Hatırlıyorum; lise yıllarımda, edebiyat öğretmenim Ahmet Ordu; -kiraz yanaklı hocam- Tanzimat, Meşrutiyet, Divân edebiyatı dedikçe etimiz çekilir gibi olurdu. Yok Recâizâde Mahmut Ekrem, yok Servet-i...
Hatırlıyorum; lise yıllarımda, edebiyat öğretmenim Ahmet Ordu; -kiraz yanaklı hocam- Tanzimat, Meşrutiyet, Divân edebiyatı dedikçe etimiz çekilir gibi olurdu. Yok Recâizâde Mahmut Ekrem, yok Servet-i Fünun, yok Fecr-i Âti, Su Kasidesi, yok şu, yok bu… Sonu olmayan, ağır aksak bir ağıt gibi gelirdi hepsi 14 yaşında bana. Kitaptaki şiirler, harf mezarlığıydı, başka bir şey değil! Nasıl olmasın; söylemekte bile zorlandığımız o ağdalı dizelerden ne zaman söz etse öğretmenimiz, pencereden dışarı bakarak, bu ‘eziyetin’ bitmesini beklerdik bütün sınıf. Zaman, kağnı gibi geçmek bilmezdi, o küçücük yaşımızda görüp görebileceğimiz en ağır işkenceydi bu dersler. “Allah’ım, bundan daha sıkıcı başka bir şey daha yoktur” diye düşünürdük hepimiz. Yani ne olacak bunları bildiğimizde? Bilmeyenler ne kaybetmiş ki, bize öğretmek için bunca çaba harcanıyor diye düşünmekten kendimizi alamazdık. Ben ki; öğretmenimin göz bebeğiydim ama -ne yalan söyleyeyim- arkadaşlarım gibi düşünürdüm.
Şimdi öyle düşünmüyorum. O renkli, bana heyecan veren o dönem hikâyelerini, Türk edebiyatının ayağa kalkmak için verdiği mücadele günlerini size anlatmak için; elim kalbimin üstünde, öğretmenim Ahmet Ordu’ya kuş kanadıyla büyük bir selam gönderiyor ve onun yerini şimdi ben alıyorum.
Hayatı, pencerelerimizden, balkonlarımızdan izlemek zorunda kaldığımız bu sıkıcı salgın günlerinde; uzun zamandır yazmayı kurduğum bir dosyayı gerçekleştirmek için oturdum ekranımın karşısına. “Edebiyat Savaşları” adlı üçüncü kitabımın, büyük övgüler almasının sevinciyle, -yapılan övgülerin yarısı doğru olsa yeter bana- edebiyat dünyamızın ünlü kalem savaşlarını yazmayı sürdürmek niyetindeyim. Biraz eskilere gideceğiz bu kez. Bu uzun dosyada; içi içe geçmiş bir kavgalar zincirini, dönemin siyasetini yazıma fon yaparak anlatmayı deneyeceğim. Umarım birilerinin işine yarar.
23 Aralık 1876’dan başlayacağım anlatmaya. Meşrutiyet’in ilânından! Hani, II. Abdülhamit’in başa geçişinden, II. Meşrutiyet’e kadar geçen 33 senelik karanlık bir dönem var ya; sanki o dönemde hiç kimse hiçbir şey yazmadı, hiç kimse okumadı, tartışmadı sanılıyor ya; o iş öyle değil, ondan söz edeceğim bu dosyada. Karanlıktı, doğru, ama her karanlık sabahına doğru gider; bu dönem de, ardındaki güzel günleri hazırlaması adına o kadar önemlidir ki! Dönem ‘sıkıcı ve sevimsiz’ gelir çoğuna! Hiç de bile, hiç de bile öyle değil bence! Bu, en basit söylemiyle edebiyatımıza yapılan büyük bir haksızlıktır. Bu dönemi birkaç edebiyat akademisyeninin omuzlarına yıkmak ya da üstünkörü, yarım yamalak kaynağı belli olmayan özetlerle öğrenmek, iyi bir edebiyatsever için büyük kayıptır bana göre. Atlayın terkime, sizi o günlere götüreceğim. Belki de sandığınız kadar sıkıcı değildir, ha?
