Sivas Katliamı’nın 30’uncu yılında “Ölümden Ömür Çalanlar” adlı şiir kitabıyla Madımak Oteli’nde yakılan ozanları anlatan Ataş, bu acıyı unutmamanın sorumluluk olduğunu söyledi.
Sivas Katliamı’nın 30’uncu yılında “Ölümden Ömür Çalanlar” adlı şiir kitabıyla Madımak Oteli’nde yakılan ozanları anlatan Ataş, bu acıyı unutmamanın sorumluluk olduğunu söyledi.
Araştırmacı-şair Ali Ekber Ataş, 2 Temmuz 1993’te Sivas’ta Madımak Oteli’nde yakılan 33 aydını “Ölümden Ömür Çalanlar” kitabında şiirle anlattı. Katliamın 30’uncu yıldönümünde yayımlanan kitapta katliamı oluşturan atmosfer hissediliyor. Ataş’la kitabı nasıl oluşturduğunu ve kendisindeki Sivas’ı konuştuk. Ataş, “Vicdanlı biriyim evet. Vefalıyım, bunu kimseden saklamak gibi alçakgönüllük de göstermeyeceğim. Ben devrimci muhalif birisiyim. Bu ülkede olup biten her şeyden sorumlu olduğum gibi benim yüreğimi acıtıyor” dedi.
Sevgili Ali Ekber, Sivas Katliamı'nın üzerinden 30 yıl geçti ve sen 30'uncu yıla şiir kitabıyla giriyorsun. 30 yıldır biz bu katliama dair ne yaşadık ve ne biliyoruz?
Bu soruya hangi bağlamda bakarsak bakalım, hangi anlam derinliğinde yorumlarsak yorumlayalım, hep, hep eksik kalacağız. Zira, ciğerlerimizden koparılıp küle döndüren 33 parçanın her birinin sorumluluğunun gölgesi hep üstümüzde olacak. Çünkü Pir Sultan kadar halkı tanımadığımızı, yaşayarak bir kez daha öğrendik. Eğer Pir’im halkını tanımamış olsaydı, “Divana Kalsın” şiirinin ilk ve son dörtlüklerini böyle yazmazdı:
Ben de şu dünyaya geldim giderim
Kalsın benim davam divana kalsın
Muhammet Ali'dir benim vekilim
Kalsın benim davam divana kalsın
(…)
Pir Sultan Abdal'ım dünya fânidir
Giden adil beyler gelen ihvandır
Kırkların divanı ulu divandır
Kalsın benim davam divana kalsın
Bu dizeler, niye geldiğini, ne yapmak istediğini, ne yaptığını, yapamadıklarını bilen bir ozandan bize bir ders. Tanıyordu halkını, tanıyordu egemenleri, kendini biliyordu. Bile bile bile kavgasını verdi ve güle güle ölüme gitti. Hikâyeyi herkes biliyor. Herkesin attığı taştan şikâyet etmez de Pir Sultan, müsahibinin attığı “gül”den incinir ve bu dizeleri bırakır yaşanananın tek belgesi olarak:
Şu ellerin taşı hiç bana değmez
İlle dostun gülü yaralar beni
Şimdi soruya dönersem. Bizim bu katliama dair yaşadıklarımız da bildiklerimiz de, eskilerin demesiyle, özellikle Aleviler için, “tarihin tekerrürü”dür. Ne yaşadıklarımız ne bildiklerimiz aklımızı başımıza getirdi, getirmeyecek de bundan sonra. Katliamın ilk beş yılı davanın peşini bırakmayanlarla inanılmaz mücadeleler verildi. Yayınlar yapıldı, kitaplar yazıldı, oyunlar yazılıp tiyatroları oynandı, şiirler yazıldı, türküler yakıldı. Ama ne olduysa beşinci yılın ardından derin bir elden çıktığına inandığım, önce “Sivas’ı Unutma, Unutturma’” ardından, albenisi abartılarak yaygınlaştırılan “Unutma UnutMADIMAKaklımda” seçme saçmalığına dönüştürülüp kulaklara fısıldandı. Ve meydanlarda beş yıl boyunca “Sivas’ın hesabı sorulacak!” sav tarih olup uçtu. İnancımız, bir romantizme büründürülüp “beyaz eylemler”e dönüştürüldü; suya sabuna dokunmayan. Hayır diyorum buna! Suya sabuna öyle dokunulacak ki, fabrika atıklarının kirlettiği sulardan beslenen ağaçlardan ya da ithal sav sözlerden arınmış bir başkaldırının sesini söyleyecek sözlerime dönmeliyiz. Meydanlara çıkıp haykırmalıyız. Gözelerimize, derelerimize, kaynaklarımıza dön-me-li-yiz…
