Bundan 65 yıl önce İstanbul’da “bir şeyler” oldu. Daha sonra yalan olduğu anlaşılacak bir haberin (Atatürk’ün evine bomba atıldı haberinin) ardından İstanbul’da Yahudi, Ermeni ve Rum vatandaşların dük...
Bundan 65 yıl önce İstanbul’da “bir şeyler” oldu. Daha sonra yalan olduğu anlaşılacak bir haberin (Atatürk’ün evine bomba atıldı haberinin) ardından İstanbul’da Yahudi, Ermeni ve Rum vatandaşların dükkanları yağmalandı. Evleri taşlandı. Sokaklarda saldırıya uğradılar. Bunların en çarpıcı örneği Fenerbahçeli Lefter’in bir belgesel çekimi esnasında konu 6-7 Eylül’e gelince “kamerayı kapat” dedikten sonra kayıt dışı konuşmasıdır. 6-7 Eylül, bu toprakların hak etmediği bir utanç levhası olarak 1955 yılında kayıtlara geçti.
Edebiyatımız bu konuda pek cesur davranmadı. Olayların üzerinden epey bir zaman geçtikten sonra Yılmaz Karakoyunlu, Ahmet Ümit gibi yazarlar (tabii başkaları da) romanlarında bu olaylara değindi. Gerçek şu ki, daha sıcaklığını koruyorken konuya değinmek kimseye nasip olmadı. Ama Orhan Kemal ne güne duruyordu! Bir çok konuda öncü olduğu gibi bu konuda da öncü olmak elbette onun harcı olacaktı.
Yazarın 1962 yılında Varlık Yayınları tarafından basılan “Gurbet Kuşları” romanı 1950-1960 yılları arasında süren DP iktidarının açık bir eleştirisidir. Roman, şüphesiz DP eleştirisi yaparken bir başka partiyi (örneğin CHP’yi) yüceltme metni değil. Ancak, Orhan Kemal’in bu romanda yazar olarak sık sık araya girip kendi görüşünü aktardığını söylememiz mümkün (bunun edebiyatımızdaki bir başka örneği Hüseyin Rahmi Gürpınar’dır).
Romanda Sivas’ın köyünde İstanbul’a çalışmak için gelen İflahsızın Memed’in büyük kentte tutunma çabasını anlatır. “İstanbul’un taşı toprağı altın”, “İstanbul’da yapım yıkım üzerine iş çok” diyerek gelen “yayla memleket uşaklarından” biridir, Memet. Gurbet Kuşları, 1950’lerde başlayan ülkemizdeki ilk büyük ekonomik göç dalgasının da romanıdır. Bir yanıyla da kente gelip işçi kütlelerine dahil olan köylülerle, meskun mahal kentlilerin karşılaşmasının da anlatısıdır.
Romanda 6-7 Eylül olaylarının anlatılması bir tanıklık üzerinden olur. Romanın kahramanı İflahsızın Memet’in kendi gibi işçi ve gurbetçi arkadaşı “Kastamonulu” Memet’e göre İstanbul’da eskimiş bir emekçidir. Bencil ve çıkarcı kişiliklerin sık sık geçtiği romanda Kastamonulu “her şeyin para olmadığını” söyleyecek ve Memet’e okuma yazma öğretecektir. Romanın en çarpıcı bölümlerinden biri İstanbul sokaklarına çıkmalarıdır ki, İflasızınMemet İstiklal Caddesi’ne “siftah” çıkmıştır. Mağazaların önünden geçerlerken Kastamonulu 6-7 Eylül’ü anlatmaktadır:
“…Millet kıyamet. Polisler bir yandan arka olur, millet coşmuş, kudurmuş. İnsanın aklı başından gidiyor. Dükkan kepenkleri mukavva gibi yırtılıyor. Kim yırtıyor? Belli değil. En korkak, en zayıf insan olmuş yedi başlı dev! O koca koca buzdolapları, o caanım avizeler, top top kumaşlar, o tabaklar, sürahiler…Şu bastığımız yerler kaldırımlar yok mu, tekmil ipekli yünlü serili. Bastığın yerler ipekli yünlü!” (s.139)
Olaylar daha sonra Kastamonulu’nun muhayyilesinden aktarılsa da yazarın kendi görüşlerini aktardığı da anlaşılıyor. Örneğin, “İstanbul çığlık çığlık, İstanbul alev alev. Herkes sokaklara dökülmüştü. Yemi yiyeceği kimin gözü görüyordu? Fırlamışlardı. Koşuyor, koşuyorlardı. Herkesin gözü Beyoğlu’ndaydı. Ne varsa Beyoğlu’nda. Yıllar yılı bakılıp imrenilip ama ulaşılamayan, ulaşılamayacağı bilinen her şey Beyoğlu’nun koca vitrinlerinde (…)” (s. 140) kısmında Beyoğlu sınıfsal bir imge olarak sunulur ve yoksul kitlelerin motivasyonu “varlıklı olma” isteği üzerinden aktarılır.
