İmralı’nın Türk Sanatına Düşürdüğü Gölgeler - 2 İmralı mahkûmu Yusuf’un Acıklı hikâyesi: “Yeni Erzincan”

1939 yılının son günlerinde yaşanan büyük Erzincan depremi, Türk toplumunda o denli derin acılara neden olur ki; herkes kendince bu acıya ortak olmak, acıyı bir nebze de olsa azaltmak için çabalar. Bu çabalardan biri de, Ziya Tarık Işıtman isimli bir tarih öğretmeninin 1940 yılında yazmış olduğu amatör bir tiyatro oyunudur: “Yeni Erzincan / Millî Piyes”
Neredeyse artık kimselerin hatırlamadığı bu tiyatro oyununun neden dosyamıza girdiğini sorarsanız; oyunun, İmralı’dan Erzincan depremine yardıma koşan ve bu uğurda bir kolunu kaybeden mahkûm Yusuf’u başkahraman yapmış olmasıdır yanıtını veririz.
“Göklerden yağan kara / Kurbandır her bir canı / Zelzeleler mezara çevirdi Erzincan’ı”
Oyunun yazarı Işıtman, yazdığı oyunun amatör bir çalışma olduğunun farkındadır. Bu yüzden olsa gerek, kitabın girişine şöyle bir not düşmeyi uygun görmüş:
“Hepimizce malûmdur ki 1940 yılı, Türkiye’yi acı bir felaketle karşıladı. Yurdumuzun büyük bir kısım vatandaşını ve kardeşlerimizden birçoğunu insafsız bir zelzeleye kurban verdik. Bütün Türk milletini ve bütün bir dünyayı sonsuz ıstıraba sürükleyen bu felaket karşısında elbette tek tek yandık ve ağladık. Bir tarih öğretmeni sıfatıyla bu acı karşısında Türk milletinin birlik ve beraberlik hislerini, kahraman ve yaratıcı seciyesini bir ibret ve imtihan levhası halinde bir piyes içinde canlandırmayı bir inkılâp ve yurt borcu bildik. Meydana getirilen bu küçük eser ne bir edebî dava, ne bir tiyatro sahne ve tekniğini göz önünde tutarak tenkide dayanacak halde değildir. Burada sadece bir milletin yüksek yaratıcılık kudretiyle her ferdin yalnız milleti için yaşadığını isbata çalıştık. 
Piyesi muharrirlerimizin ve bunu okuyan veya seyreden münevver vatandaşlarımızın, noksan veya kusurlarını hoşgörür bir gözle karşılayacaklarına emin bulunuyorum. Eğer millî şuur ve millî inkılâp âbidemize bir taş ilave edebildimse ne mutlu!
Bu naçiz eseri, Erzincan faciasının kurbanları yurttaşlarımla, vazife başında hayata gözlerini yuman meslektaşlarımın aziz ruhlarına ithaf ediyorum. 18 Şubat 1940 / İzmir Karşıyaka”
Oyun iki perde ve 15 oyuncudan oluşsa da, asıl yük birkaç oyuncunun üstündedir. Başkişi, depremde bir kolunu kaybetmeyi hiçe sayarak iki küçük çocuğu kurtaran İmralı mahkûmu Yusuf, Avrupa’da eğitim aldıktan sonra yeni Erzincan’da Şeker Fabrikası direktörlüğüne getirilmiş olan Mühendis Muzaffer, Mühendis Cevat, yine Avrupada iyi bir eğitim almış olan Nermin ve Ziya Bey…  
Hikâye çok bildik bir hikâyedir; kolunu kaybetme pahasına depremden kurtardığı iki çocuk, devletin himayesinde Avrupa’da eğitim alarak, felaketinin üstünden 15 sene geçtikten sonra yeni Erzincan’a dönmüştür. Bu süre içinde Yusuf da, gardiyanlık yaparak geçinmiş, şimdi de Erzincan Şeker Fabrikası’nda kendisine bir iş verilmesi için, elinde bir referans mektubuyla fabrika müdürüyle görüşmek için gelmiştir. Başta kuşkuyla yaklaşılan Yusuf, oyunun ilk perdesinde doktora anlattığı hikâyesini bir de fabrika müdürüne anlatmaya başlayınca, anlarız ki; fabrika direktörü ve onun Avrupa’dan gelen, tenis oynayan nişanlısı Nermin, depremden Yusuf’un kurtardığı çocuklardır. Oyunun tamamına egemen olan aşırı hamasî replikler ve propagandist bir Türklük övgüsüyle dolu, tarihin içinde kaybolmuş  amatör bir tiyatro oyunudur “Yeni Erzincan”!
