İmralı’nın Türk Sanatına Düşürdüğü Gölgeler - 3 Cezaevleri Sergisi ve Tevfik Pars’ın hikâyesi
1944 yılının 5 Ağustos Cumartesi günü, saat 17’de, Beyoğlu İstiklâl Caddesi’nde bulunan İstanbul Gazinosu’nda (Eski Mulen Ruj) 15 gün açık kalacak olan ve o dönem İmralı Cezaevi’nin müdürlüğünü yapan Esat Adil Müstecaplıoğlu’nun düzenleme kurulu başkanlığı göreviyle gerçekleştirilen, yüksek katılımlı bir “Cezaevleri Sergisi” açılır. İkincisi yapılan sergide; başta İmralı olmak üzere, Ankara Matbaası Cezaevi, Isparta, Rize, Sinop, İstanbul Kadınlar Cezaevi, Üsküdar, Toptaşı, Bursa, İzmir ve Edirne cezaevlerinde kalan mahkûmların hazırladığı sanat eserleri ve el işleri halkın beğenisine sunulur. Sergi satışlı olup, mahkûmların sosyal hayata katılmasını sağlamasının yanı sıra, ekonomik bir kazanç elde etmelerini de amaçlamaktadır.
Sergi sorumlusu Müstecaplıoğlu’nun açılış konuşması, ağırlıklı olarak gazetecilere ve katılımcılara cezaevlerinin son durumunu anlatmak içerikli olsa da; konuşmasının özünde, uzun zaman Mutahhar Şerif Başoğlu’nun ağzından duymaya alıştığımız benzer tümcelerle de karşılaşırız:
“Cezaevlerinin gayesi, mücrimi cemiyete tekrar hazırlamaktır. Eski cezaevlerinde mücrim, sadece kapalı bir şekilde cezalandırılırdı. Halbuki yeni sistemin esaslı vasıfları suç üzerinde araştırma yapmak, suçluya sanat öğretmek, hasta ise tedavi etmek, kısacası kapalı cemiyette müstahsil bir unsur haline getirmektir.”
Görkemli açılışın görkemli konuğu, İstanbul Valisi ve Belediye Başkanı Doktor Lütfi Kırdar’dır. 1943 yılında Galatasaray Lisesi’nde yapılan ilk cezaevleri sergisi bir atölye olmuş; şimdi ikincisi yapılan sergiye umulandan fazla katılım sağlanmıştır. Serginin yapıldığı alanın duvarları özlü sözlerle ve resim akademisinde eğitim almış ressamların usta tablolarıyla süslenmiştir. Örneğin Müstecaplıoğlu’nun, sergi duvarına yazılan: “Burada göreceğiniz her şey, renk, ışık, fikir ve eşya tekrar hürriyetine kavuşmak ve cemiyete yararlı olmak isteyenlerin eserleridir” vecizesi, bazı gazeteciler tarafından hazırlanan haber metinlerinde kullanılmıştır.