Burada, Ankara Barosu’nun; özellikle Ankara Baro Başkanları, Av. Sadık Erdoğan, Av. V. Ahsen Coşar, Av. Metin Feyzioğlu, Av. Şenol Sarıhan’ın, Ankara Baro Merkez Başkanı Özgün Şimşek ve Yönetim Kurulu üyelerinin, katliamın davası boyunca savunmanlıklarını yapan bütün avukatlara teşekkür etmek isterim. Olağanüstü bir eser bıraktılar ki gelecek kuşaklara. Bu katliama göz yumanların suçlarını aklamaya çalışanların mahkeme tutanaklarından oluşan “DAVA DOSYASI” adıyla dört ciltte kitaplaştırdılar. Ayrıca, Av. Şenol Sarıhan’ın hazırladığı ve Ankara Barosu Yayınları arasında yayımlanan iki ciltlik, üç baskı yapan SİVAS KATLİAMI kitapları umudumuzun kıvılcımı oldu, olmayı sürdürüyor…
Sözün özü, sorduğun sorunun “…. ne yaşadık ve ne biliyoruz?” yükleminin cevabı olarak, duyarlı her vatandaş bir şeyleri biliyor. Bizzat yaşayanların dışında şu ya da bu şekilde katliamla ilgili yapılan etkinlikler bağlamında da katliamın acısını haykırdılar, yaşarcasına. Ama bu yetmiyor sevgili dostum.
Yaptığımız hiçbir şey, bu katliama seyirci kalmamızın suçunu bağışlatmaya yetmez hepimize. İki yalanla bir araya gelip 120 insanı katledenler kadar cesur olup, Ege’den, Karadeniz’den, Marmara’dan, Akdeniz’den, Karadeniz’den, Doğu ve Güneydoğu’dan, İç Anadolu’dan biz ilericiler, devrimciler akın akın Sivas’a o çöl yaratıkları katledebilirler miydi 33 CANIMIZI?
Katliamın 30. yılında benim de sorum bu olsun!…
Sen şiirde de araştırmada da vefa insanısın. Bu şiirleri daha önce yazmış olduğunu biliyorum. Peki Sivas temalı bir kitap haline getirmek fikri nasıl oluştu?
En son diyeceğimi baştan diyeyim, sonra devam edeyim. Çukurovalı Homerosumuz Yaşar Kemalimizi de anarak, onun Demirciler Çarşısı Cinayeti’nden belleklerimize kazınan o güzel sözünü bir kez daha yineliyeyim:
O iyi insanlar, o güzel atlara binip çekip gittiler. Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık…
Bu bizi insan yapan ya da Yunus Emre’nin şu dörtlüğünde dile getirdiği insana ulaşmamızı sağlayan en büyük erdemlerimizin başında geliyor. Şöyle diyor Yunus Emremiz:
İlim ilim ilmektir
İlim kendin bilmektir
İlim kendin bilmezsen
Ya nice okumaktır
Bu diyalektiği kavrayamayan us, us değildir. Önce bunu kendimize öğretmemiz gerek. Bunu öğretebilmemiz için de, kendimizdeki “insanı ne kadar tamamlayabildik?” sorusunun cevabını kendimize vermemiz gerek. Yaşamın gerçeğine, Türkiye gerçeğine dönersek bu sorumuzun yanıtını henüz tam olarak verebilen olduğunu görmedim. Buna, kendimi başa koyarak söylüyorum. Eğer öyle olsaydı seninle demokrasimizi daha “nasıl ve ne şekilde geliştirebilirdik” sorusuna yanıt arıyor olacaktık. Demek ki o düzeye henüz gelememişiz. Kendi adıma konuşuyorum bunları.
Vicdanlı biriyim evet. Vefalıyım, bunu kimseden saklamak gibi alçakgönülllük de göstermeyeceğim. Ben devrimci muhalif birisiyim. Bu ülkede olup biten her şeyden sorumlu olduğum gibi benim yüreğimi acıtıyor. Yaşananlar karşısında nasıl vicdansız ya da vefasız kalabilirim ki? Biliyor musun, annemden bana geçen en güzel üç özelliği oldu onun:
Vicdan, vefa ve sevgisidir…
Ben dünyaya, kin duymak ya da kin kusanlara karşı susmak için gelmedim. Ne annemden ne babamdan ne kız kardeşlerimden ne de abilerimden böyle bir şey öğrendim. Öğretmenlerimden asla..