‘Zemzeme-Demdeme’ tartışması, Servet-i Fünuncularla Mâlumatçıların kapışması, tarihin görüp görebileceği en büyük dalkavuk kalemin, Malûmatçı Mehmet Tahir’in padişahın atına binerek, Türk basın tarihinde ortalığı birbirine katması, jurnalin ve dalkavukluğun meslek olması, sonra ‘Abes-Muktebes’, ‘Dekadanlık’ tartışmaları ve diğerleri, bu dönem edebiyatının -en azından- bugün yapılandan çok daha hareketli olduğunun kanıtı gibi karşımızda durmaktadır. Acayip ateşli bir dönemden söz ediyoruz. Karanlık Osmanlı sokaklarında, padişahın, her yeri dolduran baykuş gözlü hafiyelerine karşı, ettiği bir söz yüzünden hapislere giren ama yine de susmayan insanların yaşadığı günlerdir bu günler… Dalkavuklara madalya verildiği günler!
Bunları bilmeden, bugün edebiyatımızın geldiği noktayı kim, nereden bilebilir ki? Ulaşmak için birçok şeyi göze aldığımız hedef önemlidir de; o hedefe giderken yaptığımız yolculuğun bir önemi yok mudur? O yolculukta başımıza gelenler; ne bileyim, yağmur yağması ya da yeni birileriyle tanışmamız, penceremizde renk renk manzaralar halay çeker gibi birbiri ardına geçerken uyuyup kalmalarımız, gözümüzden uyku akarken, birilerinin hiç durmadan konuşup bizi uyutmaması ya da hiç istemesek de beklemek zorunda kaldığımız zamanlar… Ah, yolculuk ne güzeldir.
“Amaç yürümektir, ulaşmak değil” diyen Behrengi ne kadar da doğru söylemiş. Beklemeyi göze almayanlar, hiç yola serilmesin bence. Hani laf açıldığında, mangaldaki bütün külleri havaya savuran ‘çokbilmiş’ edebiyat cücelerine bu sözüm; hiiiç gazap şimşekleri gönderen gözlerle bakmayın bana. Okumadan / araştırmadan kimse bilemez bunu. İnternetten bir iki düğmeye basınca, bir kişinin görüşlerini yansıttığı ve gerçekliğinden asla emin olamayacağımız birkaç akademik tez okuyarak olmaz bu işler. O bilgiyi sınayıp, kumbarana atmak için, o konuda kim ne yazmışsa peşinden gidecek sabrın ve buna ayıracak zamanın yoksa susup dinlemek zorunda kalırsın. Hoş bir durum değil, değil mi? Dikkatli bir okuma yapmadan, karşılaştırma yapacak kadar donanıma ulaşmadan sahaya çıkanlar, en iyi olasılıkla birilerinin düdüğü olmaktan kurtulamazlar cancağızım. Yoksa şimdiye kadar
“Her arayan bulamaz ama bulanlar hep arayanlardır” sözünü hiç duymadınız mı? Bilgi, freni patlamış bir tren gibidir bence, seni beklemez. Şimşek hızıyla giden trenin yarattığı rüzgâr ne kadar sert eserse essin, gözünü bir an bile kırpmamayı göze aldığında, rüzgârdan korkmadığına ikna olduğunda sana hazinelerini açar. Bu zor ve tutkulu bir çalışkanlık isteyen yolculukta yola dizilenler azaldığı için, şimdi ortaya çıkanı söyleyeyim mi size: Teknoloji kılığında, bilgiye çok kolay ulaştığımız palavrası eşliğinde, o günlerden daha karanlık bir cahilliye dönemine geldik dayandık. Yapış yapış bir cehalet çamurunun içindeyiz hepimiz bugün. Öffff, ne de pis kokuyor; sanki, sabah olmayacakmış gibi geceyi vur patlasın, çal oynasın geçirenlerin ağız kokusu sarmış her yanı!
Hadi yüzünüze bir avuç su çarpın da uyanın artık! Çocuklar bakıyor, görmüyor musunuz?
30 Mayıs 1876’da, 46 yaşındaki 32. Osmanlı Padişahı Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilip, dört gün sonra da öldürülmesi üzerine, Osmanlı tahtına V. Murat geçer. Ancak, sadece iki ay tahtta kalabilir yeni padişah; çünkü akıl sağlığı bozuktur. Bunun ardından, 31 Ağustos 1876’da, 34 yaşında olan II. Abdülhamit başa geçer. Yeni padişah, 33 yıllık bir karanlığı da, cebinde gizlice saklayarak getirmiştir.
