“Gerçek vardır; yalnızca yalanlar icat edilir.” der Fransız ressam ve heykeltıraş Georges Braque.
Gerçek ne peki?
Mutlak gerçek mi, yoksa inandırıldıklarımız mı?
Saçma değil, insana özgü bir...
“Gerçek vardır; yalnızca yalanlar icat edilir.” der Fransız ressam ve heykeltıraş Georges Braque.
Gerçek ne peki?
Mutlak gerçek mi, yoksa inandırıldıklarımız mı?
Saçma değil, insana özgü bir sorudur bu.
Güzeldir de…
İnsan olmanın gerekliliğidir bence. Hayvan, bitki soramaz bunu.
Din konuşmak, yazmak çoğu zaman riskli olsa da ha’di bugün o riski alalım, din konuşalım. Hem de gerçek kavramı, biraz da öyküleyici tarih üzerinden…
Uzun süredir dinler tarihi okuyorum. Özellikle Peygamberimiz Hz. Muhammed dönemi… Siyer yani.
Araştırıyorum. O dönem sosyal hayat nasıldı? Hangi durumlarda savaş farz oldu?
Kuran’ın Türkçe açıklamasını zaten sürekli okuyorum. Bin 400 kusur sene önce bir kum okyanusuna inmiş bir kitap.
Gelişigüzel değil, anlaya anlaya, sindire sindire, tekrar tekrar…
Örneğin bir defa Müminun suresini okumak, Müminun suresini okumaktır. Ancak üçüncü, beşinci, bilmem kaçıncı defa okuyunca başka derinlikler çıkıyor karşınıza. Hal böyle olunca inandığım bazı doğrular da başka bir forma girmeye başladı.
Sonra, bir de çevremin hayatı algılayış biçimine, inançlarına, kutsallarına bakıyorum.
Kitap bizi çözmüş ancak biz çözebilmiş miyiz, orası tartışılır.
Örneğin, putperestliği yanlış anladığımızı düşünüyorum. Ya da yanlış anlatıldığını…
Tıpkı kız çocuklarını diri diri toprağa gömmenin bir Arap geleneği değil, konunun sosyoekonomik bir boyutunun olması gibi…
Özellikle İslam öncesi Mekke’deki putperestler, alçıdan, tahtadan yapılmış putlara tapmıyordu bence.
Kuran’ın ifadesiyle Allah’ın yerine ve yanına ilahlar eklemişlerdi.
Allah’a inanıyorlardı. Zaten müşrik olabilmek için Allah’a inanmak zorundasınız. Kuran’da “Rabbimiz” diye dua eder müşrikler.
Önderlerini, ileri gelenlerini, atalarını put yapmışlardı.
Güce, otoriteye, paraya tapar hale gelmişlerdi.
Hayatlarının o kadar merkezine koymuşlardı ki liderlerini, onlar hata yapmazlardı. Bir başka ifadeyle kusursuzdular, eleştirilemezdiler.
Bir kusursuz varsa, bir eleştirilemeyecek varsa o da Allah’tı. O günkü asıl tartışma buydu.
Gelelim bugüne…
Bugün de eleştirilemez dediklerimiz yok mu?
O dönem müşrikler kurban kesiyor, Kabe’yi tavaf ediyor, oruç tutuyorlardı.
Bunlar vardı, olmayan şey sosyal adaletti.
O günkü tartışma “Allah var mı, yok mu?” gibi teolojik bir tartışma değildi.
İnanıyorlardı. Hatta Hz. Muhammed’in nübüvvetinin ilk yıllarında Araplar’ın içinden bir peygamber çıkması hoşlarına gitmişti.
Ta ki, Kuran emirleri bir bir gelmeye başlayıncaya kadar…
Ne zaman “Malını ihtiyacı olanla paylaşacaksın”, “Köleleri serbest bırakacaksın”, “Kadınları mal gibi satmayacaksın”, “Hayvanlara kaldıramayacağı yükler yüklemeyeceksin” emirleri gelmeye başladı, işte orada dananın kuyruğu koptu.
Gelelim bugüne…
Bu gün sosyal adalet var mı?
Gerçek deyince benim aklıma şu sahne geliyor:
Diyelim 20 yaşında bir gençsiniz. Bir gün kapınız çalıyor. Kapıdaki kişi sizin gerçek anneniz olduğunu söylüyor. İnanamıyorsunuz ama gerçek çıkıyor.
Son sözüm, benim gibi ahirete inananlara.
Asıl büyük gerçek ahirete varınca karşımıza çıkacak.
Benim itikadıma göre, “İyi bir insan olabilmiş miyiz”, Allah ona bakacak.
Selam iyi insanlara…