Yapılan cezaevleri sergisinin geçen yıl yapılandan bir farkı daha vardır: Bu kez kadın mahkûmlar da hazırladıkları eşyalarla sergiye katılmışlardır. Ayrıca serginin satış birimi dahil, diğer tüm işleri yine mahkûmlar tarafından görülmektedir. Halkın büyük ilgi gösterdiği sergi için birçok gazete şöyle yazar:
“… burada teşhir edilen eşya umumiyet itibarıyla gerek malzeme ve gerek işçilik bakımından gayet temiz ve ucuzdur. Isparta’da mahkûmlar tarafından yapılan halılar, Bursa’da yapılan kumaşlar ve hamam takımları, Sinop Cezaevi’nin ceviz mamûlatı, tabakalar vesaire, Ankara Cezaevi’nin kunduraları, İmralı dokumaları, İstanbul Cezaevi’nin kadınlar kısmının yaptığı yün işleri, kürkler vesaire serginin en muvaffak eserleri arasındadır.” (Vakit gazetesi, 6 Ağustos 1944, Yıl: 27, Gazete Yayın no: 9509)
Sergilenen ürünler hakkında, aynı tarihli Akşam gazetesinde yayınlanan kısacık bir haberden biraz daha ayrıntılı bilgilere ulaşırız. Örneğin; frenk gömleği 525 kuruş, atlet fanila 105 ilâ 158 kuruş arası, pijamalık kumaş 132 ilâ 168 kuruş arası, 30 liraya bir kat takım elbise ya da 19 ilâ 32 lira arasında değişen fiyatlarda da ayakkabılar satıldığı gibi… (Akşam gazetesi, 6 Ağustos 1944, s. 3)
Emeğini ortaya koyarak ‘toplumun mikropları’ olmadıklarını kanıtlayan mahkûmların bu girişimi büyük takdir kazanır. Toplum bir kez daha; yerleştirdiği namus, onur, üretim ilişkilerinin parçası olarak insanlaşmak ya da emeğinin temiz toprağına damlayan terine ekmeğini banıp yiyen mahkûmların büyük insanlığına bakarak, bu kültürün yaratıcısı Mutahhar Şerif’i hatırlar.
Çok geçmeden, usta gazetecilerin köşe yazılarında karşımıza çıkar Cezaevleri Sergisi.
“Türkiye’deki cezaevlerinin ikinci sergisi bu sefer İstanbul Gazinosu’nda, birincisinden daha mânâlı bir tertiple açıldı. Hapishanenin, hürriyeti dört duvar arasına alan cemiyet dışı bir müessese, mahkûmları karanlık ve loş izbelerinde çürüten bir zindan olduğu hakkındaki umumi kanaat, ikincisini halkın merak ve hayretle seyrettiği Cezaevleri Sergisi ile bir kere daha değişmiştir.
Mahkûmlardan birinin kendi eliyle yaptığı eski ve yeni hapishane arasındaki farkı gösteren tablo bu serginin mânâsını daha kolay kavramamıza yardım ediyor. Cezaevi, nasılsa yolunu şaşırmış, kanuna, nizama aykırı gitmiş vatandaşın cemiyet içinden alınıp karanlık odalarına tıkıldığı bir işkence yeri değildir. Yeni mânâsında cezaevi, bilakis bu bahtsız vatandaşı tekrar cemiyete faydalı, kanunlara, nizamlara riayet eden bir unsur haline getirmek için kurulmuş bir mekteptir. Orada birçok suçların anası olan işsizlik ve tembellikle mücadele ediliyor.
İkinci cezaevi sergisinde cezaevlerimizin kısa zamanda nasıl hummalı birer işevi haline geldiğini görmek kabildir. Bütün cezaevlerimizi birer iş yurdu haline getirdiğimiz gün adlî inkılâbımızın en mühim hamlesi başarılmış olacaktır.
İş zevkini tadan suçlunun cemiyete yararlı bir adam olarak dönmek arzusunu sergiyi gezerken size hizmet eden mahkûmların yüzlerinden okuyacaksınız.” (Akşam gazetesi, 9 Ağustos 1944, Çarşamba, Yıl: 20, Gazete Yayın no: 9271, s. 2, Şevket Rado’nun “Sözün Gelişi” adlı köşesinde yazdığı “Cezaevleri Sergisi” başlıklı yazı)
Birkaç gün geçmeden, başka bir usta gazeteci de sergiyi överek göklere çıkarır. Rado’nun atladığı bir vefa borcunu, bu kez onun yazısında içimiz serinleyerek okuruz.
