Akademisyen Mehmet Kaan Çalen, Türkiye’de milliyetçilik ve ırkçılık alanında idol olmuş bir ismi, Hüseyin Nihal Atsız’ı “Atsız ve Irkçılık” kitabında ele aldı. Ötüken Neşriyat’tan çıkan kitapta Atsız’a dair günümüz yazar ve akademisyenlerinin, aynı zamanda Atsız’a yakınlık duyan çevrelerin fikirleri de ele alınıyor. Çalen, Atsız’ı ırkçılığın dışında başka bir yere çekmeye çalışan yazarlar için de şunu söylüyor: “Atsız’ın üstlenmekte hiçbir çekince göstermediği ırkçı sıfatının, günümüzün dünyasında pek de sevimli çağrışımları yok. Bu yüzden milliyetçi aydın ve akademisyenler Atsız’ın ırkçılığı konusunda yüzleşme ve eleştiri yerine bir tevile, bir üzerini örtme işlemine başvurmayı tercih ediyorlar kanımca.” Sözü Çalen’e bırakıyoruz. 

Akademisyen yazar Mehmet Kaan Çalen, “Atsız ve Irkçılık” adlı kitabında Türkiye’de ırkçılık düşüncesinin öncü isimlerinden Hüseyin Nihal Atsız’ın bugüne yansımalarını ele alıyor. 

-Atsız’ı Özgürleştirmek başlıklı takdim yazınızda Türkçü çevrelerin Atsız’ın Bozkurtlar eserini büyülü bir metin olarak nitelendirdiklerini aktardıktan sonra, “Roman gerçekten büyülü müdür yoksa romanı okuyan Türkçüler zaten Türkçülükle büyülendikleri veya en azından büyülenmeye hazır bir durumda oldukları için mi Bozkurtlara böyle mitik bir özellik atfediyorlar: Ayrı bir konu” diyorsunuz. Eğer, Türkçülerin büyülenmeye hazır bir durumda olduklarını kabul edersek farklı ideolojik kişi ya da grupları da büyülenmiş oldukları fikrinin önünü açmış olmaz mıyız? 

Sorunuza soruyla cevap vereceğim. Büyü olmadan ideolojiler ya da “seküler dinler” olabilir mi? Hangi ideoloji tarafından üretilmiş olursa olsun şiirler, şarkılar, marşlar, mücadele ve fedakarlık anlatıları, kurucu metinler, kurucu isimler, simgeler, semboller, ikonlar, ritüeller, bayramlar, şehitler vs. bizi büyülemeye hizmet etmezler mi? Bu büyüler, bu seküler kutsallar olmaksızın ideolojileri düşünmek, düşünebilmek mümkün müdür? Bir ideolojik çevrenin ve mücadelenin içine katılırken, bir ideolojinin içerisinden evreni, dünyayı, hayatı yorumlarken, bir ideoloji üzerinden dünyayı değiştirmeye çalışırken biraz da büyülenmiş gözlerle bakıyor ve dünyayı yeniden büyülemeye çalışıyor değil miyizdir? 

ÜLKÜCÜLÜK-TÜRKEŞÇİLİK

-Yine aynı metinde Bozkurtlar’ın romantizmi ve Atsız’ın mücadele ile geçen hayatının “Atsızclığı mümkün kıldığını” söylüyorsunuz. Ardından bir dizi ideolog-yazar-siyasetçi sıraladıktan sonra “bir Türkeşçilik hiçbir zaman mümkün olmamıştır” diyorsunuz. Bu durumda özellikle 1970’lerden sonra siyaset hayatında MHP-Alparslan Türkeş’le cisimleşen “Türkeşçilik” kavramını nasıl ele alacağız?

Türkeş, Ülkücü hareketin kurucu ismi, tabii ki büyük bir simge. Ancak Türkeşçi olmak Ülkücülere daha ziyade dışarıdan, sokaktan yakıştırılmış ve Ülkücülerin de itiraz etmediği siyasi bir sıfattı, fikrî bir tanımlama değildi. Tıpkı “kurtçu olmak” gibi ya da bir bakıma başka çevrelere iliştirilen ve siyasi bir tercihi etiketleyen Ecevitçi ve Demirelci olmak gibi bir şeydi. Yoksa Türkeş’in düşünceleri ve doktrini üzerinden kendini inşa eden, onun milliyetçilik yorumunun altını vurgulu bir şekilde çizen, kendilerini özellikle Türkeşçi olarak takdim eden belirgin ve ayrıksı bir ideolojik çevre, gelenek, çizgi hiçbir zaman var olmadı; Ülkücülük ve milliyetçilik adlandırmaları bu konuda yeterli görüldü ve zaten “Ülkücülük”ü Türkeş olmaksızın düşünmek mümkün olmadığı gibi Türkeş de ana akım Türk milliyetçiliğinden ayrışmış bir ideolojik gelenek kurmak gibi bir arayışa girmemişti. Bir Türkeşçilik yoktu derken kastetmek istediğim buydu. Bugün de Ülkücüler içerisinde “Başbuğ” simgesi elbette hala canlı ve güçlüdür ancak bu simgenin parlaklığını giderek kaybetmeye başladığı da sanki söylenebilir, ya da en azından artık yanına en az onun kadar simgeselleşmeye başlayan Enverlerin, Atatürklerin, Atsızların katılımıyla birlikte ışığının bir nebze kırıldığı. Bugün 9 Işık Doktrini’ne referansla konuşan kimseler kalmadı. Hatta bugün Türkeş’in metinlerini okuyan, bu metinleri talep eden bir kitle de yok; ki Türkeş’in kitaplarının yeniden basımları yapılmıyor. Daha ilginci bu kurucu ismin çocukları bile babalarının partisinde siyaset yapmıyorlar, Türkeşçi bir siyasî söylemi üstlenmiyorlar. Ölümü üzerinden 27 yıl geçmiş olmasına rağmen hala Türkeş’e dair yazılmış ciddi metinlere pek tesadüf edemiyor oluşumuz da göstermektedir ki milliyetçi düşünce evreni içerisinde müstakil bir “Türkeşçilik”ten bahsedebilmek mümkün değildir. Kitapta da bahsettiğim gibi dar ve sınırlı çevrelerde dile getirilen Anadoluculuk, Atsızcılık ve Türk-İslâm Ülkücülüğü dışında milliyetçi gelenek içerisinde özellikle kişilere bağımlı ekoller ortaya çıkmamıştır. 