Tanzimat döneminden beridir süregelen Batılılaşma süreci sonucu, 23 Aralık 1876 tarihinde Osmanlı Devleti’nde ilk defa yarı parlamenter bir yönetim şekli olan Meşrutiyet ilan edilir. Yeni bir Anayasa yapılır. Bu, yüzyıllardır tek adam kültürüne bağlı Osmanlı için büyük bir hamledir. Kanun-i Esasi ya da şimdiki karşılığıyla söyleyecek olursak yeni Anayasa’nın kabulünde, başını Namık Kemal ve Mithad Paşa’nın çektiği Genç Osmanlılar denen hareketin büyük etkisi vardır. Yeni Anayasa, 101 pare top atışı yapılarak kutlansa da; ömrü uzun olmaz ve kısa bir süre sonra II. Abdülhamit tarafından askıya alınır.
24 Nisan 1877’de çıkan Osmanlı-Rus Savaşı (“93 Harbi” olarak da bilinir) bir yıl boyunca meclis görüşmelerinin en önemli konusu olur. Osmanlı ordusunun yenilgiye uğraması ve Rus ordusunun İstanbul kapılarına dayanması üzerine, 31 Ocak 1878’de ‘Edirne Mütarekesi’ni imzalar Osmanlı. Bundan sadece 13 gün sonra, 13 Şubat 1878’de de, II. Abdülhamit bunu bahane ederek Osmanlı Meclisi’ni dağıtır. Ardından da onuru kırıcı Ayastefanos Anlaşması yapılır… Biz onu, Birinci Meşrutiyet diye bilinen sürecin bitmesi olarak okuyoruz. Ne zamana kadar? 24 Temmuz 1908 tarihinde ilân edilecek II. Meşrutiyet’e kadar! Abdülhamit’in, gecesi bitmez korku imparatorluğu başlamıştır.
- Abdülhamit, her şeyi yasaklama yoluna gider. Basını susturur, her türlü muhalif sesi sindirir, sürgünler sıradanlaşır, sanatın üstüne kapkara bir örtü çekilir. Dilsiz ve kör bir toplum yaratılır korkunun gölgesinde. Jurnal, bir devlet hizmeti şeklini alır. Dalkavuklar palazlanır. Kendi yerine düşünen birinin olması, aklına düşman insan kılığındakiler için bir cennet vaadi olur. Duyan ve düşünenler için eziyet günleri başlar. Biatçı aptalların cenneti, akıllılar için cehenneme döner.
Edebiyat da nasibini alır elbette bu sansürden. II. Abdülhamit’in katran rengi gecesinde, gökyüzünü işgal eden kırmızı gözlü, kara kanatlı gece kuşlarına benzeyen jurnalciler, Tanzimat’da doğal görülen siyasi muhalefeti, Osmanlı aydınının rüyasında bile görmesine izin vermez. Tanzimat döneminde toplumsal ve siyasi konulara önem veren bir edebiyat varken, Türk edebiyatı için, her şey bireyin etrafında dönen karamsar, ağlak bir edebiyata dönüşmeye başlar. Tam 33 sene!
- Abdülhamit tahta geçtikten dört ay sonra, 23 Aralık 1876 günü kabul edilen Kanun-i Esasi’nin 12. maddesinde “Matbuat, kanun dairesinde serbesttir” denmektedir oysaki! Ya da “Hürriyeti şahsiye her türlü taarruzdan masundur. Hiç kimse kanunun tayin ettiği sebep ve suretten maada bir bahane ile mücazat olunamaz ” denmektedir 10. maddede... 26. maddede ise “işkence ve eziyetin kesin olarak yasaklandığı”… Kim dinler yasaları!
