13 Şubat’ta vefat eden 1980 sonrası Türk şiirinin önemli isimlerinden Salih Bolat memleketi Adana’yla bütünleşmiş isimlerdendi. Yazar Duran Aydın’la şair Bolat’ı konuştuk
Adanalı şair Salih Bolat v...
13 Şubat’ta vefat eden 1980 sonrası Türk şiirinin önemli isimlerinden Salih Bolat memleketi Adana’yla bütünleşmiş isimlerdendi. Yazar Duran Aydın’la şair Bolat’ı konuştuk
Adanalı şair Salih Bolat vefat edeli bir ay olmadı. Sanırım benim gibi çok sayıda Adanalı hala onun ölümünü kabul etmedi. Salih ağabey bambaşka bir insandı. O nedenledir ki yakın dostu Duran Aydın’ın sözlerinde O’nun ölümüne alışamamak var. Salih Bolat hayattayken onunla ilgili anıları yazdı ki, O da okusun! Duran Aydın’la o anıları tazelemek ve Salih Bolat’ı anmak için arşivleri karıştırdık. Sonuç olarak ölümü kabul edemeyen özlem dolu cevaplar çıktı. Duran Aydın’ı dinliyoruz.
Şair Salih Bolat’la dost olmayı tarif eder misiniz?
İnsanın, Salih Bolat kalibresinde bir şair dostu olmayagörsün; değil mi ki o, ister istemez eskiyen yıllarla ölçülemeyecek bir sorumluluğu da üstlenir. Sorumluluk; karşılıklı ve çıkarsız, olması gerektiği ölçüde ona ve yaşam biçimine duyduğunuz saygıya yaslanacaktır.
Adının anımsandığı her ortamda yalnızca “şair” olarak vurgulanması diğer özelliklerinin önüne geçse bile bu onur her ikinize de bir ömür yeter.
Kolay değildir böylesi değerde bir dostluğu 40 yıla yakın zamandır aşınmadan, yalama olmadan koruyup kollayarak taşıyabilmek. Özveri gerektirir her şeyden önce; 61 yıllık hayatının 4’te 3’üne serpilmiş edebiyat aşkında gözle görülebilecek çalışma disiplinine dayalı başarılarını kıskanmadan anlayabilmek, her fırsatta onu hak ettiğince saygı ve sevgiye doyurabilmek…
İstemezsiniz ki tırnağına taş değsin!
Onun aramızdan ayrılması üzerine bir yazı yazıyor, sorulanlara cevap veriyor olmak nasıl bir duygu?
Alışılageldiği üzere bu tür “anı yazıları” için taraflardan birinin ölmesi gerektir! Ama şu da bir gerçek: Böylesi bir yazının yazılabilmesi adına benim değil, Salih Bolat’ın ölmesi “adetten” sayılacaktı! Nedenini kestirebilmek zor değil; anıların bu kadarını bile yazmak onuru bana düşerse de, ben öleyim ölmeyeyim (bunu Salih’in kaleminden okumak gibi) bir şansımın olmadığı, gerçeğin diğer yüzü. Şaka bir yana, “Eşkıya”da “Hayatın sevda karşısında ne önemi var?” denilmiş olsa da binlerce yazı feda olsun sevgili arkadaşıma… Bu dünyayı hak etmeyen onca insanlık düşmanı insanımsılar dururken, rahatlıkla söylenebilir ki, bir şair, kendisine biçili bir ömrü en azından iki kez hak ediyordur.
Ancak, Salih bunu çok iyi bildiği için bir yazışmamızda; “…Lan, yalnızca bu anılarımızı yazman için bile senden önce ölmeyen şerefsizdir!” demişti daha geçen yıl. Ardından da eklemişti; “Ama bunları okuma şansım olmayacak ne yazık ki o zaman!”
