Halk arasında kuşaktan kuşağa anlatılan nice öykü vardır ki, insanın o dönemlerde yaşamadığına üzülesi gelir. Mitolojiye dek uzananlardan söz etmiyorum elbet. Hoş bu topraklar onlara da ev sahipliği yapmış ama bizim dilimize düşenler bir başka. İçlerinde öyleleri var ki, eğer şimşeğin yıldırımla kol kola girdiği fırtınalı bir gecede dinliyorsanız ister istemez ürperir, anlatanın sesinin rengindeki gizeme bağlı olarak yerinizde duramazsınız. Ve sonunda“neydi bu “sorusuna verilen yanıt tek ama oldukça güçlü bir sözcük olacaktır. Bakmayın siz onun kısacık bir sözcük olduğuna. O, duygularınızı çılgın bir at sırtında bozkıra sürdüğünüz vakit onlarla beraber yol alan bir rüzgar ve yüreğinizi sonsuza dek avucunda tutacak güçte bir imgedir. Sabırsızlandığınızın farkındayım ama her harfi bir diğerine sabırla örmeye çalışıyorum ki, sözcüklere hak geçmiş olmasın. Ancak ben daha şu isimleri saymayı bitirmeden eminim ki o, dimağınızdan kendiliğinden yola çıkarak koşa koşa ulaşacaktır dudaklarınıza. Efsane.
Yalnızca benim değil, zamanında Türkiye’nin ezbere bildiği isimlerdi. Ali K.Mehmet Çağlayan, B. Mehmet Hüseyin, Nevzat Ertan Nihat Fevzi Gürsel Halil. Görev sırasını bekleyenler: Güngör Ceyhan Sabahattin Nielsen Ali İhsan Fuji Mehmet K.Ali Özer Cudi. Teknik Direktör: Adnan Süvari. Pekiya şu isimlere ne dersiniz. Geri mikalırlardı az önce size saydıklarımdan? Mümin İlhan Abdurrahman Nuri İsmail Kamuran Vahap B.Burhan Nihat Fethi Ender. Görev sırasını bekleyenler: Taşkın Faik Necdet K. Burhan Ayhan Süreyya Fehmi Halil. Teknik direktör Abdullah Gegiç. Ne dersiniz, haklıyım değil mi? Yaşı altmışın üzerinde olanların ürperdiklerini hissediyorum. Şaşırmayınız, rakipleri de ürperirdi zaten. Gittikleri şehirlerde hep onları izlemek için dolardı stadyumlar, tıpkı arenaya gelmiş ünlü savaşçılar gibi sahaya çıktıklarında. Ne ceplerinde milyonlar vardı, ne de burunları bir karış havada dolaştılar sokaklarda. Oyuna girdiklerinde ilk on birdekiler ile aynı kalitede oyun sergileyen diğerleri, “yahu bunların hangisi asil, hangisi yedekti “sorusunu sordururdu izleyicilere. Şanslıyım ki bir kısmını yakından tanıdım. Her biri, sporcu ruhunun ete kemiğe bürünmüş halini temsil eden, tekmeye kafa uzatacak derecede forma aşığı, futbolu sanatçı titizliği ile yorumlamış, alçak gönüllü, beyefendi ve hepsinden daha önemlisi paraya pula değer vermeyen ve bu takımların bir parçası olmaktan onur duyan insanlardı. İnanınız, sadece futbol oynamaya değil, güzel futbol oynamaya çıkarlardı sahaya. Seyirciye saygı duyar, kazansınlar kaybetsinler maç bittiğinde orta sahadaellerini kaldırıp ”sağol sağol sağol” diyerek selam verirlerdi. Mağlup olsalar bile karakterlerine layık yüce bir alkışla dönerlerdi evlerine. Ne ailelerine küfür edilirdi ve ne de çirkinleştirirlerdi maçları. Başlarındaki “dünyaca ünlü” olmayan ve fakat değerleri dünyadan büyük teknik adamların verdikleri talimat gayet açıktı çünkü. Futbolu yüceltin ve çirkinleştirmeyin. Gözümle gördüğüm için söylüyorum, değil topu taca atmak, akıllarının ucuna dahi gelmezdi yere yatıp zaman kazanmaya çalışmak. Büyük sözcüğünün gerçek anlamı olan etik değerlere bağlılık, beklerin de hücuma katılması suretiyle gözü kapalı üç pasta gole giden bir futbol anlayışı olmazsa olmazları idi. Herkese tepeden bakmayı seven yerlisini yabancısını hizaya getirmiş,formalarındaki kırmızıdan alev fışkıran takımlardı onlar.
2-0 aldıkları ilk maçın akabinde İzmir’e eşleri ile tatile gelen dönem devi Atletico Madrid ile 1-0’ın rövanşında Eskişehir ‘e rakibi küçümseyerek gelmiş UEFA kupasının gedikli sahibi Sevilla’nın tarihi akıbetlerinin tarifini benim yapmama hiç gerek yok. Sizler onu en güzel, golcülerin filelerine bıraktığı üçer golü şaşkın bakışlar ve sessiz gözyaşlarıyla izleyen kalecilerinin yüzlerinde görebilirsiniz. Bir işi inanç, sabır doğruluk ve dürüstlük ile en iyi şekilde yapmış, arkada söz yerine iz bırakmış iseniz hiç korkmayın. Toplum her daim sizinledir ve akıl fakirlerinin cin hesaplarına rağmen sırtınız hiçbir zaman yere gelmez.Ondan ötesi ise ayrıntıdan ibaret.Her parayı cebine koyanın kendisini imparator sandığı,gücü hereline geçirenin kendisini ölümsüz saydığı bir yerde,üç kuruşluk top oynamadıkları halde çok yetenekli illüzyonistlerin derin destekleri ile büyükdiye ortalıkta dolaşanları, futbolları ile defalarca yerlere sermiş efsanelere şu aciz satırlar armağan olsun. 1970 yılının ılık bir bahar gecesini adamlıklarıve futbolları ile gündüze çeviren,kaybedenin kazananın elini sporcu ahlakı ile sıkıp gönülden kutladığı iki efsanenin Türkiye Kupasındaki unutulmaz final maçını izlemiş, insanı futbola âşık eden bütün oyuncularını çılgınlar gibi ayakta alkışlamış olmaktan büyük bir gurur duyuyorum. Çok yaşa “Göztepe” çok yaşa “Eskişehirspor”. Bizlerin sporcu yüreklerinden de sizler için üç defa : “Sağol Sağol Sağol”. Günümüzde çok ince hesaplar ile şampiyonluk peşinde koşanların sizlerden alacağı çok ama çok ders var.Ve bizler biliyoruz ki,gözlere indirilmiş perdeler hiç kalkmasa bile,milyonlarca liraya satın alınan sahte zaferler,zil çalınca silinecek tozlu bir tahtaya tebeşirle yazılmış sayılardan öteye gitmez.