır eden hırsız, dolandırıcı, yankesici gibi profesyonel mücrimler yani sabıkalılardır. Asıl bunları cemiyete kazandırmak lazım! Mahkûmların ıslahı hedefini güden cezaevlerine sevkedilecekler arasında nasıl bir tercih yapmalı? Ağır cezalılar mı, yoksa hafif cezalı profesyonelleri mi ilk önce göndermeli?”
Bu konuda, taa 1935 yılından beridir nedenlerini de apaçık ortaya koymak kaydıyla birçok çalışma yapılmışken, bu anketin neden yapıldığını çok da anlamadık ya, yine de adli konularda söz sahibi olanların konu hakkında ne dediklerini merak ettik ve bazı yanıtları sizinle de paylaşmak istedik. İşte birçoğu gibi tüylerimizi ürperten yanıtlardan biri. Eski Adliye Bakanlığı müfettişlerinden Avukat Ali Şevket Bey’in dedikleri:
“Benim kanaatim şudur: Miskinler tekkesi gibi hapishaneler olamaz. Sonra da devlet kimseyi yok yere beslemekle mükellef değildir. Müfettişliğim sırasında İstanbul kadınlar cezaevinde mahkûmiyet müddeti bittiği halde 10 ay fazla yatan bir kadın suçluya rastlamıştım. Kendisine niçin şikâyet edip tahliyesini istemediğini sorduğum zaman cevaben: “Beni hariçte sefalet bekliyor. Ne diye çıkayım, burada rahatım!” demişti. Bunun içindir ki ben bilâistisna davası biten her maznunun İmralı ve mümasili müesseselere sevedilmesine taraftarım. Ağır ve hafif cezalı bütün maznunların…”
Burada dursa yine anlayabilirdik belki ama Ali Şevket Bey, bastıkça basar gaza. Sözcüklerin bu kadar vahşileşebileceğini bu açıklamada gördük.
“Hatta devlet idaresindeki bütün büyük fabrika ve müesseselerde bu gibi mahkûmlar için birer küçük şube açılmalıdır. Bu suretle devlet hazinesine bir yük olan cezaevleri eğer iyi kullanılırsa, bir servet membaı olur.” … (Mahkûm emeği üzerinden elde edilen bir servet membaı mı? Çok şaşkınız!)
Ceza Avukatı Cemil Kıvırcık Bey biraz daha farklı yaklaşır konuya:
“… bir şahıs, şeref, namus ve mukaddesatına karşı bir tecavüz vukuunda veya haksız bir fiil karşısında cümlei asabiyesinin tesirine mağlûp olarak işlemeyi muhayyilesinden geçirmediği bir fiili katli işleyebilir. Şüphe yok ki, bu kaste makrun olarak irtikâp edilmiş bir fiil olmayıp, maruz kaldığı tecavüzatın neticesidir ve bilâihtiyar yapılmıştır. İşte bu gibi mücrimler muhtacı merhamettir. Ben ancak bunların İmralı gibi müesseselere sevkine taraftarım. Diğerlerine gelince, onlar ıslahı nefsedemezler. Onların ıslahı nefsedebilmeleri azabı cismanî ile kabildir.”
En şaşırtıcı yanıt, Avukat Suat Ziya’dan gelendir bizce:
“Bence bu gibi müesseselere yalnız bir kısım suçluların değil, bütün mahkûmların gönderilmesi yerindedir. Hatta bu da kâfi değildir. Bir mektep açmalı ve suç işleyebilir karakterde olanlar(ın) burada ıslahına çalışılmalıdır. Islahı nefsetmesi imkânsız görünen sabıkalılar da enterne edilmelidir.” (*Enterne etmek = Gözaltına almak) (Son Posta gazetesi, 19 Temmuz 1941, Cumartesi, Yıl: 11, Gazete Yayın no: 3939, ss. 1 ve 2, *Yazının altına “G. O.” imzası atılmış. Eğer bilgimiz bizi yanıltmıyorsa bu yazı, Halit Fahri Bey’in oğlu Gavsi Ozansoy tarafından yazılmış olmalı.)