O nedenle ki, Şubat 2017’de her ikimizin de doğup büyüdüğü Adana’sına gelmesini ve yine (bir günlüğüne de olsa) onun deyimiyle eskiden sıkça yaptığımız gibi “sokaklarda sürtmemizi” anlatmak isterim. Ha, elbette bir de şu var atlanmaması gereken: Salih Bolat’ın, aynı etkinliğin (Çukurova Belediyesi-Orhan Kemal Edebiyat Festivali) bir başka Adanalı yazar konuğu Özcan Karabulut’a kanıtlayacağı “asimile olmamış Adanalılığı…”
Salih Bolat, 1900’lerin başından bugüne Adana’dan çıkıp edebiyatımıza damga vuran isimlerle hangi açılardan buluşur?
1940’lı yıllarda Adana’da sürgünde olan Abidin Dino, (burada evlendiği) Güzin Dino, Arif Dino, Yaşar Kemal, Orhan Kemal ve bu adlara eklenebilecek onlarca edebiyat insanıyla yazar-çizer ve sanatçının buluşma noktası olan, Halkevi’nin bulunduğu yerdeki Adana Büyükşehir Belediye Binası’nın girişteki sergi salonu… Bu kez, insanlara sunulan yağlıboya suluboya resimler, fotoğraf gibi çalışmalar değil, bir şiir sergisi… Öncelerde örneğine rastlandı mı bilemeyeceğim. Salih Bolat’ın şiirleri üzerine Arif Aşçı karakalemle desenler çizmiş; şiirler çizgiyle sarmaş dolaş… O günler kitaplarını okuyup şiirleriyle yenileyin tanış olduğum Hasan Hüseyin’e oldukça yakın dursa da, ilk okuyuşta çarpıldığım dizelerden aklımda kalan bir üçlüğü, belki Salih bile unutmuştu belki “…ister Afrika kıyılarında/ister Mithatpaşa sokağında olsun/yıldız yıldızdır yani…”
Çok değil, sanırım birkaç ay geçince posta kutumdan çıkan bir not sonrası Mustafa Dertli (Emre), Mehmet Taşar, Çetin Derdiyok, Ahmet Çadırcı, Çetin Boğa, Mehmet Sönmez, Feyyaz Kadri Gül (…) ile de tanışmamız o günlere denk düşer.
Şiirde emeklediğim, ilk adımlarımı yerel gazetelerle Ümit Yaşar Oğuzcan’ın Hürriyet ve Kelebek’teki “şiir köşeleri”nde sınadığım günlerde oralarda bu şiirleri okuyup Adana’da yaşadığımı öğrenen bu arkadaşlarla tanışıklığımız ertesindedir Bolat’la ilk yüz yüze gelişimiz. Hemen ardından da Turan Altuntaş, Ali Sönmez, Ahmet Fazıl Göktuğ ve Kemal Ayda’lı “Koza” dergisi yıllarımız…
Şiirde tutumu nasıldı? Neler konuşurdunuz?
Salih Bolat: İnce, uzun bir dalın insan biçimine bürünmüşü… Kendine özgü vurgu ve tonlamalarıyla konuşmasına renk katan biçemi… Amele yanığı değil, Çukur’un esmerliğine yakışır uzun boyu… Yılmaz Güney’in 60-70 arası yıllardaki siluetini andırır kıvırcık saçları ve yaylanarak yürüyüşü… Okuduğuna değer vererek özümsemesi; kendi yararına olan bir konuyu arkadaşlarının da yararına bilmesi… Şiir denilince “Allah’ın oğluna” bile torpil geçmemesi… Şiirlerinde hiç vazgeçemediği doğaya, insana, hayata duyduğu derin aşk hali… Her şeyden çok ve önemlisi, kendine özgü bir duruşunun olması… Çağından sorumlu insan donanımı ilk anda duyumsanabilecek bir entelektüel…
Dahasını saymıyorum; girmek isteyene açık, şiirle yıkanmış koca bir yürek!
