Türk edebiyatının Emile Zola’sıBir küresel salgın yüzünden birbirimize dokunmaya, kucaklaşmaya hasret kaldığımız bu karantina günlerinde; sorumlu bir aydın olarak evde geçirdiğim zamanı yararlı işlerle değerlendirmem gerektiğini biliyorum. Ama ne yalan söyleyeyim; dışarıda bütün kışkırtıcılığıyla kafamı karıştıran bir bahar göz kırparken; dostlarımı, öğrencilerimi, bayıldığım İzmir sokaklarını, çay içtiğim kır kahvelerini deli gibi özlemişken; bahçemde, pıtır pıtır yemyeşil dallar patlatan nar ağacına pencereden bakmak işkenceden beter! Çok sıkıldım. Sıkıldım, hem de çok! İçim, kime ve neden olduğunu bilmediğim onlarca küfürle doluyken sorumlu davranmalıyım, evet, doğrusu bu! Hay bu sorumluluğu icat edenin!Biliyorum, duyuyorum; birçoğu üst üste filmler izliyor bu günleri atlatmak için, gözleri kurbağaya dönmüş. Kimileri evde spor yapmaya çalışıyor, ne demekse bu! Kimileri asırlardır ertelediği kitapları okuyor tek tek, anca zaman bulabildiler belli ki! Kimileri de kelle koltukta, hayıflana hayıflana işine gücüne gidiyor hâlâ! Gitmeyip de n’edecek? Ekmeğin saltanatını yeniden keşfediyoruz hep birlik. Ahlâk mı, ekmek mi? Tabi ki ekmek! “Ekmek ahlâktan önce gelir” diyen Brecht, ne kadar da haklı! Ekmeği olmayan için egemenlerin uydurduğu ahlâk denen ninni ne kadar gereklidir? Aç çocuk uyuyabilir mi? Sorun, ekmekle ahlâkı karşı karşıya getiren şeyde asıl! Sait Faik’in bir şiirinde dediği gibi “ölmemek / delirmemek” için çabalayan insanlardan daha iyi kim anlayabilir bu durumu? Herkesin kendisiyle ve salgın yüzünden eve kapandığı güne kadar yaşadığı hayatla hesaplaştığı günler bugünler. Belli olan tek şey; hiçbir şey eskisi gibi olmayacak artık. Gözümüz, kulağımız salgının durduğunu bildirecek o güzel seste! O gün, her birimiz, kendimiz olduğumuzu sanarak girdiğimiz evlerimizden, kim bilir nasıl biri olarak çıkacağız sokağa?Ben de üzerime düşeni yapmak zorunda olan bir Türk aydını olarak, yaşlı anneme yemekler yapıyorum, bulaşık yıkıyorum, alışverişe çıkıyorum maskemi takarak, falan filan… Sonra da sabahlara kadar yazıyorum deliler gibi. Eve kapandığım 16 Mart 2020’den bugüne kadar 47 dosya yazı yazmışım. Yani beş yüz sayfayı geçkin yazı! “Vaayy” dedi sevgili dostum Edip telefonda bunu kendisine söylediğimde, “Biri sana dinlenmenin ne olduğunu anlatmalı oğlum! Deli misin nesin?” Haklı mı bilmem? Bildiğim tek şey; bunca harfin, bunca araştırmanın, bunca emeğin, içimdeki eksiklik duygusunu gideremediği hâlâ! Geçenlerde de üniversiteden öğretmenim Dr. Efdal Sevinçli’yle konuştum. Deli gibi yeni hazırladığı kitabının üstünde çalıştığından söz etti bana. “Deli gibi!” Herkesin bu salgın yüzünden evine barkına kilitlenip kaldığı günlerde o, çalışmaya devam ettiğini söyleyerek, bir çeşit yaşam duruşu gösterdi bana. Duydum öğretmenimin sesini, anladım. Ben öğretmenlerimin çalışma ve biriktirme kültürünü kendine rehber edinmiş biriyim; o titiz, o deli gibi arşivlerde ömür tüketen öğretmenlerime yakışan bir öğrenci olmak, yazarlığımın belki de ulaşabileceği en üst tepelerinden biri olacaktır. Bana öyle geliyor ki, öğretmenlerimin ya da diğer deneyim önderlerimin benimle gurur duyacağı bir şey yapmış olmak, sol yanıma takılmış, parlak bir madalyadan farksızdır. Onlar güneş, biz öğrencileri de pervane böcekleri değil miyiz? Kanadı olanlar uçmak ister, ben başka bir şey bilmiyorum. Onlardan öğrendim.Edip “Deli misin?” dedi bana; Efdal Hoca, yeni kitabıyla ilgili “deli gibi” çalıştığından söz edip, adı konmamış bir rota gösterdi. Benim aklımda tek bir söz kaldı bu görüşmelerden: “Ben deli miyim?”