-Ahmet Bican Ercilasun’un Atsız’dan aktardığı ifadelerde soyun asalet olduğu ifade ediliyor. “Bir şeyin bozulmasına da soysuzlaşma” deniliyor. Buraya kadar tamam. Ardından Atsız’ın yarış atlarında olduğu gibi ırkın aranmasını örnek vermesi ilginç. Şuraya varmak istiyorum. Yarış atları için günümüzde de o atın ırkına bakıldığı iyi yarış atları yetiştirilmesi için özel hizmetlerin geliştiği bir olgudur. Atsız’ın da görmek istediği ve yetiştirilmesini ya da korunmasını istediği ırk böyle bir uygulamadan mı geçmelidir?

Evet, aynı biyolojik varsayımdan hareket ediyor Atsız. İyi bir ırka ait üstün özellikler melezlerde bozuluyor bu düşünceye göre. Saf, karışmamış, temiz bir kan ve ırk, ırka ait özelliklerin, meziyetlerin, karakterin sağlamlığını da garanti ediyor. Dolayısıyla toplumsal ve kültürel olan, millî olan, hatta bireysel olan biyolojik olana indirgeniyor. Kim olduğunuz, kim olabileceğiniz, nereye ne kadar ait olabileceğiniz damarlarınızdaki kan tarafından tayin ediliyor. 

-Kitabınızda iki dünya savaşı arasındaki dönemin Atsız’ın fikirlerinde etkili olduğu konusu bir bağlam içinde ele alınıyor. Dünyada bir alt-üst oluş yaşanırken Atsız’ın açık bir ırkçı olmasının dönemin atmosferiyle ilgili olduğunu söylemek herhalde fazla olmaz. Pekiyi, bu dönemin Atsız’ı şekillendirmesindeki etkileri sizce yeteri kadar ele alındı mı?

Doğrudan Atsız özelinde olmasa bile iki savaş arası dönemdeki ırk ve ırkçılık düşüncelerine dair yerli ve yabancı geniş bir literatür mevcut. Atsız’a dair de yapılmış doktora tezleri, yazılmış kitaplar ve makaleler var. Yeterli midir, herhalde düşünce tarihçiliğinde ve sosyal bilimlerde “yeterli” hiçbir zaman ulaşılamayacak bir seviyedir, çünkü her zaman yeni okumalar ve yorumlar mümkündür. 

-Çalışmanızda özellikle 1950 sonrasında Atsız’ın ırkçılığının aynı şekilde savunmadığını bunun bir döneme dair olduğunu söyleyen fikirlere örnek veriyorsunuz. Siz ise 1950 sonrası için aynı coşkuyu görmemekle beraber Atsız’ın ırkçılıktan vazgeçmediğini söylüyorsunuz. Ve size göre bu çok açıktır. Durum bu kadar netken söz ettiğiniz kalem ve düşünce insanları Atsız’ı başka bir yöne çekmekte neden ısrarcılar?

Atsız’ın üstlenmekte hiçbir çekince göstermediği ırkçı sıfatının, günümüzün dünyasında pek de sevimli çağrışımları yok. Bu yüzden milliyetçi aydın ve akademisyenler Atsız’ın ırkçılığı konusunda yüzleşme ve eleştiri yerine bir tevile, bir üzerini örtme işlemine başvurmayı tercih ediyorlar kanımca. 

DÜNYA SAVAŞLARININ ETKİSİ

-Çok net bilmemekle beraber İtalya ve Almanya’daki yirminci yüzyıl başından 1945’e kadar etkin olan ırkçı akımların dünya savaşı yoluyla muktedir olma ihtimali Atsız’ı heyecanlandıran bir durum olmuş olabilir mi? Malum, bir fikir iktidara gelirken onları savunan kişi ve grupların farklı coğrafyalarda ortaya çıkmaları tabii bir durumdur. 