“Tereddütsüz iddia olunabilir ki, Cumhuriyet adliyesinin en muvaffak eseri cezaevleri ıslahatıdır (…) Hapishaneyi ıslah müessesesi haline evvelâ Almanlar ve Amerikalılar getirdiler. Bu iki ileri memleketin cezaevlerini görenler İmralı’da hayrete düşmüşlerdir. İmralı, cemiyetin arasından fırlatıp attığı bedbahtlar için öyle bir inbik oldu ki, bunların günahları bir posa gibi zindan-hapishanelerde kaldı, ruhları yıkandı, suç işlemeyi itiyat haline getirenler bile burada, bu yeni insan atölyesinde kalıba girdiler (…) Meydancılarıyla, eroini, esrarı, meskenetiyle eski hapishanelerin bu gayeyi tahakkuk ettirmelerine imkân yoktu. Bir çalışma hayatının yaratılmasına, bu faaliyet arasında mahkûmların miskinliğin verdiği melankoli, menfi ve muzır düşüncelerden sıyrılmalarına, bu arada yekdiğerine karşı emniyet, sevgi ve saygı ile bağlanmalarına ihtiyaç vardı. Bu iş yapılmıştır. Bunu, İmralı’da, gezdiğim cezaevi atölyelerinde, son olarak da Cezaevleri Sergisi’nde memnuniyetle görmüş bulunuyorum. Cezaevleri Sergisi, yalnız sergicilik bakımından mütalea edilmemelidir. Bu, bir adlî inkılâbın, değişen bir ceza sisteminin müspet neticelerini tesbit eden bir eserdir.
Tevfik Pars ismindeki sanatkâr genç bir mahkûmun, sergi yerinin sahnesinde canlandırdığı sembolik dekor bunu ne güzel gösteriyor. Bir tarafta eski cezaevini, diğer tarafta yeni cezaevini bütün atmosferiyle görüyoruz. Sonradan arkamızı döndüğümüz zaman da artık benimseyebileceğimiz vatandaşlar olarak dün nefret ettiklerimizi yeniden yaratılmış birer insan olarak buluyoruz.
Bu inkılâbı Adliye Vekili iken Saraçoğlu yaptı. Sayın Saraçoğlu’nu, ondan sonra Adliye Vekâleti makamına oturan ve bu inkılâbı yürüten bütün vekilleri (…) aynı zamanda eski Cezaevleri Umum Müdürü Mutahhar’la, Esat Adil’e hepimizin teşekkür ve tebrik borcumuz vardır.” (Son Posta gazetesi, 14 Ağustos 1944, Pazartesi, Yıl: 15, Gazete Yayın no: 5038, s. 6, Nusret Safa Coşkun’un “Size Nasıl Gelirse” adlı köşesinde yazdığı “Cezaevleri Sergisini Gezerken” başlıklı yazısından alıntı)
Gerek Şevket Rado, gerekse Nusret Safa Coşkun, genç bir mahkûmun yaptığı eserden özellikle etkilenmiş olmalılar, Tevfik Pars adlı bu mahkûmun, eski ve yeni cezaevini gösteren eserinden! Merak ettik ve bu eserin peşine düştük. Karşımıza kocaman, tuhaf ve biraz da gülünç bir hikâye çıktı.
Vakit gazetesi muhabiri Nihat Pınarlı, serginin direktörü Esat Adil Müstecaplıoğlu’yla sergi hakkında bir söyleşi yapmak için kendisini ziyarete gider. Pınarlı’nın oldukça ayrıntılı hazırladığı yazısından, sergiye ait çok şey öğreniriz. Örneğin; sergiyi ilk gün 7456, ikinci gün 4543, üçüncü gün ise 3685 kişinin ziyaret ettiğini ve ilk gün 3759, ikinci gün 25500, üçüncü gün ise 3040 liralık satış yapıldığı gibi… Peşinde olduğumuz genç mahkûm Tevfik Pars’ın hikâyesi de bu yazının ayrıntılarında karşımıza çıkar.
“Salonun iki tarafı muhtelif cezaevlerinde mahkûmların yaptıkları ve bugün bizzat kendileri tarafından satışa arzedilen muhtelif cins eşyaya tahsis olunmuştu. Burası, İstanbul kadınlar cezaevinde yapılan kürkler, örme bluzlar, Bursa dokumaları, Sinop ceviz oymaları ve tahta işleri, Ankara cezaevi kunduraları ve kırtasiye eşyası, çocuk oyuncakları, çamaşırlar, pijamalar ve kumaşlarla doludur.