“Ben deli miyim, Allah’ım? Fakat deli kendinden şüphelenerek hastalığını en ince liflerine kadar böyle tel tel araştırır ve bunun üzerine düşünebilir mi? Buna -bilinç- denmez mi? Bilinçle delilik bir kafada toplanabilir mi? Biri ötekini kovmaz mı? Sanıyorum bende ikisi de var. Başkalarına, çok kere de kendime kötülük ediyorum. Ama bu dünya, delilerden çok akıllıların kötülüklerine uğramıyor mu?Hey! Kendini akıllı sanan zavallı (…) sana da her saatini, her hareketini yazan bir alet bağlasalar, bazı bazı tımarhanedekileri imrendirecek şeyler yaptığını belki biraz anlardın. Komşuda bir oyun havası çalınırken odanın kapısını örtüp de kendi kendin göbek attığın yok mudur? Aynanın karşısında suratını eğip bükerek kendini izlediğin hiç olmadı mı? Daha böyle yapmaktan hoşlandığımız ama kimseye göstermek istemediğimizi birçok tımarhanelik davranışımız vardır. Demek hepimiz birer parça gizli deliyiz.Geçen gün Divanyolu’nda yürürken dilimi çıkararak caddenin ortasında üç defa zıplamak hevesiyle yüreğim çarptı. Bu pek sade, fakat delice hareketim kim bilir başıma kaç yüz akıllı toplayacaktı? Akıllılar delilik seyretmekten niçin bu kadar hazzediyor? Delilerin iki türlü talihleri vardır. Akıllara aykırı düşen ekstra çılgınca atılganlıklarında başarılı olurlarsa “dâhi” unvanını alırlar, başarılı olamadılar mı doktorların ellerine kalırlar.”Ahhh Edip, ahhh Efdal Hoca, hem ‘yazma bir süre, dinlen’ diyorsunuz bana, hem de yarım aklımı tetikleyecek her şeyi yapıyorsunuz. Onlarla konuştuktan sonra aklıma; işte bu sözlerin yer aldığı Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın, 1925 yılında yayımlanmış o ünlü romanı düştü: “Ben Deli miyim?”Oturup, önce öğretmenimin Arba Yayınları arasından çıkan “Hüseyin Rahmi Gürpınar” adlı incelemesini okudum tekrar. Sonra, delirmemek için ne yapacağımızı şaşırdığımız bugünlerde farklı bir şey yapmaya karar verdim: Bu konuda bir yazı yazmaya! (Gülmeyin!)Bu yazıyı bana yazdıran, kafamdaki şeytanları dürtükleyen bazı ayrıntılardan da söz etmeliyim sizlere. Örneğin, bugünlerde herkesin ağzından düşürmediği o bıktırıcı telkini, “kişisel izolasyonu” bir ömür boyunca yapmış Hüseyin Rahmi Gürpınar. Çok titiz bir adammış, aklıma bu geldi hemen. Yılın on iki ayı eldiven takar; günde üç-beş kere elbiselerini değiştirir, kimsenin evinde yatıya kalmaz, bir yerlere yemeğe gidiyorsa kendi yemeğini yapıp götürür, biriyle tokalaşacaksa eldivenlerini takar ve kapı kollarını mendille tutup açarmış yazar. Yaa!Efdal Sevinçli’nin kitabında bunun nedenine dair bir not var: “… yazar, verem hastalığına tutulmuş ve Mekteb-i Mülkiye’nin 2. sınıfında iken, ağzından kan geldiği, çok zayıf düştüğü gerekçesiyle öğrenimine ara vermiştir. (1880) Bir