Şunu da belirtmek isterim unutmadan: Aslında ilk yıllar hiç sevmemiştim Salih’i! “Zor” bir insan olduğunu algıladıkça, bilgisi ve birikimiyle karşısındaki her kimse, onu ezdiğini düşünüyordum. Şimdi şimdi anlıyorum; o bunu bile isteye yapmıyordu. Şiire saygısından ödün vermiyor, eleştirilerindeki ısrarı o konudaki sağlam bilgisine dayanıyordu. Tırmandığı yol, şiirin zorlu ama doğru yoluydu. Buna göğüs gerebileceksem “iyi bir şair” olabilirdim. Bir oturuşta yazdığım şiircikleri hiç beğenmez, “niye”lere, “nasıl”lara, “niçin”lere belediği, her sözcükte, dizede mantık aradığı sorularıyla anamı-dinimi ağlatırdı! Sonrasında, yazdıklarımın topunu yırtar atardım.
Yine de birkaç gün sonra yeni şiirlerim cebimde, çıkarmayı düşündüğümüz dergi için elimizde daktilomuz, Seyhan Baraj Gölü Çamlığı’nın ağaç altındaki beton masaları, Atatürk Parkı, Niğde Hanı, kuytu çayevlerinde (Dertli, Bolat ve ben) buluşur, ince ince didişirdik. Paramızı denkleştirebildiğimiz kimi günler, sıvası parça pinçik olmuş izbe meyhanelerde alırdık soluğu.
Öğrencilik yıllarında aramızda bulunmayışı, bilirdik ki Ankara’ya kapağı atmasından… Mezun oldu, evlendi, oğlu Onur’u armağan ettiyse de dünyaya, Ankara yılları Adana özlemini depreştirdi, sıla ateşine odun sürdü.
Ara ara geldiğinde rastlaşmanın ötesindeydi buluşmalarımız. Yuvarladığımız ucuz içkilerin acısı onsuz geçen günlerimizdeki özleme tat veriyordu. Eskiistasyon’da bir meyhanede söylediği türküler nasıl da diridir anılarda; bunu ancak Çetin Boğa, Feyyaz Kadri Gül, Ahmet Çadırcı, Çetin Derdiyok, Mustafa Dertli, Mehmet Taşar ve Duran Aydın bilebilir.
Ardından buruk gülümsediğimiz nice anılar “İyi ki yaşamışız” dedirtiyor insana. Yaş aldıkça şiir uğruna çıkılmış bir yolda ayrı ayrı adımlasak da benzer acılarıyla savrulduk zor yılların.
Salih’le dostluğumuzun ilk yıllarında, Ankara yollarında otobüs yolculuğumuz Kutluay Şakar’ın Yenimahalle’deki evinde, yani “Yapıt” dergisinin Çınar Sokak’taki bürosunda noktalanırdı. Sonrasında Yeni Halkçı gazetesinde Hasan Hüseyin’le görüşülür, Kızılay’da ayaküstü içki yudumlanır, Samanpazarı’ndan alınma hamsiyle, Salih’in Aydınlıkevler’deki bekar odasında sabahlanırdı.
Salih de, ben de “Yapıt” dergisini, Hasan Hüseyin ve Adnan Yücel’le sayfa komşuluğu yaparak ilk şiirlerimizi yayımladığımız günlerle anımsarız. Sonra (ilk kitabı “Yaşanan”ı yayımladığı dergi/yayınevi olarak) Yaba, sonra Petek, sonra Sesimiz, Türkiye Yazıları, Oluşum, Yarın… sürer, gider.