Vicdanımın sesiyim. Ben bu coğrafyanın doğurup da dünyaya armağan ettikleri devrimcilerin soyundanım:
Dünyanın ilk sosyalisti (proto-sosyalisti) Mazdek’ten Babek’e, Mansur’dan Nesimi’ye, Bedrettin’den Pir Sultan’a; Deniz, Yusuf, Hüseyin, Mahir, İbrahim, Ömer, Sinanlar’dan Kahramanmaraş’a, Çoruma, Sivas’a, Madımak’a…
TÜRKÜLER YANMAZ’IN USTASI
Kitap yakılan insanları anlatıyor ama yine de girişte bir ithaf göremedim. Nedeni nedir dostum?
Bu tamamen bir dalgınlık, boşluğa düşme. Şu sıralar, bir yanda, dediğin gibi Sivas Madımak Katliamı şiirlerini kazırladığım “Ölümden Ömür Çalanların Türküsü” kitabıma, Sivas Katliamı’nı anlattığım “OYYYYYYY MADIMAK” kitabım, yine ikinci cildini baskıya hazırladığım “Nil Geçer Gözlerinden”in ikinci baskısı ile Enver Gökçe’ye adadığım “Enver Gökçe’ye Bir Erzincan Destanı” şiir kitaplarım, öte yandan da daha önce bitir yayınevinde teslim ettiğim iki ciltten oluşan “Zamanı Mülk Edinmiş Anılar I-II” ile otuz beş yıllık sanat ve öğretmenlik yıllarımın çalışması diyebileceğim, benim de çok beğendiğim “Kıssadan Hissiler” kitaplarının arasında pinpon topu gibi dolaşmaktan zihnim darmaduman oldu. Oysa ben, “Ölümden Ömür Çalanların Türküsü” kitabımı, kendisini yüz yüze tanımadım ama talihsiz bir trafik kazasında kaybettiğimiz sanatçı dosta, “Türküler Yanmaz” eserinin söz yazarı ve bestecisi” Alaaddin Us’a adamıştım. Fakat, çok büyük bir unutkanlığımın sonucu bu adamışlığı yazmayı ihmal ettim. Umarım kısa sürede kitabın ikinci baskısı olur, o zaman hak yerini bulur…
Söz Alaaddin Us'tan açılmışken Sivas Katliamı epeyce şarkı oldu, ağıt oldu. Sanat, Sivas'a dair üzerine düşeni yaptı mı?
Katliam sonrasındaki gelişmelere baktığımızda, gerçekten de hem bireysel hem kurumsal yapılarıyla sanatçılar ve sanat kurumları, Sivas Katliamı konusunda çok duyarlı oldular bu süreçte. Fakat mesele, duyarlılıkla kendisini ortadan kaldırmıyor. Daha da kötüsünü yapıyor. Çağımız koşullarına baktığımızda hem ülkenin iç dinamikleri hem dış dünyanın dayatmaları iyiden iyiye tek kutuplu, küresel bir leşe döndürdü dünyayı. Bu konuda yerli işbirlikçilerini hem iyi besliyorlar hem de işbirlikçilerin iş bitiricilikleri konusunda ellerine su dökecek bir başkalarının çıkacağını sanmıyorum.
Ülkemiz bağlamındaki sistem sorunu, emperyalist dünyadan ya da dünyanın, başında İngiliz Kraliyet ailesinin devleti ve bir avuç emperyalistin idare etmesinden hiç bağımsız değil. Bu bağlamda sanat/sanatçı ve sanat kurumları, her ne kadar tüm olanaksızlıklarıyla bu olup bitenlere karşı savaşımcı bir ruhla müdahil olsalar da, sisteme karşı sınıfın, yani emekçilerin bütünlükçü olmayan örgütsüzlüğü, daha anlaşılır dersem, her aklına koyanın kendi rengini çoğaltmaya kalktığı bir düzende, sanat, sanatçı ve sanat kurumları da paylarına düşeni alıyorlar. Sanatımızın, bağımsızlıkçı ve özgürlükçü yapısını geliştirip dönüştürecek bir “koruyucu sınıf” olmaması en büyük eksiklik. Bundan ötürü de kitlesel bir başkaldırı ya da örgütlenme yerine, dar çevre gruplaşmaları ya da bizim gibi yel değirmenlerine savaş açmış Don Kişotçu bir ruhla bir şeyler yapmanın kavgasını verenler oluyor…
Bakalım…
ASIM BEZİRCİ’NİN AYDINLIĞI
Senin yaşamında çok özel bir yeri olan Asım Bezirci'yi de orada kaybettik. Onun hakkında neler söylemek istersin?