Bu ifadeyi kullanmakla birlikte Orhan Kemal, olayların arkasında bir başka gücün olduğunu da sezdirmektedir:
“ Günlerden beri kim kimler tarafından kulaklarında sokulup duran bu yağma bu yakıp yıkmayı çağırı sürüp gitmişti İstanbullular daha çok da Anadolu'dan İstanbul'un yıkım yapım işlerinde çalışıp birkaç kuruşun yoluna bakmağa gelmiş dışarılıların kulaklarına fısıldanılmıştı. Radyolar dolusu tahrik radyolar dolusu köpük köpük heyecan İstanbulluların kanını alev alev bayrak bayrak coşturmuş, Türk milleti Ortaçağ'dan bile önceki Vandalizm'in Tahrip şuuruna itilmişti.İstanbul tahrip ediliyordu.İstanbul yaktırılıyor, yıktırılıyor yağma ettiriliyordu. Efendisini dövemeyenin uşağını tokatlaması cinsinden bir kin radyolar dolusu kusulup millete radyolar dolusu aktarılmış ‘Tahrip’ bir ‘Millî namus’ haline getirilmişti.” (S.140)
Yazar anlatının devamında yağmanın Beyoğlu’yla sınırlı kalmadığını da belirtiyor:
“ Millet tavındaydı o gece Ortaçağ ve ondan öncenin karanlıkları öne çıkmış dönen gözlerin salladığı kazmalar İstanbul'u İstanbullulara belki de yüzyıllarca boyu utanç verebilecek bir şuursuzlukla yıktırıyordu. Beyoğlu'ndan yükselen alev alev çığlıklar Kumkapı Yenikapı Samatya ve başka yerlerinkine karışıyor İstanbul beş yüz yıl önceki gibi Fatih Sultan Mehmet'in askerlerinin ayakları altında kalmışçasına alev alev haykırıyordu.” (S.140)
Bu arada İstanbul’a yeni adım atmış Memet’in bu konuda aklına gelen ilk şey yağmadan pay kapmaktır: “Ah be, dedi. Bilsem o yıl gelirdim..”
Her ne kadar bir DP eleştirisi söz konusu olsa da olayların ardından “hükümet”in olaylar karşısındaki tutumu da aktarılır:
“Polisler molisler ellerinden çekip aldılar. Sonra askerler mahallelere yayıldılar, evler arandı, evlerinde gâvur malı çıkanlar hapse atıldı.” Denildikten sonra, Kastamonulu üzerinden yazar “olumlu” bir bakış açısını ortaya koyar:
“İnsan en iyisi helalinden bir şeylere sahip olmalı. Helalinden olmadı mı yaramaz. Ne varsa helalinde var. İnsan çalışmalı, hep çalışmalı, yükselmeli. Kendi kazancın gibi yok!” (s140)
Romanın ileri sayfalarında Memed’in daha bilinç sahibi bir işçi olduğunu okuruz.
Romanda 6-7 Eylül olaylarından dolayı hükümetin zor durumda kaldığına da değinilir. Ancak roman boyunca olaylar satır arasında yine karşımıza çıkar. Bir gecekondu ailesinde geçen şu kısım dikkat çekicidir:
“Ayaklarının yıkanması bitmişti. Karsının getirdiği bezle kurulayıp, 6-7 Eylül gecesi Beyoğlutalanından Zeytinburnu’ya getirilip el altından satılırken ucuza satın aldığı, Maçka, Şişli,Nişantaşı apartmanlarındaki beyefendilerin giydiği zarif terliklerini ayaklarına geçirdi.” (s.247)
Orhan Kemal gibi gerçekçi bir yazar aydın sorumluluğunu olayların üzerinden daha on yıl bile geçmeden yerine getirmiştir. Toplumsal tarihimizdeki bu tür olayların edebiyat ve sanatın diğer alanlarında daha sık ele alınması “bir daha asla” diyebilmek düsturunu yaygınlaştırabilecek en güçlü yoldur.
NOT: Gurbet Kuşları’nın 1962 yılı ilk baskısından faydalanılmıştır. Orhan Kemal’in bütün eserleri Everest Yayınları tarafından basılmaktadır.
NOT 2: Konuya etraflıca bakmak isteyenler Herkül Milas’ın “Türk ve Yunan Romanlarında Öteki ve Kimlik” kitabına bakabilir.