Menemencioğlu İmralı’da
Bu tartışmalar süredursun, 18 Temmuz 1941 Cuma günü, Sus Vapuru’na binen çiçeği burnunda Adalet Bakanı Hasan Menemencioğlu, iki yıl önce, bakanlık müsteşarı olduğu günlerde gitmiş olduğu İmralı adasına, bu kez yanında birçok üst bürokratla birlikte, iki günlüğüne bir inceleme gezisi yapar.
Bakanın bu ziyaretine, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürü Baha Arıkan, Adliye Bakanlığı Özel Kalem Müdürü Şakir Aksu, Ankara Polis Enstitüsü Kriminoloji Profesörü Dr. M. Paryot, İstanbul Cumhuriyet Savcılığı Başmuavini Sabri Kösebay, Üsküdar Savcısı İzzet Akçal, Üsküdar Sorgu Hâkimi Saim Köyman, Adliye doktorları Enver Karan ve Hikmet Tümer, Cezaevi doktoru İbrahim Zati Öget, İstanbul Ceza Hâkimi Celâl Türkgeldi, savcı yardımcılarından Orhan Köni, Orhan Tığrak, Turgut Oktay, Fethi Sezai, Hicabi Dinç, Ali Kemal Kâmal, Cevat Özbay ve gazeteciler eşlik etmişlerdir.
Cumartesi akşam saatlerinde adaya gelen bakan ve ekibini, Türk hukukunun altın çocuklarından biri ve o dönem İmralı Cezaevi Müdürü olan Esat Adil Müstecaplıoğlu, Bursa Savcısı Tahsin Tüzer karşılar.
Adada kaldığı sürece her tarafı; terzihaneyi, dokuma atölyesini, berber salonunu, boyahaneyi, marangozhaneyi, demir işliğini, nalbant atölyesini, süthaneyi, kalayhaneyi, hamamı, fırını,zahire ambarını, balaıkhaneyi, kundura ve çorap atölyelerini gezen yeni bakan, mahkûmlarla görüşüp onlara sorular sorar. Sonra da Pazar sabahı 5.30’da Mudanya üzerinden hareket eden Marakas vapuruyla İstanbul’a döner. Bakan İstanbul’a dönerken gazetecilere bazı açıklamalarda bulunur:
“İmralı Cezaevi henüz tecrübe devresini tamamlamamıştır. Buna rağmen tesis işleri hemen hemen ikmal edilmiştir (…) Mahkûmların ruhî hallerinde büyük bir salâh göze çarpmaktadır. Adada çalışmak, nizam ve intizam yegâne ıslah vasıtasıdır (…) Bu sene içinde adayı elektrikle tenvir etmek ve motorlu bir un değirmeni vücuda getirmek ve 600 kişilik bir pavyon daha inşa etmek programımız dahilindedir. Bu suretle cezaevi mevcudu 1500’e çıkarılacaktır.
İmralı’da, bütün cezaevleri arasında müşterek bir sanatoryum inşaası da Vekâletin tasavvurları arasındadır. Önümüzdeki seneye kadar yukarıda bulunan binalarla aşağıdakileri birbirine bağlayan yol, kış yaz ağır vesaitin geçmesine salim bir hale getirilmiş olacaktır.”