Söz konusu kanun maddelerine göre; meclisi toplamak, kapatmak, yeniden seçim yaptırmak yetkisine sahip olan padişah, Rus savaşının açılmasına sebep olduğu bahanesiyle, 1877’nin Haziranında Meclis’i kapatır. Yine aynı kanunun 36. maddesinin:
“Genel Meclis toplantı halinde olmadığı zamanlarda devleti muhataradan ya da genel güvenliğin bozulmasından korumak için padişahın vereceği kararlar kanun hükmü ve kuvvetindedir” hükmüne dayanarak da Vekiller Heyeti’ne bir sıkıyönetim kararnamesi yayınlamıştır zaten. (2 Ocak 1877) Bu kararnamede, korkunç anlamlar taşıyan bir madde vardır:
“Askeri hükümet, şüpheli görünen kişilerin gece ve gündüz evlerini aramaya; sıkıyönetim altına alınan yerde konutları olmayan kişileri başka bir yere sürgün etmeye; zihinleri karıştıracak yayın yapan gazeteleri hemen kapamaya ve her türlü cemiyetleri, örneğin dernekleri yasaklamaya yetkilidir.” (Madde 113)
“Zihinleri karıştıracak yayın yapan gazeteleri hemen kapamaya…” Bunun tek anlamı vardır; artık basın, dili kendisinden uzun dalkavuklara kalmış; edebiyat da, toplum sıkıntılarını dile getiren, öncü, özgürlükçü ve muhalif gömleği çıkarılıp soyulmuş, ‘suya sabuna dokunmayan’ bir çemberinin içine sıkıştırılmıştır. Artık; “Ulu hünkârın talimatlarıyla”, “emirleri doğrultusunda”, “yüce görüşleriyle” ya da “yönlendirmeleriyle” diye başlayan yazılar okunacaktır yalnızca. Başka türlü gibi görünen ama hepsi kapkara harflerle yazılmış bir kitabın, aynı sözleriyle konuşan insanları sahnededir.
Kim cesaretle yaza başka bir dize, padişahın sansürcüleri, kırmızı kalemleriyle onların üstünü çize!
Öncelikle ‘özgürlük’ diyen Tanzimat döneminin sivri kalemleri kıyılmaya başlar. Onlar ya sürgüne gönderilir ya hapse! Örneğin; Ziya Paşa Suriye Valiliğine atanır. Çok yaşamaz; 17 Mayıs 1880 günü ölür. Muhalefetin güçlü sesi Namık Kemal, 6 Şubat 1877’de tutuklanır. Beş ay hapis yattıktan sonra, Midilli Adası’na sürülür. O da çok yaşamaz; 2 Aralık 1888 günü Sakız’da ölür.
Güçlü bir özgürlük damarından gelen muhalif sesler yavaş yavaş sindirilmeye başlar. Sindirilmek diyorum, çünkü toplumsal ve siyasal konulara yer verip, halkı eğitmeyi ve bilinçlendirmeyi amaçlayan öncüllerinin çektiği sıkıntıları göze alamaz yeni kuşaklar. Onlar, demirden bir korku aracının gölgesinde, özel hayatlarında karşılaştıkları acı olayları, melodrama yakın bir duygusallıkla, içe kapalı, karamsar, ürkek bir tavır içinde “kendilerine saplanıp kalırlar” ve ölüm, aşk, doğa gibi bireysel temaları sanat diye üretme yolunu seçerler. Halktan kopuk, Anadolu’ya, büyük kitleye ulaşamayan ve dar bir entelektüel okuyucu için kalem oynatan kişiler olurlar.
Dönem uzmanları, II. Abdülhamit dönemi edebiyat dünyasında iki görüşün yükseldiğinden söz ederler: Divân edebiyatına bağlı kalan ‘Gelenekçiler’ ve özellikle Fransız bohemcilerini kendilerine rehber tutan, yüzlerini Batıya dönmüş ve zamanla ‘Edebiyat-ı Cedide’ adını alacak ‘Yeniciler’! Edebiyat-ı Cedidecileri, daha sonra Servet-i Fünun yazarları olarak anacağız.
İşte ilk kavga, tam da bu günlerde kopar. 1880’lerin ortalarında! Ringin bir yanında Recâizâde Mahmut Ekrem vardır, diğer yanında Muâllim Naci!
Kavganın köklerini eşelemekte yarar var; çünkü o zaman kimin ne derdi olduğunu daha iyi anlarız.