Salonun nihayetindeki sahne canlı tablo olarak Tevfik Pars tarafından muvaffakiyetle tertip edilmişti. Sahnede insanlar yerlerini dekupaj olarak yapılmış resimlere vererek eski cezaevi ile yeni cezaevi canlandırılmıştır. Burada en çok ehemmiyeti olan nokta perspektif kaidelerinin gözönünde tutulmasıdır.
Birinci tablo eski cezaevlerindeki dahili hayatı temsil etmektedir. Ön planda kumar oynayanlar görülmektedir. Bunların ortasında kumarın manosunu toplayan bir kabadayı vardır. İkinci planda esrar çekenler,son planda kumarın ve içkilerin neticesi olarak zindana düşen mahkûmların feci halleri görülmektedir.
Sahnenin ikinci tablosuna gelince, buradaki mahkûmların gözlerinde aşikâr bir canlılık vardır. Çalışmanın zevkinden duyulan neşe yüzlerinden okunur. Ön planda cezaevlerine tatbik edilen kültür sistemi temsil ediliyor. Bugünkü cezaevlerinde muntazam birer kütüphane bulunmakta ve mahkûmlar bunlardan istifade etmektedir. Tablonun ikinci planında üç kişilik grup cezaevlerindeki iş prensibini gösteriyor. Onun arkasındaki planlar İmralı adasının hariçten görünüşüdür. Bir tarafta araziyi sabanla süren bir mahkûm görülmektedir (…) Çift sürenin karşı tarafında yine bir mahkûm koyunları güdüyor (…) Bu canlı ve muvaffak tabloları yapanın kim olduğunu sordum. Beni orta boylu, siyah elbise giymiş bir gençle tanıştırdılar: Muharrir ve ressam Tevfik Pars!”
Ressam olduğunu sandığımız Tevfik Pars adlı genç mahkûmun şimdi bir de muharrir (*yazar) olduğunu öğrendiğimizde, onu daha da merak ettik. Yazarmış ya, ne yazmış acaba? Öyle ilginç bir hikâye anlatmaya başlar ki Tevfik Pars, iki elimiz çenemizin altında onun ağzına bakakalırız.
“Ben bir roman yazmak istedim. Fakat romanımın mevzuusunu gelecekten almayı tasarladım. Son derece mağrur, muhitin en güzel delikanlılarına istihfafla bakan, bindiği hususî otomobille gönülleri birbirine katan, memleket dışında dahi kendine büyük bir sükse yapmış olan zengin bir kızla tanışmak ve onu elde etmek… Mevzu budur. Bu mevzuya başlarken kahramanlığı bizzat üzerime aldım. Bu kızı elde etmek için yaptığım bütün hareketleri günü gününe romanıma geçiriyordum (…) Sahneler devam ettikçe kendime soruyordum: “Bu roman acaba nasıl bitecek, nerelere sürükleneceksin?” Neticede bahsi geçen kızla tanışmak için onun arkadaşlarından birini vasıta olarak elde etmiştim. Gariptir ki bu vasıta olacak kadın bir çılgın gibi beni sevmeye başladı. Kendisi evliydi ve çocukları vardı (…) Katiyyen ümit verici bir harekette bulunmuyordum. Vaziyetin gittikçe bir faciaya sürüklendiğini hissttiğimden bu kadını kendimden uzaklaştırmaya karar verdim. Fakat bu kararı tatbike imkân bulamadan kadının bir akrabası tarafından takip edilerek beraber bulunduğumuz bir sırada yakalandık. Onlar tabi mevzuyu bilmedikleri için beni kadının âşığı zannettiler ve üç kişi oldukları halde üzerime hücum ettiler. Sahne mühimdi, kendimi müdafaa etmeye kalksam romanım mevzusundan ayrılarak şahsi bir hırs peşinde koşmuş olacaktım. Bunun için romanım icabı dayak yemek rolünü üzerime aldım. Bu dayak vakasından bende husule gelen iki iz vardı: Biri gözümün altında siyah bir leke, diğeri de bozulan kravatım!
