Lise bilgilerimiz bize “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu” romanının “ilk psikolojik roman örneği” olduğunu söyler.
Takvim yaprakları onun 1961’in 15 Haziran’ında aramızdan ayrıldığını gösteriyor. Onun adını...
Lise bilgilerimiz bize “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu” romanının “ilk psikolojik roman örneği” olduğunu söyler.
Takvim yaprakları onun 1961’in 15 Haziran’ında aramızdan ayrıldığını gösteriyor. Onun adını duyduğumda “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu”, “Fatih-Harbiye” romanları kadar Nazım Hikmet’le yaşadıkları polemikler gelir aklıma. Zira sözünü ettiğim iki romandan ilkini Nazım Hikmet’e ithaf etmiştir. Babıali’nin çok önemli iki kalemi arasındaki “müzmin dostluk” nasıl bozuldu? Bunu Emin Karaca’nın “Nazım Hikmet Şiirinde Gizli Tarih” ve diğer muhtelif kaynaklara bakarak bulabiliriz. Ben buraya Peyami Safa’nın hayatını almakla yetineceğim.
1889 yılında İstanbul’da doğdu. Çömez, Safiye Peyman, Serâzad, Server Bedî takma adlarını da kullandı. Aile dostu olan Tevfik Fikret ona Osman Peyami adını verdi. İki yaşında iken, babası şair İsmail Safa’nın sürgünde olduğu Sivas’ta ölmesi nedeniyle çocukluğu annesi, kardeşi İlhami ve akrabalarının yanında geçti. Annesi Server Bedia Hanım, dedesi bir divan dolduracak kadar şiir yazmış olan Trabzonlu Mehmed Behçet Efendi’dir. Amcası Ahmed Vefa, lirik şiirleri ile duyarlıklı bir şair olacağını duyumsatırken cinnet geçirerek genç yaşta öldü. Diğer amcası Ali Kâmi Akyüz’ün eğitimle ilgili kitapları, çeviri romanları vardır. Ağabeyi İlhami Safa şiirle uğraştı ve gazetecilik yaptı.
Peyami Safa, ilköğrenimine Gedikpaşa’da Menbau’l-İrfan İptidai Mektebinde (ilkokul) başladı. Dokuz yaşında iken sağ kolunda başlayan ve uzun yıllar tedaviyi gerektiren bir mafsal rahatsızlığı nedeniyle çocukluk yıllarını hastanelerde ve doktorlara gidip gelerek geçirdi. Bu yüzden bedence gelişmesi de emsallerinden geri kaldı ve Vefa İdadisinin rüştiye (ortaokul) kısmına başladıysa da (1910) bitiremedi. Hastalığı ve geçim sıkıntıları öğrenimine devam imkânı vermediğinden kendi kendisini yetiştirdi. Henüz on üç yaşında iken çalışmak zorunda kaldı.
Açılan bir sınavı kazanarak Posta Telgraf Nezareti (Bakanlığı) Muamelât Kalemine memur olarak girdi (1914). Bu arada, Abdullah Cevdet’in hediye ettiği Petit Larousse’u, daha çok kendi gayretiyle ve adeta ezberleyerek Fransızca öğrendi. Değişik alanlarda yaşıtlarının çok üzerinde bilgi ve kültür sahibi oldu. Bilgisi ve yazı yazma yeteneği nedeniyle, M. Raif Oğan’ın Vaniköy’deki özel Rehber-i İttihad Okuluna önce mubassır (öğrencilerin disiplinini gözleyen görevli), daha sonra öğretmen olarak kabul edildi. Bir süre de Düyun-ı Umumiye (devletin borçlarını tahsil eden daire)’de (1914-18) çalıştı. Daha sonra ağabeyi İlhami Safa ile birlikte Yirminci Asır adlı akşam gazetesini çıkararak (1919) gazeteciliğe başladı. 1937’de Ayşe Nebahat Erinç’le evlendi.