Oyun, deprem bölgesinin daire içine alınmış ve siyaha boyanış olduğu bir haritanın önünde başlar. Türk bayrağına sarılı bir kadının ağıtları karşısında, siyah giysileri içinde “Tarih Dede” ona yanıt verir:
- Oğullar anasızdır, babalar ortada yok / Gezerken sayıklayan, sayıklayarak gezen çok / Annelerin memesi yavru ağzında kaldı / Canlı cansız ne varsa ölüm süpürdü aldı / Kin renginde suları mersiyeler söylüyor / Bütün bir yurt “Erzincan ah neredesin?” diyor / “Gönlü merhamet dolu” derdim “”bir Tanrımız var” / O da bugün saçıyor bizlere ölümle kar!”
- Bana bak, yeter kızım, fazla ileri gittin / Bilmeden, düşünmeden Tanrı’ya isyan ettin / Çevirmiyor bak bunlar bir milleti yolundan / Merhametler yağıyor zengininden, dulundan / Türk diyorlar adına, daha ötesi var mı? / Türk denilen bu kuvvet hiç geriler, yılar mı? (…) Görmedim yüzlerce yıl böyle hazin bir haile / Acılardan ben bile bugün geldim bak dile / Ağlamak reva değil, gülecek günler yakın / Nasıl oldu bu işler şimdi sahneye bakın!” (Oyun metni, s. 4)
Oyunun ilk perdesi hastane odasında geçer. Yusuf’un kolu morarmış, ne yapılarsa yapılsın kurtarılamayacaktır. Bunun nedeni,uzun uzun tiratlarla anlatılır. Ancak doktorun, İmralı mahkûmuna söylediği replikler hayli hamasîdir:
-    … Ziyanı yok, belki de (morarmış kolunu) kurtarırız. Fakat aksi de olsa sen gibi cesur bir adam her şeye katlanır… sağ kolla da hayatın devam edebilir. Kahraman adamlara tek kol az şey değildir. Düşün Yusuf: Senin fedakârlığınla bugün on beş yirmi kişi hayat kazandı. Bunlara mukabil bir kol vereceksin! Mert ve mesut bir adam gibi yaşayacaksın. Fakat kolsuz! Bak hükümet seni takdir ediyor. Biraz sonra, seni kaymakam, müddeiumumi görmeye geleceklermiş. Sonra geri kalan mahkûmiyetinin de affı için teşebbüsler varmış; muhakkak seni serbest de bırakırlar.
-    Hepiniz sağ olun beyim, onlar da sağ olsun! Yalnız biz bunları bizi salsınlar diye yapmadık. Kanunun karşısında dilencilik yapacak kadar düşmedik. (s. 6)
Sonra Yusuf’un mahkûmiyet hikâyesini öğreniriz; amcaoğlu Hüseyin’in, Yusuf’un sevgilisi muhtarın kızı Gülsüm’ü kandırıp, onunla evlendiğini; buna dayanamayan Yusuf’un da kardeş dediği ve onu arkadan bıçaklayan Hüseyin’i düğün eğlencesi sırasında vurup öldürdüğünü anlarız. Ve bu yüzden İmralı’ya düştüğünü!
Sonrasında yine doktorun Yusuf’la uzun uzun konuşmalarını dinleriz:
-    İşte bizim köylerde ocaklar hep böyle söner! Nasıl yaram derin mi doktor?
-    Hepimizin yarası, bizim de yaramız bu, bir cemiyet yarası! Hastalık dıştan gelmiyor, içimizde! Onu kökünden kesmek lâzım! Üzülme Yusuf, sen hiç  de fena insan değilsin ve şimdi bak seni bir arkadaş gibi seviyoruz.
-    Bana artık bir insan diyemezsiniz. İnsan bozması, kalbi çökmüş , ne derseniz deyin!
-     Hiç de öyle değil Yusuf! Sen ve sana benzerler olmazsa cemiyet daha çabuk çöker. Senin gibiler çökecek yerlere birer destek oluyor. Sen çöktüm diyorsun fakat senin yüzünden ayakta duranlar var; Çöken tutamaz, ayakta duramaz, başkalarını da durduramaz Yusuf!
Amatör yazar, görkemli duygular ve iç acıtan repliklerini sürdürür. Bu kez Yusuf’un deprem enkazından kurtardığı çocuklar üzerinden okuruz ağlatıları…
-    Hep cana kıyacak değiliz ya, biz bazen can kurtarmasını da biliriz. Aman doktorum iyi bak (onlara). Onlar benim öz yavrularımdan daha üstün. Allah onların kocaman adam olduklarını da gösterecek bana.
-    Korkma Yusuf (…) o ayaz ve soğuk gecede, dünyanın alt olduğu o mahşer gecesinde kendini çıplak bırakarak onları yaşatan sensin. Ama bir kol bahasına. Kolunu kaybettin artık Yusuf! 