Neredeyse bütün gazetelerin birinci sayfadan verdiği bu açıklamanın ardından da şöyle bir not dikkatimizi çeker:
“Dünya ölçüsünde üstün bir sistemin eseri olan İmralı Cezaevi, sadece bir ıslahevi değil, aynı zamanda bir varidat menbaıdır. Bugün adada 30 kuruş yevmiye mukabilinde çalıştırılan 901 mahkûm ve 44 çeşit zanaat vardır.” (Son Posta gazetesi, 21 Temmuz 1941, Pazartesi, Sene: 11, Gazete Yayın no: 3941, ss. 1 ve 4)
Bakan böyle bir açıklama yapar da, yörüngede dönüp duranlar başka şey düşünüp, başka bir şey yazabilir mi? Bütün gazetelerde aynı sözlerle yapılan övgüler, bakanın sanki ilk kez söyleniyormuş gibi manşete çekilen sözleri ve ardından “gelmekte olanın” sergilendiği ürkütücü bir söz yığını! İşte İmralı’da Mutahhar Şerif ve ekibinin gerçek kıldığı mucizeye karşı değişen algının belgelerinden biri:
“… dava bu kadarla kalmıyor. Cezaevindeki atölyeler suçluları el sanatlarına alıştırmakta. Buraya bir hırfet mektebi diyebiliriz. (*Osmanlı Devleti içerisinde kunduracılık, demircilik, duvarcılık, marangozluk ya da dokumacılık gibi küçük nitelikteki el sanatlarına verilen isim olan “Hirfet”, “rekabetsizlik” ekonomisi diye tanımlanan bir ekonomi sözcüğüdür.) Müessese şimdiye kadar 300 dokumacı ustası yetiştirmiş. Yatak çarşafları, kaput bezleri, beyaz yazlık kumaşlar, havlular, peçeteler, piyasada yüksek fiyat ile satılan birinci kalite mallar, ya o iskarpinler? Eğer memleketimize lazım olan erkek ayakkabılarının hepsi İmralı Cezaevinin atölyelerinde yapılabilseydi, fiyat murakebe komisyonunun aylardan beri içinden çıkamadığı çürük papuç meselesi ortadan kalkardı (…) Ya balıkçılık? Bu, en faydalı, en gelirli iş sahalarından biri! Fakat ada suları, coğrafî mevki itibarıyla fırtınlı havalarda ağ atmaya müsait değil. Eğer voli sahasını Gemlik Körfezi’ne kadar genişletmek mümkün olursa, balıkçılıktan daha rasyonel neticeler alınabilecek.” (Vakit gazetesi, 21 Temmuz 1941, Pazartesi, Yıl: 24, Gazete Yayın no: 8449, s. 2, Sabih Alaçam imzalı “İmralı’da Gördüklerim” başlıklı yazıdan alıntı)
Mutahhar Şerif Başoğlu, yaptığı onca şeyden sonra istifaya; geçinmek için de posta müfettişi olarak Kars’a gitmeye zorlandıktan sonra İmralı deyince hemen herkesin aklına önce nasıl yapalım da mahkûm emeğini daha çok paraya dönüştürelim algısı mı gelmiş, yoksa bizi mi öyle geliyor diye düşünmeden edemiyoruz. Arşivimizde bulunan ve gerektikçe sizlerle paylaştığımız onlarca belgeye karşın yaptığımız analizin yanlış çıkmasını diliyoruz. Bakalım bu değişen yeni algı, Başoğlu’nun elinde dünya çapında dikkati çekmiş olan İmralı Sosyal Sanatoryumu’nu nerelere götürecek?
Su bulanmıştır artık! Olması gereken, bir öncekinin bıraktığı yerden kültürü devam ettirip, bayrağı daha yukarı yükseltmek iken;, sanki geçen altı yıllık çaba, o çabayı verenler unutulmuş;; adaya elektrik getirilmesinden başka, her şey daha önceden yapılmamış gibi eski sözlerin tekrarı büyük alkışlarla karşılanır olmuştur. Onca çabamıza karşın, bu toz duman içinde Mutahhar Şerif’in adını anan bir tek makale saptayabildik. En azından “Herkes birden kör mü oldu?” sorumuz yanıtsız kalmamış oldu.
“Adliye Vekili ceza hukukunda bir fasıl başı teşkil edecek kadar muazzam ve nev’i şahsına münhasır bir tecrübenin müspet bir şekilde ilerlediğini görmekle haklı bir iftihar duymaktadır.Çünkü ancak dört senelik bir maziye malik olan ve iş esası üzerine kurulan yeni sistem cezaevlerimiz bugüne kadar beklediğimizden daha mükemmel neticeler vermiş bulunuyorlar (…) Bu tecrübede hukuk ve psikolojinin nazariyatını tatbikat ile iç içe götürmekte büyük muvaffakiyet gösteren Mutahhar Şerif, müessesenin müdürü Esat Adil, cezaevleri müfettişi Cemil gibi şahsiyetler vazifelerini idealleriyle karıştırmaya mauvaffak olmuşlar ve insan sevgisi mesnedinin üzerine kurdukları mesailerle bu muvaffakiyeti tâcil etmişlerdir.” (Tasviri Efkar gazetesi, 22 Temmuz 1941, s. 3, Cihat Baban imzalı “İmralı Tecrübesi / Ceza Sisteminde Bir İnkılâp” başlıklı yazıdan alıntı)
Dosyamızın bu kısmını, adı büyük olan bir yazarın, bize hayli tufaf gelen bir fıkrasıyla tamamlamak istiyoruz. Tan gazetesinin birinci sayfasında yayınlanan yazının tam olarak ne dediğini anlamasak da, belki bizim anlamadığımızı sizden biri anlar umuduyla yazının tamamını dosyamıza alıyoruz.