Zafer Çarşısı, evet ya, nasıl da entertip tıkırtılarının sayfalardan işitildiği kitap dergi kokuluydu o yıllarda…
Evet, 1982’de bir buluşmanız var. Orhan Kemal Bulvarı’nda
Duydum ki bir gün, bir boşluk yaratmış, gelmiş 1982’nin bir güz günü “çocukluğu anayurdu”nun başkenti Adana’sına. Durur muyum, atladım balon tekerli kırmızı Bisan’ıma; üç pedalda İstiklal Mahallesi’nden Kanalköprü’ye, evlerine… “Hadi!” dedim, “Çok seveceğin bir yere gidiyoruz…” Şehir aşağılarda, kayıyoruz asfalt yolda hiç pedalsız! Salih ardımda, keyifle tüttürüyor Maltepe’sini… Ver elini Yavuzlar Mahallesi, Orhan Kemal Bulvarı. Alışmışız ya bizim mahallelerden, hiç yabansımıyoruz onca yoksulluğu. Ortalık elli altıya gidiyor tablacılar, faytonlar, at arabalarından… Bicici, tabla kebapçıları, şalgamcı, aşlamacılarıyla cıvıl cıvıl Orhan Kemal Bulvarı’nda sürtüyoruz.
Ama, uçsun mu o gün yaşadıklarımız? Bir fotoğrafla belgelenmesin mi?
Yolun karşısında bir fotoğrafçı dükkânı görülüyor. Sahibine, “Arkadaşım Ankara’dan geldi” diyorum. “O caddeye adı verilen Orhan Kemal, arkadaşımın dayısı olur. Orada bir fotoğraf çektirmek istiyoruz.”
Elektrik direğine tellenmiş paslı tabelanın yönünün gün ışığına ters durduğunu, çevrilmesi gerektiğini söylüyor. “İki dakkalığına” bir pense isteyip karşıki tamirciden, sorunu çözmek çocuk oyuncağı! Tabela batıya, güneşe çevriliyor: İkimiz önde, bisiklet direğe dayalı, ardımızdaki tabelada “Salih’in dayısı Orhan Kemal…”
Geçtiğimiz yıl, bir gece, yine yazışırken bilgisunar üzerinden, o fotoğrafı ve o günü anımsıyor Salih: “17 Şubat 2017’de Adana’dayım. Yine gider miyiz Orhan Kemal Bulvarı’na? Aynı yerde aynı pozu verir miyiz? Bir de güzel bir kebap… Ardından gün boyu ‘sürteriz’ sokaklarda, ha!” Dileğini yerine getirmenin bedeli olarak, şimdilerde 50. sayısını aşan dergimiz “Yaşam Sanat için bir şiir şutlamasını” istiyorum; “Tüfekçi”yi gönderiyor birkaç dakika sonra.
O gün geldiğinde Salih’le kucaklaşmamızı, yıllanmış dostluğumuzu bütün arkadaşlarım gıptayla izliyor.
Ertesi sabah gazeteci şair arkadaşım Mustafa Özke’ye (Salih’e haber uçurmaksızın) aklımdan geçenleri telefonda aktarıyorum. Kırmıyor beni, sevinç duyuyor üstelik, besbelli.
Sonrasında buluşup önce Kanalköprü’deki Salih’in doğup büyüdüğü kırmızı boyalı eve, ardından İstiklal Mahallesi’ndeki benim baba evime gidiyoruz.
Tabii anılara doğru yolculuğunuz da var…
Şunu yapmasak eksik kalacaktı: Hani Yılmaz Güney “Boynu Bükük Öldüler”inde anlatır ya; Yenice bitiktir artık. Umutsuzluk yaşanılır olmaktan çıkarmıştır köyü. Şimdi göç zamanıdır. Göçülür Adana’ya sahiden de; yaşı 11-12’dir Yılmaz Pütün’ün. Romanında anlattığı birebir yaşadığıdır. Yeşilyuva Mahallesi’ndeki o evi, tek göz gecekonduyu da görmelidir Salih Bolat…
Semtler, evleri ve binalarıyla, caddeler vitrin ve lüks arabalarıyla fazla da değiştirememiştir yoksulluğu.
Sokaklarında “sürterken” yıllar sonra Adana’nın, bunu fısıldadı Siptilli Pazarı… Şan Sineması’ndan ancak bizim duyabildiğimiz bir türkünün ezgisi havalandı. Bitpazarı, Suriyeli yoksulların cennetiydi artık!