-    Canla kol bir tutulur mu hiç? Bir kolla daha böyle kurtarılacak varsa eğer, öbürünü de vermeye hazırım! (s. 11)
Oyunun 16 sayfalık ilk perdesi, hastanede başlayıp, aynı yerde biter. İkinci perdede depremin üstünden 15 yıl geçmiştir. İlk perdede gördüğümüz oyun kişilerinden hiçbiri oyunda yoktur. Şimdi bambaşka isimler, bambaşka bir iklim egemendir sahneye.
-    … sizi buralarda sıkılıyor zannediyordum Mühendis Bey. Tabiî Avrupa’dan yeni geldiniz; oralar gibi yerler, dağ sporları, kulüpler ve salonlar yok, değil mi?
-    Yanılıyorsunuz Direktör! Bir defa ben bir Anadolu çocuğuyum. Bu yurdu, bu toprakları, bu dağları canım kadar severim. Sonra hiç de mahrumiyet içinde değilim. Bugün Erzincan hiç de sıkılacak bir şehir değil; birçok münevver arkadaş var, sahalar,spor kulüpleri, gezilecek yerler, daha ne olsun? Yeni stadyum o kadar güzel ki! Ankara büyük stadının benzeri gibi bir şey. Halkevi salonu, spor sahası, kütüphane ve müzesini, siz hiç gezmediniz mi? Sonra sizin (fabrikanın) tenis kortu da mükemmel bir model doğrusu…
-    Yakında fabrikanın sineması da çalışacak. Erzincan bir hayli değişiyor. Eski mahalle ile şehir arasında bir İnönü bulvarı yapılıyormuş. Karasu’dan alınan elektrikle şehir üç misli daha aydınlanacak. 
-    Şaşıyorum Direktör, on beş senede bir harabeden bir mamure doğdu. Dün bir yığın felaket enkazı olan bu memleket şarkın incisi oldu. (s. 19)
Oyunun final sahnesinde Yusuf, fabrika direktörüne referans mektubunu verip, kendisine bir iş ister. Yazar bir kez daha içimize kızgın şişler sokar.
-    Malûm ya, bizde mahkûm insanlar çalışamaz. Fakat bir görüşelim (…) Mahkûmiyetinizin son kısmında sizi serbest bırakmışlar. Bu mahkûmiyette anlaşılmaz bir taraf var; nasıl oluyor böyle bu? (…) Katle sebep?
-    Emmimoğlu Hüseyin, kahpelik etti! Beni de, onu da aldattı. Elimden aldı. Onu ağlata ağlata bağrına bastı. Siz olsaydınız ne yapardınız? Biz Anadolu çocukları çok ince düşünmeyi bilmeyiz. İki şey bizi kalpten yaralar: Yurt acısı, yar acısı! İkisi için de ölüm bize hiçtir Direktör! Hele kahpeliğe hiç dayanamayız. Gözümüz dumanlandı mı bir kere, ötesini ne inceler, ne de düşünürüz. O zaman ya susar kan kusarız veyahutta beş kuruşluk bir fişekle ağzımızın tadını bozarız. Ben kan kusmadım; fakat öldürdüm. Şimdi kan kusuyorum.   
-    Mektupta “bir kolunu da vatandaşları uğrunda feda eden” deniliyor (…) Buna sebep nedir, koluna ne oldu?
-    Kolum o zaman oldu, büyük zelzelede! O gece bizi şehre yardıma saldılar (…) Etrafı korkunç harebeler ve inleyen sesler sardı. Ölenler sustu, yaşayanlar bizi çağırıyordu. Neler yaptım, neler gördüm bilmiyorum. Sadık Beylere doğru koşuyordum. Tam eve yanaşmıştım, tekrar sallanmaya başladı. Bir kadın fırladı. Biri elinde, diğer kucağında iki çocuk vardı.  (Tam bu sırada Cevat ve Nermin içeri girerler.) (*Cevat ve Nermin sözü edilen çocuklardır.)
Kadın “Kurtarın!” diye bağırdı. Yavruları bir kuş gibi yakaladım. Açıkta bir yere bırakıp döndüğüm zaman evi çökmüş buldum (…) Onları gece gocuğumla sardım. Sabahleyin imdat kafileleri geldi. Onları alıp götürdüler. (Benim) kolum kaskatı olmuştu. Müddeiumumi beni hastaneye gönderdi. (s. 22)
Oyunun son sahnesinde, Yusuf fabrikanın bahçesinden sorumlu olduğu bir işe sahip olurken, Cevat ve Nermin kardeş olduklarını anlayıp kucaklaşırlar.
