“Sensizliğin acısını, sen nereden bileceksin... 

Sen hiç sensiz kalmadın ki!”

İlkokuldaydım. Siyah-beyaz televizyonun alt rafında; uzun, yassı, düğmesi sağa çevrilip çıt diye açılan, açık olduğunda tek ışığı yanan, istasyonları başparmağımla taradığım radyomuzda dinlemiştim bu şarkıyı.  

‘Eskiler mi güzeldi, eskiden mi güzeldik’ lakırdısı şöyle dursun, İlhan İrem’in bu şarkısı benim için çok güzeldi. Ve hep güzel kalacak. 28 Temmuz, aramızdan ayrılışının yıldönümü. Müzik dünyasının romantik prensini rahmetle anıyorum. 

Genelleme doğru olmaz ama teknoloji ve modern zamanların sonucu olarak yeni neslin eskilere bakışı; sıkıcı ve sahte. Eskilere göre de yeni nesil, aceleci, çok zeki, mekanik ve acımasız.

‘Hangisi doğru, hangisi haklı?’ değil konu. Konu saygı…

‘Benzemez kimse sana, tavrına hayran olayım’daki tavır…

‘Hayatta hiçbir şeyim az olmadı senin kadar, hiçbir şeyi istemedim seni istediğim kadar’daki arzu…

Yapay zeka, transhümanizma, nesnelerin interneti, artırılmış gerçekliğin gibi yeni kavramların dünyamızı kuşattığı dünyada, evet eskiler sıkıcı olabilir ama saygılı.
“Saçın yüzüne değse tenini kıskanırım” sözüne karşılık “Kes palavrayı oğlum, oda numaram 32” diyen bir anlayışa saçma, hatta aptalca gelebilir ama eskiler kıymetliymiş. Kadın kıymetliymiş, erkek kıymetliymiş, aşk kıymetliymiş. ‘Ulaşamama’ diye bir kavram varmış. İnsanlar sevdiğine kavuşamadığı için verem oluyormuş. Odasının ışığını yandığını görünce mutlu olan bir kalpten söz ediyorum.
‘Gir kalbime, gör kendini’ cümlesindeki saygıya bakar mısınız!

Neden mi saygı? Saygı demek, önemsemek demektir. Önemsediklerimiz için çaba harcarız. Bu özel kelimeleri seçmek, kalplere nüfuz eden derin bir cümle kurmak çaba gerektirir. 

Kıymetliymiş. Yalan da olsa kıymetli. Olsun, yalan olsun. Neyimiz gerçek ki… Hangi duygumuz gerçek kaldı ki şu tüketim toplyumunda. Bu koşuşturma içinde aldığımız, bana göre bize zorla verilen anlık doyumlar mı gerçek? 

Konu başka ama tiyatroyu da işte bu yüzden seviyorum. ‘İnsanı insana insanca anlatan’, iyi hayat oyuncularına, “Bakın, siz oynuyorsunuz” diyen bir sanat olduğu için seviyorum. 

Çok hızlıyız. Hızlı yaşıyoruz. Şehirde yaşamanın bedeli olsa gerek çok aceleciyiz. Biz koşarken yanımızdan geçen güzellikleri göremiyoruz. Renkleri, melodileri, ayrıntıları, şekilleri kaçırıyoruz. Bu koşuşturma sadece beslenmek ve üremeye dayalı bir hayatla karşı karşıya bırakmıyor mu bizi? Çok gelişmiş bir havyan olarak yaşayıp hayata öyle veda edebiliriz ancak insan olmayı gerektiren bazı kavramlardan bizi uzaklaştırmıyor mu?

Biraz özümüze dönsek de saygı çerçevesinde şu üç günlük dünyadan lezzet alabilsek mi?

Biraz yavaşlasak mı acaba!