Atsız için ırk bilimsel bir olgu. Bu bağlamda batı dünyasından yükselen ırkçı söylemleri, ırkın ve ırkçılığın ve tabii ki Türkçülüğün bilimselliğini, doğruluğunu, kesinliğini, apaçıklığını kanıtlayan bir durum gibi yorumluyor ve bu hususu içerdeki ırkçılık aleyhtarına karşı da polemiklerinde kullanıyor. Irkçılığın modern bilimi de yaratan “medeni Avrupa”dan yükselmesi Atsız’ın nazarında durumu daha da manidar kılıyor olmalı.

-Kitapta Atsız’ın öteki olana bakışını da ortaya koyuyorsunuz. Tabii başlangıçta alıntıladığınız bir ırkçılık tanımı var: Irkçılık bir bakıma yabancıya yapmak istediğin şeyin kendinden olana yapılmasını istememek var; yabancıya tanımadığın hakkı kendinden olan talep etmek demektir. Ardından Atsız’ın bu tarza uyan pratiklerini anlatıyorsunuz. Bu fikrin insanlığın barışı adına ne ifade ettiğini size sormak isterim. 

Bu fikrin insanlıkla ve barışla bağdaşır bir yanı yok tabii ki. Kaldı ki Atsız barışa değil savaşa, savaşın arındırıcı gücüne inanır. Ancak Atsız’daki bu tarz uç fikirlerin belli bir bağlamsallığı olduğu ve dünya ahvalinden, özellikle de Türklerin yaşamak zorunda kaldığı büyük acılardan kaynaklanan kuvvetli bir tepkisellik içerdiği de unutulmamalıdır.

-Yazdıklarınızdan Türkiye’deki milliyetçi bazı çevrelerin Atsız kadar etkin bir idol bulamama problemini de seziyorum. Açıkçası, milliyetçilik adına bu isimden vazgeçememe söz konusu. Milliyetçilik kendini güncellemek isterken neden güne dair bir idol yaratamıyor?

İdoller geçmişteki sınırlı bir Türkçü cemaat, dar bir Türkçü kamu içerisinden çıkıyorlar ve süreç içerisinde mücadele ile sınanarak, etraflarında mitler inşa edilerek, belleklerde yer edinerek, takipçileri tarafından yeniden yaratılarak günümüze ulaşıyorlar. Bu yönüyle Atsız gibi geçmişten gelen idoller rakipsizler. Günümüzün akışkan ve parçalanmış dünyasında yeni Türkçü idoller çıkar mı bilemem fakat parlayıp sönen yıldızların, fenomenlerin, youtuberlerin çıkması daha mümkündür. 

ERKEN CUMHURİYET YILLARI

-Bir zamanlar Atsız’a dair bir internet sitesinde Türkiye’nin 1923-45 arasındaki yönetim tarzının büyük ölçüde Türkçü olduğu yazılıydı. O site kapandı gitti. Siz bu fikre ne dersiniz?

Söz konusu dönem Atsız’ın da büyük ölçüde sosyalleştiği yıllar. Düşünce dünyasının oluşumunda da bu dönemdeki resmî söylemin belirgin etkileri var. Ancak kanaatime göre şu iki noktayı hatırdan çıkarmamalı. Birincisi tekil bir Türk milliyetçiliğinden değil Türk milliyetçiliklerinden bahsetmek daha doğru. İkincisi ise Atsız’ın yakın tarihte en çok eleştirdiği dönem de söz konusu erken Cumhuriyet yıllarıdır. İfade etmek istediğim, “büyük ölçüde Türkçü bir yönetim tarzının egemen olduğu” söylenen yıllar, bir başka rivayete göre hiç de öyle yorumlanmayabilir. Atsız başta olmak üzere dünün pek çok milliyetçi aydını da öyle yorumlamamaktaydılar. Bugün durum biraz daha farklı. Geçmiş, tarihe dönüştürülürken sürekli yeniden yorumlanır, değişir ve güncellenir.

-Kişisel hikayenizde Atsız’ın önemli bir yerde durduğunu görüyoruz. Kısaca bir şeyler söylemek ister misiniz?

İnsan bir bakıma bir metin dünyasının da içine doğuyor. Çocukluk yıllarım Ömer Seyfettin’in hikâyeleri, Ziya Gökalp’in masalları, Dede Korkut vs. ile geçti. İlk gençlik dönemlerimden itibaren de milliyetçi ve Trakya ölçülerinde muhafazakar sayılabilecek bir çevrenin kitaplığında yer alabilecek isimlerin kitaplarını okumaya başladım. Atsız da bunlardan birisiydi ve üniversite yıllarına kadar “Atsız büyüsünün” etkisindeydim. Sonraki okumalarım üzerimdeki Atsız büyüsünü bozmuş olsa da o büyülü yılların hatırası kimliğimin bir parçası olarak tabii ki içimdedir.

Mehmet Kaan Çalen, Atsız ve Irkçılık (Eleştirel Notlar), Ötüken Neşriyat, 2024, İstanbul