-    Ne, siz misin yavrularım? Sizi yine gördüm, buldum ha! (Tek eliyle ikisini de okşar) Çok şükür Allahım, bir rüya değil bu! Şimdi günahlarım affoldu demektir artık. Bir cana kıydım fakat iki canı kurtardım. Beni elbet affetmişsindir Allahım!
-    Seni Allah da, cemiyet de çoktan affetti Yusuf! Türkün yılmaz enerjisi yeni Erzincan’ı yarattı. Senin kahramanlığın da yuvalarını! Türk milleti senin gibi mert evlatlarıyla iftihar eder ve yaşar. Hepimiz sana minnettarız Yusuf! (s. 24) 
Hepsi hıçkırıklara boğulup kucaklaşırken perde kapanır.
Bu oyununun Türk tiyatrosu tarihinde iz bırakmamış olmasına neden şaşırmadığımızı sorgulamıyoruz bile. Ancak bunun yanında, iki çocuğu enkazdan çıkarıp, dondurucu havada kendi kolu donma pahasına onları gocuğuna sararak korumaya çalışan Yusuf’un kolunu kaybetmesini de sadece iç parçalayan, arabesk bir hikâye olarak da göremiyoruz. Aklımızın duvarlarına çarpan bazı sorular oluyor. Yüreğimizde ise kabar kabar köpüklenme. De ki biri, elini içimize sokmuş da, bir parça kadifeyi yüreğimizin toprağına sürüp duruyor: Katilden mahkûm Yusuf’un acıklı hikâyesinde, mahkûmları “Çocukları” gibi seven Mutahhar Şerif Başoğlu’nun da kokusunu duyuyoruz. Biz toplumuna katkı sağlayan insanların adlarının, yaldızlı, ciltli deftere yazılması gerektiğine inanarak elimizden geleni yapıp, vazgeçmeyi ayıp sayıp, o pis, o kargacık burgacık şeytan alfabesiyle yazılan unutulma kitabını ait olduğu cehenneme göndermeye çalışırken türlü yalnızlık sınavlarına sokulsak da… vazgeçmeyeceğiz, şimdi de vazgeçmeyeceğiz, hiçbir zaman da vazgeçmeyeceğiz. İnandığı gibi yaşayanların adlarını unutma / unutturulma kitabına yazanlara duyduğumuz öfkeye tutunacağız. Tarih öğretmeni Işıtman’ın oyununun bize hatırlattığı şeylerden biri de budur.
Mahkûm Yusuf’un hikâyesini, aynı günlerde ve aynı acı nedeniyle kaleme alınmış bir Nâzım Hikmet şiiriyle, “Kara Haber”le bitirmek isteriz. Bunun, İmralı’nın Türk sanatına düşürdüğü gölgeleri daha belirgin ortaya koyacağına, Türk sanatçılarının -amatör ya da dünya çapında hiç fark etmez- İmralı oluşumundan nasıl derinden etkilendiğini cam netliğinde göstereceğine  inanıyoruz.
“Erzincan’da bir kuş var / Kanadında gümüş yok / Gitti yârim gelmedi / Gayrı bunda bir iş yok / Oy dağlar, dağlar, dağlar / Aldı ellerine kanlı başını / Karın ortasında Erzincan ağlar / O ağlamasın da kimler ağlasın!
Kar yağar lapa lapa / Tipidir gelir geçer / Yan yana, sırt üstü yatan ölüler /  Akşam olur tandıramaz / Ateşini yandıramaz 
Gün ağarır, şafak söker / Kimsecikler gitmez suya / Ezilmiş başlarıyla ölüler / Vardılar uyanılmaz uykuya… 
Ses edip geceye beyaz taşından / Kışlanın saati çaldı ikiyi / Ne çabuk lâhzada bitti yaşamak / Kiminin sakalı ak / Kimisi altı aylık / Kimi on üç, on dört yaşında / Kimi yola gidecek, kimisi mektup bekler / Yan yana, sırt üstü yatan ölüler…
Yayıkta yağ vardı, dövülemedi / Ak peynir torbaya konulamadı / Hasret gitti ölüler / Dünyaya doyulamadı / Uyanıp kaçamadılar / Kuş olup uçamadılar / Açıldı kuyular kimse inemez / Erzincan beygiri rahvandır ama / Ölüler ata binemez / Yan yana, sırt üstü yatan ölüler…”
Nâzım şiirinin altına bir de açıklama koymuş: “Kesemde verecek şeyim yok, ancak yüreğimden verebildim.” (Tan gazetesi, 2 Sonkanun (*Ocak) 1940, Salı, Yıl: 5, Gazete Yayın no: 1589, s. 1)

17 Ağustos 2024 / Devamı Var