yıl bakım görüp iyileşmesine karşılık bir daha okula devam edememiş (tir). (…) Gerek kendi hastalığı, gerek ailesindeki veremliler H. Rahmi’nin kişiliğini belirlemede oldukça etkin olmuş, onu mikroptan korkan, temizlik için aşırı titizlik gösteren, eldivensiz gezmeyen, tokalaşmaktan kaçınan bir “hastalık hastası” yapmıştır.” (Efdal Sevinçli, “Hüseyin Rahmi Gürpınar, İnceleme”, Arba Yayınları 39, İstanbul, Haziran 1990, sf. 13-14)(Meraklısına Not: Hüseyin Rahmi’nin annesi Ayşe Sıdıka Hanım da, 1868 yılında, henüz 22 yaşındayken veremden ölmüştür. Hüseyin Rahmi annesini kaybettiğinde 4,5 yaşındadır.) Yetim kalan Hüseyin Rahmi, Girit-Hanya’da görevli olan asker babasının, Mehmed Sait Paşa’nın yanına gönderilir. Ama babası yeni bir evlilik yapınca tekrar İstanbul’a, teyzesi ve anneannesinin yanına döner. Anneannesinin köşkünde, kadınlar ve dadılar arasında yetişir Hüseyin Rahmi. Dantel işler, örgü örer, çeşit çeşit yemekler, reçel ve dondurma yapar kadınların yanında. Romanlarındaki dırdırcı, dedikoducu, meraklı, hastalıklı yaşlı kadın tiplemelerinin gücünü bugünlere dayar incelemeciler. Hiç evlenmez de Hüseyin Rahmi Bey. Karikatür Mecmuası’nın, 29 Şubat 1936’da yayımlanan 9. sayısında şöyle yazarlar onun için: “Üstada: “Niçin evlenmediniz?” diye sormuşlar. Yanıt: “Allah saklasın! Evlenmiş olsaydım yetmiş eser değil, yedi eser bile yazamazdım” olur.Refik Ahmet Sevengil de bu konuya yer verir kitabında: “Şimdiye kadar hiç evlenmemiştir. Bir gün sebebini sorduğum zaman önce sıkıldı. Çocukluğunda aralarında büyüdüğü eski İstanbul hanımlarından öğrenilmiş bir mahcubiyet edası ile kızardı, sonra galiba suali cevapsız bırakmış olmamak için gülümsedi: Yattığım odada başka nefes istemem, sinirlenirim; bunun içindir ki misafirlikte de kalamam.” (Refik Ahmet Sevengil, “Hüseyin Rahmi Gürpınar, Hayatı, Hatıraları, Eserleri, Münakaşaları, Mektupları”, Hilmi Yayınevi, İstanbul, 1944)Yazar olarak Hüseyin Rahmi’nin adını, 24 Kasım 1884 tarihinde, Cerîde-i Havâdis gazetesinde görürüz ilk kez: “Bir Genç Kızın Avâze-i Şikâyeti”… Bu yazı, bir hikâye taslağıdır özünde. 20 yaşındaki bu yetenekli yazarın edebiyat tarihinde kabul edilen ilk hikâyesiyse, bu yazısından sadece 5 gün sonra, aynı gazetede yayımlanan “İstanbul’da Bir Frenk” adlı hikâyedir.Hüseyin Rahmi’nin, ardında 41 roman, 8 uzun hikâye ya da 5 tiyatro oyunu bırakması elbette çok önemlidir. Ancak övülmesi gereken bir şey varsa o da, II. Abdülhamit’in baskısının canavarlaştığı günlerde bunu yapmasıdır bana kalırsa. Akıl meyvesinin, korku örümcekleri tarafından sımsıkı sarıldığı günlerdir o günler! Nedir bu sanatçıların egemenlerle bitmeyen kavgası! Kabul edin artık, ne yaparsanız yapın, sahadan çekilmeyeceğiz!