Dönemin en çok okunan gazetesi Tercüman-ı Hâkikat, Ahmet Mithat Efendi’nin gazetesidir. Muâllim Naci, hem Ahmet Mithat’ın damadı, hem de gazetenin en önemli yazarıdır. Muâllim; Divân edebiyatının hep aynı şeyleri söylediğini, kurallarının bir mengeneden farksız olduğunu, bu yüzden de kendini tekrarladığını, artık okura tat vermediğini ve eskidiğini söyleyen Edebiyat-ı Cedidecilerin karşısında, gelenekçi edebiyatın henüz kendini tüketmediğini, onun güzel yanlarının görmezden gelinmemesi düşüncesini savunduğu için çevresi kendisine inanmış yazarlarca çevrelenmiş, güçlü bir kalemdir. Gazetenin edebiyat sayfasını yönetmektedir. Gelenekçidir. Bunun karşısında, Recâizâde Mahmut Ekrem, bugünkü karşılığı Danıştay olan Şura-yı Devlet üyesidir. Son derece tanınmış bir bürokrattır. Diğer yanıyla da Muâllim Naci gibi o da öğretmendir. Fransızcadan çeviriler yapıp, yeni bir sanat anlayışı yaratmaya çabalamaktadır. Genç kalemleri dikkatlice izleyip, onlara yol göstermek gibi bir görevi olduğuna inanmaktadır.
Bana çok ilginç gelen bazı ayrıntılardan söz etmeden geçmek istemiyorum. Recâizâde, Namık Kemal’le tanıştıktan sonra yüzünü yenilikçi Batıya dönmüş ancak Namık Kemal’in devrimci mücadelesini sürdürmemiştir. Sonra Ahmet Mithat Efendi’yle ilişkisi de oldukça ilginçtir yazarın. 1897’de kendisini “Dekadan” (Edebiyatta ‘düşkünleşmiş, soyunu kaybetmiş’ anlamında kullanılan Fransızca bir sözcük) olarak suçlayacak Mithat Efendi’nin çıkardığı “Dağarcık” adlı gazetenin ilk yazarlarından biridir Mahmut Ekrem.
Yenilikçi Ekrem’in; gerek romanlarında, gerekse şiirlerinde egemen olan melankoli ya da kasvet havasını da, art arda üç çocuğunu birden kaybetmekle ilişkilendirir bazı incelemeciler. Örneğin, 16 yaşında ölen oğlu Nijad için yazdığı “Ah Nijad” adlı şiir, bugün bile iç parçalayan seslenişlerle doludur.
“Hasret beni cayır cayır yakarken
Bedenimde buzdan bir el yürüyor.
Hayaline çılgın çılgın bakarken
Kapanası gözümü kan bürüyor.
(…)
Bu ayrılık bana yaman geldi pek
Ruhum hasta, kırık kolum kanadım
Ya gel bana ya oraya beni çek
Gözüm, nuru-oğulcuğum,Nijad’ım!”
Ekrem 1847, Muâllim Nâci ise 1849 doğumludur. Hem sanatsal çekişmede, hem de fiziksel yaş olarak akrandırlar. Osmanlı edebiyatına karanlık çöktüğünde her ikisi de yirmili yaşlarında, cıva gibi gençlerdir. (Meraklısına Not: İlginç bir şekilde, bugün her ikisinden de daha çok hatırlanan Tevfik Fikret, hem Ekrem’in, hem de Muâllim Naci’nin öğrencisi olmuştur.)
Bombanın fitili, Recâizâde Mahmut Ekrem’in, Mekteb-i Mülkiye’de (Siyasal Bilgiler Okulu) verdiği edebiyat derslerinin notlarını bir araya getirerek oluşturduğu ve h.1296 (1878) yılında yayımladığı “Ta’lim-i Edebiyyat” (Edebiyat Öğretimi) adlı ders kitabı yüzünden ateşlenmiştir. Kitap, ilk olarak, Mekteb-i Mülkiye-i Şahane Matbaasında, litografi (Taş baskı) yöntemiyle basılmıştır. Aynı kitap üç yıl sonra da, h.1299 (1881), İstanbul Mihrân Matbaası tarafından hurufat harflerle basılır. Birçok incelemeci, iki yazarı, edebiyat tarihimize “Zemzeme-Demdeme” kapışması adıyla geçen kavgalarıyla ansa da; o edebiyat kapışmasının suyu, ‘Ta’lim-i Edebiyyat’ kitabının kazanında kaynatılmıştır bence.
(Devamı var…)