“Pek haklı olarak methüsena böyle devam ederse, dünyanın şu fazlaca külfetli devrinde (İmralı) adasındaki âsude ve teşkilâtlı hayata gıpta edenlerin adedi gittikçe çoğalacak… Bilhassa kadın yüzünden veya kadın çorabı, elbisesi, ayakkabısı ve mayosu sebebiyle ne yapacaklarını şaşırmış, şaşkına dönmüşleri ve o kadınsız ve masrafsız ömür, hiç olmazsa normal vaziyet avdedinceye kadar, ideal bir inziva hayatı gibi görünecek! Harp zamanı sıkıntısını, üç beş sene kendi ektiğini biçip yiyerek, kendi dokuduğunu serip giyerek, sanatoryum kurulacak kadar güzel havalı bir adada ve yalnız erkekler arasında geçirmek fikri pek de yabana atılacak projelerden değildir. Hatta buna ulaşmak keyfiyeti “arka” aramaya, şimdiki münasebetsiz tabirle “pistonlamaya” bile değer!
Güç olan cihet, cürüm işlemek ve cürümden sonra da İmralı’yı haketmek için yıllarca parmaklıklı hapishanelerde zından otoritesinin hoşuna gitmeye çalışmak… Maamafih, yine, dosdoğru “a’raf”da veya cehennemde bekletilmeden o cennete kavuşmak kolaylığı gösterilseydi, binlerce adam çoktan birbirini soymuş veya idama çarpılmayacak şekilde bıçaklamış olurdu!
Diğer cihetten İmralı, idare cihetinden de değme devletlerin eremediği harikulâde mükemmel malî ve ekonomik bir sisteme maliktir. Gazetelerin yazdıklarına göre yiyip içtikten, giyinip kuşandıktan, ihtiyaçlarının kâffesini temin ettikten sonra el emeklerinden hükümete 30 bin lira fazla irat dahi çıkarıyorlarmış… Bana dünyada bu derece verimli hangi hükümet bütçesi, hangi fabrika bilançosu gösterebilirsiniz? Bir bakıma göre, demek ki kadın olmayan yerde muvazene (*Denge) daha kolay teessüs edebiliyor ve “istihlâkçi” (*Tüketici) azaldığından “sa’y” (*Çalışmak, üretmek, ilerlemek) daha fazla verimli oluyor. Bu iktisadi davayı kendisine gaye edinen müstakbel bir ilim veya devlet adamının kadınla erkeği - muayyen zamanlarda, muayyen usuller dairesinde buluşturmak şartıyla- birbirinden ayırmaya çalışması ve oratay böyle muazzam bir proje ve nizam koyması ihtimal dahilindedir.
Zaten görüyoruz ki, yalnız hürriyetin nez’iyle (*Çekip alınmasıyla) iktisiyat âlemi salâha kavuşmuyor. İmralı’dan aldığımız dersten anladığımıza göre hürriyetle beraber, hürriyet gibi hem pek tatlı, hem idaresi güç olan “kadın”dan da mahrum bırakılmamız lâzım! Bakalım onu hangi cihan harbinde, hangi yiğit tatbike kalkışacak!” (Tan gazetesi, 25 Temmuz 1941, Cuma, Yıl: 6, Gazete Yayın no: 2132, s. 1, Refik Halit’in (Karay) “Günler Geçerken” başlıklı köşesinde yazmış olduğu “İmralı, Kadın ve Ekonomi”başlıklı fıkra)
6 Ağustos 2024 / Devamı var…