Vedat Günyol hayatımda ne ise Asım Bezirci de odur. Asım Bezirci, Türk Edebiyatı’nda “nesnel eleştiri”yi (bilimsel de diyebiliriz) kuramlaştıran, deyim yerindeyse Türk Edebiyatı’nın karıncasıydı. 951 Tevkifatı’ndan 1969 yılına kadar geçen on sekiz yıl boyunca Enver Gökçe adına, kaleminin mürekkebini damlatmayan nicelerine karşın o, Gökçe’nin dergi sayfalarında unutulmuş şiirlerini bulup ortaya çıkardı. TKP’nin ilk köylü, Sendikadan sorumlu Merkez Karar Yönetim Kurulu Üyesi Zileli Halil Yalçınkaya’nın oğlu Mehmet Ali Yalçın’ın isteğiyle Asım Bezirci’nin hazırladığı ve MAY Yayınları’ndan çıkan DÜNDEN BUGÜNE TÜRK ŞİİRİ ANTOLOJİSİ’ne almasıyla Enver Gökçe yeniden gazetelerin köşe yazarlarının yazılarında okunmaya başlandı. Bu, çok çok önemli. Bende de gördüğünü söylediğin “vefa”nın Türk Edebiyatı’ndaki anıtlaşmış adında asıl anlamını bulduğunu söylemeliyim.
Enver Gökçe iki kişiye çok kırılmıştır: İlki, senin de çok iyi bildiğin olayın kahramanı Ahmed Arif’, ikincisi de Behçet Necatigil’e. Necatigil, hazırladığı Şairler ve Yazarlar Sözlüğü”ne ilkin Enver Gökçe’yi almamıştır. Ben Ahmed Arif’i geçtim. Diyelim onun hıncının alamadığı derinlerde onu yiyip bitiren bir acısı vardı, Gökçe’nin kendi söylediklerine cevaben sözlerinden ötürü. Peki Behçet Necatigil’in Enver Gökçe ile ne derdi olabilirdi? Bu sorunun yanıtını verecek bir belge, bilgiye de sahip değilim. Ama 951’den sonra olup bitenlerle çok yakından ilgili olduğunu düşünüyorum. Necatigil’in bu görmezliğinden ötürü Gökçe’nin incindiğini derin derin hissediyorum.
Bugün; Tahir Abacı’sından Mehmet Ergün’üne, en başa da kendimi alarak diyorum ki; hiçbirimizin yaptıkları Asım Bezirci’nin cesaretinin yanına yak-la-şa-maz. Vesselam!
BİR FOTOĞRAFTA ÜÇ ŞAİR
Kitap kapağında ve arka kapakta iki değerli fotoğraf sanatçısının adı var. Onlarla işbirliğini anlatır mısın?
Her iki sanatçı dostum için söyleyebileceğim şudur: Her ikisi de Türk Edebiyatı ve sanatının bellekçileridir, belgeselcileridir… Alkışlıyorum her ikisini de. Bizim sayfalar dolusu anlattığımızı onlar, bir fotoğraf karesine koca bir dünyayı sığdıran ustalarımızdır. Aklımın ve kalbimin kardeşleridir her ikisi de…Sevgili Kadir İncesu ve Mehmet Özer’e selam olsun.
Kitaba koyduğun ve "Bir fotoğrafta üç şair" olarak bilinen fotoğraf hakkında neler söylemek istersin?
Dostum bu üç ulu ozana baktığımda ne görüyorum biliyor musun? Hani ABD’nin Hollywood uyuşturucusunun, çünkü gerçekten düşünen insanın beynine zarar bir yer burası, bile kurgu filmlerde insanı görüntüsünü içinde çekerek yok eden sahneler var ya, işte, insanlığımın üç bin yılı böyle tozlaşıp evrene karışmadan, yok olmuş gibi hissediyorum kendimi…