Bu vakadan birkaç gün sonra (…) bahsi geçen zengin ve güzel kız, bir gazinoda oturduğum sırada, hiç beklemediğim bir vaziyette masama kadar geldi. “Sizinle biraz görüşmek istiyorum. Lütfen dışarı kadar gelir misiniz?” dedi (…) Kendisini takip ettim. Dışarıda uzun, gri bir otomobil ve onun son derece hürmetkâr şöförü bekliyordu. Görüşecek hususî bazı şeyleri olduğundan şöyle bir gezinti yapmamız teklifinde bulununca, bir anda birkaç gün evvel maruz kaldığım âni baskın ve dayak yeme hadisesi gözümde canlandı. Kendisine verdiğim cevap şu oldu: “Müsaade ederseniz bu görüşmeyi yarın için herhangi bir saate bırakmanızı rica edeceğim.” (…) İtaat etti; “Yarın sizi telefonla buradan ararım öyleyse” dedi… Ayrıldık.
Ertesi gün teşkilâtı kurarak bu kızın davet edeceği her yere gitmeye karar vermiştim. Bu kadar mükemmel bir kızın herhangi bir dayağa alet olabileceğini hiç zannetmiyordum (…) Telefonda şöyle diyordu: “Sizi apartmanımda, bulunduğum katta bekliyorum. Fakat rica ederim, yalnız geliniz!” Bir tereddüt anı geçirdikten sonra cevap verdim: “Geliyorum; fakat bulunduğunuz dairede sizden başka kimse olmayacak.” Telefonu kapayarak arkadaşlarımın yanına gittim. Onlar ben bir tecavüze uğrarsam imdadıma koşacaklardı.
Nihayet apartmana girdim. Genç kız elimden tutttu, beni mükellef salonun bir köşesine doğru götürdü (…) Aramıza koymak istediğim kadının beni son derece sevdiğini ve birkaç gün evvel kadının bir akrabasıyla aramızda geçen vaka dolayısıyla çok üzüldüğünü anlattı. Benim bu kadınla aramızı bulacağını, bütün meseleleri forsunu kullanarak (çözeceğini) vaadediyordu.
Ona her şeyi anlattım. Beni birleştirmek için ısrar ettiği kadının benim kendisiyle tanışmam için tarafımdan konulmuş bir vasıta olduğunu öğrendiği zaman gözleri büyüdü ve elini ağzına kapayarak birkaç adım geriledi. “Bu bir trajedi!” kelimesiyle cevap verebildi.
Araya vasıta olarak koyduğum kadının akrabası, gösterdiğim lâkaydiye dayanarak kazandığı dövüş muvaffakiyetini aleyhime mübalağalı bir şekilde reklam etmekteydi. Bir gün romanın mevzusunu bir kenara bırakarak, şahsiyetimi korumak mecburiyetini hissettim. Kendisiyle ilk tesadüf ettiğim yerde dövüştük. Fakat netice hiç de benim istediğim gibi çıkmadı. Hasmım birkaç dişi dökülerek bazı yaralar almıştı. İşte bunun neticesi olarak sekiz aylık bir mahkûmiyetle cezaevine düştüm.”
Tevfik Pars bu noktada susunca, şaşkın ve tatlı tatlı gülümseyen gazeteci sorar: “Bu neticeden sonra romanınıza bitmiş gözüyle bakabilir miyiz?”
Belli ki, macera tutkunu genç henüz akıllanmamıştır.
“Evet, mevzusunu gelecek hadisattan almak tasavvuruyla başlanan bu romanın kahramanını hatırdan geçmeyen acı hakikatlere srükleyebileceğini görmüş olmak bakımından belki bitmiş gözüyle bakılabilir. Fakat zannediyorum ki, bütün bu hadiselere rağmen (romanıma) son çizgisini çektirecek sayfalar beni bekliyor.” (Vakit gazetesi, 12 Ağustos 1944, Cumartesi, Yıl: 27, Gazete Yayın no: 9515, ss. 1 ve 5)
18 Ağustos 2024 / Devamı var