Peyami Safa; Türk Musikisi Federasyonu, Güzel Sanatlar Birliği, Türk Felsefe Cemiyeti, Türk Dil Kurumu, Türk Edebiyatçılar Birliği gibi sanat ve kültür kuruluşlarında kurucu ve faal üye olarak görev aldı. Son aylarında Demokrat Parti iktidarının icraatını savunduğu için, 27 Mayıs 1960 hükümet darbesinden sonra ağır suçlamalara maruz kaldı. Üyesi olduğu Türk Dil Kurumu ve Türk Edebiyatçılar Birliğinden bu görüşleri sebebiyle çıkarıldı. 1961’de Erzincan’da yedek subay öğretmen olarak görev yapmakta olan tek çocuğu Merve Safa’yı kaybettikten birkaç ay sonra, bir kalp krizi sonunda İstanbul Çiftehavuzlar’da bir dostunun evinde öldü. Mezarı Edirnekapı Şehitliğindedir.
Yirminci Asır’da “Asrın Hikâye-leri” genel başlığı altında yayımladığı hikâyelerle dikkati çekti. Cumhuriyet gazetesinin edebiyat sayfasını yönetti ve 1940 yılına kadar bu gazeteye hikâye, makale ve günlük fıkralar yazdı. Şimşek (1926), Dokuzuncu Hariciye Koğuşu (1929), Bir Tereddüdün Romanı (1932), Biz İnsanlar (1937). romanlarının da Cumhuriyet’te tefrika etti. Daha sonra hikâye, roman, makale ve fıkra yazarı olarak verdiği eserlerle döneminin en verimli ve özellikle roman alanında usta edebiyatçıları arasında yer aldı. 1940’ta Cumhuriyet’ten ayrılarak önce Tasvir-i Efkâr (1940), o kapanınca Tasvir (1944), daha sonra Vakit (1946), Ulus (1949), Milliyet (1954), Tercüman (1959), Havadis (1960), Son Havadis (1961) gazetelerinde yazıları çıktı. Bu arada Çınaraltı ve Büyük Doğu dergilerinde de makaleleri yayımlandı.
Polisiye bir çocuk romanı olan ilk kitabı Bir Mekteplinin Hatıratı 1913’te yayımlandı. Alemdar gazetesinin açtığı bir yarışmaya gönderdiği hikâ-yenin birincilik kazanmasıyla adını basında duyurdu (1920). Bu tarihten itibaren mesleği ve geçim kaynağı hemen tümüyle yazarlık oldu. Son Telgraf, Tercüman-ı Hakikat, Tasvir-i Efkâr gibi gazetelerde çalıştı ve yazı yazdı. Roman ve hikâyeleri de arka arkaya tefrika edilmeye ve kitap olarak yayımlanmaya başladı. İlk edebî romanı Sözde Kızlar’ın bir kısmı Serâzad takma adıyla Sabah gazetesinde tefrika edildikten (1922) sonra kitap olarak basıldı (1923) ve büyük ilgi gördü. İşgal ve Millî Mücadele yıllarında İstanbul’un kendi zevkinde olmasını konu alan roman, Cumhuriyet’in ilk yıllarının heyecanlı atmosferi içinde Ertuğrul Muhsin tarafından filme de alındı (1924).
Sırf geçim kaygısı ile yazdığını kabul ederek yayımladığı macera romanlarında Server Bedi imzasını kullandı. Birkaç kez basılan ve hemen her kuşak tarafından okunmuş olan Cingöz Recai gibi polisiye romanları dizisinin ilk kitaplarını da 1924’te yayımladı. Kendi adıyla yayımladığı ve olaydan çok psikolojik çözümlemelere ağırlık verdiği romanları içinde en ünlüsü otobiyografik özellik taşıyan Dokuzuncu Hariciye Koğuşu romanıdır. Bu romanı adına ithaf ettiği Nâzım Hikmet’le daha sonra tümüyle farklı düşüncelere sahip olmaları nedeniyle verdiği kalem kavgası ünlüdür. Yazı hayatının ilk yıllarından itibaren Cenap Şahabeddin, Ahmet Haşim, Necip Fazıl, Aziz Nesin gibi yazarlarla polemiklere de girdi. Bazı şiir denemeleri bulunduğu biliniyorsa da, şiir yazmaktan çok kısa zamanda vazgeçti.