Yağmurlu bir aralık sabahı… Islak yollara bakarken kaldırımın üstünden gelip geçenleri seyrediyorum. Kimisi okula götürdüğü sarı mont giymiş küçük çocuğunun elinden tutuyor, kimisi bir yandan hızlı adımlarla işe yetişmeye çalışırken, bir yandan da korkuyla saatine bakıyor ve acaba geç mi kalıyorum diye düşünüyor. Rüzgâr, insanların atkılarını bir o yana bir yana savururken yüzlerine de bir tokat gibi çarpıyor. Adeta insanı sarsıp kendine getirmek için tasarlanmış mucizevi bir güç gibi… Ağaçların yeşil yapraklarına kayıyor gözlerim… Nokta şeklindeki sular, kendilerini göstermek istermişçesine irili ufaklı damlacıklar oluşturmuş… Onların cama vururken çıkardıkları sesler yüreğimi ferahlatırken gözlerimi kapatıyorum ve anlaşılmak üzerine düşünüyorum birden.

Anlaşılmak, insanı yüreğinden yakalayan bir duygu. İnsan, bazen yaşadığı olayın ağırlığını taşıyamaz ve kendisini etkileyen olayları biriyle ya da birileriyle paylaşmak ister de paylaşacak kimseyi bulamadığından içine kapanır ya, aynı öyle oluyorum. Birileri beni dinlesin, hatta saatlerce dinlesin ve anlasın istiyorum. Hissettiklerimi önemsesin, kimseye anlatamadığım duygularıma tercüman olsun istiyorum. Susuyorum sonra. Kalabalıklar içinde yalnız hissetmenin verdiği çaresizlik sarıyor yüreğimi…

Düşünüyorum… koskoca şehirlerde insanlar neden yalnız? Neden konuşacak, anlatacak, sevincini ve hüznünü paylaşacak kimseyi bulamıyorlar? Neden bir dostun varlığına hasret kalıyorlar? İyi gün dostları değil bahsettiğim…. Hani şöyle sırtını dayayıp kendisinden güç alacak kara gün dostları demek istediğim. Sırrını saklayacak, birlikte kahkahalar atabileceği, gerekirse omzunda ağlayabileceği kaliteli arkadaşlıklar anlatmaya çalıştığım.

İnsanların büyük bir kısmı evini akşamdan akşama uyumak için kullanmaya başlamış, yuva sıcaklığı denen şey kalmamış. Her yeri çıkar ilişkileri sarmış. İnsan insanla sadece işi düşünce selamlaşmaya başlamış. Gerçek dostlukların yerini sanal arkadaşlıklar almış. Derin bir nefes alıp düşünmeye başlıyorum sonra;

Hangi ara insani özelliklerimize yabancılaşmaya başladık?

Asansörde karşılaştığımız komşularımıza içten bir halde gülümseyip hal hatır sormak neden bu kadar zor oldu? Ağladığını gördüğümüz iş arkadaşımıza sarılıp acısını paylaşmaya çalışmak neden garipsenmeye başladı? Mademki aynı dünyada yaşıyoruz, mademki aynı atmosferi soluyoruz, mademki aynı evrenin fertleriyiz o zaman neden bu kadar robotlaştık?

Sevgiyi paylaşmak, saygı duymak, anlamak ve anlaşılmak neden üstün özellikler olarak algılanmaya başladı? Onlar insan olmanın gereği değil miydi?

Neden bir insanın hayatına dokunurken arkasında “acaba bunun bana ne katkısı olacak?” diye düşünmeye başladık? Neden duygusal olarak derinlere dalmak yerine bu kadar yüzeyselde kaldık? İnsandık, duygulardan oluşmuyor muyduk? Öyle olmasaydı eğer yağmurun ıslattığı kaldırımlardan ne farkımız kalırdı?

Sonra açıyorum gözlerimi, kalbimde derin bir huzursuzluk hissediyorum. Odama geçiyorum. Elbiselerime dokunuyorum. En sevdiğim elbisemi üzerime geçirip sokağa çıkıyorum ve ben de hızlı adımlarla hayatın içine karışmaya çalışıyorum…