“Hürriyet, meşrutiyet, birader, yıldız, tepe, dinamit, burun, bomba, ihtilal, isyan, suikast, murat, reşat, vatan, tahtakurusu, hasta adam vb. gibi binlerce sözcük sanat görevlilerinin kırmızı mürekkepli kalemiyle yok ediliyor, akla gelmedik nice sözcük, tümce yapabileceği çağrışımlar gerekçe gösterilerek yasaklanıyor, çıkarılıyordu. II. Abdülhamit döneminde (1876-1909 / 1918) sayfaları boşaltılmış gazeteleri, satırları çıkartılmış, sözcükleri sansürcülerce değiştirilmiş romanları, şiirleri okumak olağanlaşmıştı. İşte böylesine bir bunalım döneminde kalemini cesaretle kullanan bir yazar olmanın onurunu taşıyan H. Rahmi, memurluğu da gerekçe gösterilerek sansüre takılır ve yazı yasması yasaklanır.” Böyle anlatır Cevdet Kudret o günleri “Abdülhamit Devrinde Sansür” adlı kitabında. Hüseyin Rahmi’nin sansürcülerle başının belaya girdiği kitabıysa, 1901 yılında, İkdâm gazetesinde tefrika edilmeye başlanan (*Tefrika, uzun bir çalışmanın bölümler halinde yayımlanmasıdır) “Alafranga” adlı romanıdır. (1911 yılında “Şıpsevdi” adıyla basılacaktır bu roman) 13 gün sonra romanı yayından çeker yazarı. Sonrası uzun bir suskunluk dönemi. Ta ki 1908 yılının 23 Temmuz günü ilân edilen II. Meşrutiyet’e kadar!Meşrutiyet’in ilân edilmesinden sonra iki önemli şey olur yazarın hayatında: Birincisi, Adliye’de sürdürdüğü devlet memurluğundan istifa ederek gazeteciliğe döner. İkincisi, ilk dört sayısını gazeteci-yazar arkadaşı Ahmet Rasim’le birlikte çıkardıkları ve 24 Temmuz 1908’den 1 Aralık 1908’e kadar toplam 36 sayı yayın hayatında kalacak olan, “Boşboğaz İle Güllâbi” adlı bir güldürü gazetesi çıkardığını görürüz Hüseyin Rahmi Bey’in. Haftada iki kez, Pazartesi ve Perşembe günleri çıkan gazetenin ömrü, yaklaşık beş ay sürer. Sonra Heybeliada günleri başlar. 1912’den öldüğü 1944 yılına kadar!
“1912 yılından 1944 yılına dek, köşkünde kapalı bir yaşamın içinde, dış çevreyle bağlantılarını her geçen gün azaltarak yaşadığını gözleriz. Bir perili köşk yalnızlığı içinde ihtiyar ve dul yengesi Aliye Hanım, yengesinin kızı Safter Hanım ve çocukluk arkadaşı Hulûsi Bey ile birlikte yaşayan Gürpınar’ın dünyasını hizmetçisi ve kedileri tamamlar.” (Efdal Sevinçli, “Hüseyin Rahmi Gürpınar, İnceleme”, Arba Yayınları 39, İstanbul, Haziran 1990, sf. 30)Bu kısacık yazıda her ayrıntıyı uzun uzun anlatamayacağımızı biliyorum. Ama çocukluk arkadaşı Hulûsi Bey’den söz etmeden de geçmek istemiyorum. Hulûsi Bey, Hüseyin Rahmi için çok önemlidir. Öyle önemlidir ki; kendisi gibi hiç evlenmemiş olan Albay emeklisi Hulûsi Bey 1933 yılında ölünce, yazar yere yurda sığamaz olur. Yaşadığı adadan İstanbul’a bile sayılı kere giden Hüseyin Rahmi, dostunun kaybından sonra kalkıp taaa Mısır’a gider. Artık romanlarının ilk okuyucusu, ilk eleştirmeni yoktur yazar için. Canının nasıl yandığı, yalnızlığına tutkun biri olan yazarın kalkıp Mısır’a gitmesinden belli!
“Mısır’a niçin gittim? Evvela bunu anlatayım. Yukarıda benim bir çalışma odam vardır. Bir tahta masa, iki tane koltuk. Eskiden koltuğun birinde ben otururdum. Birinde, tam karşımda, senelerce bana can yoldaşlığı eden Hulûsi Bey. Bizim köşkte elektrik yoktur. Lambayı yakardık. Kış geceleri mangalı aramıza alır, Hulûsi Bey’le kestane kavurur, mısır patlatır, roman okurduk. Ben de bazen çalışırdım. Hulûsi Bey öldükten sonra onun koltuğu benim gözümde büyüdü. Bu bomboş koltuk beni korkutuyordu. Dehşetli zayıfladım. Bu sırada Prens Abbas Halim Paşa bana haber gönderdi (…) Bu korkumdan kurtulmak için Mısır’a gittim.” (Akşam gazetesi, 6 Haziran 1934)İşte bunun için önemlidir Hulûsi Bey. Heybeliada’da bulunan Abbas Paşa Mezarlığı’nda yan yana yatmaktadır bugün iki dost. Orada bile ayrılmamışlardır.Bir de milletvekilliği dönemi vardır Hüseyin Rahmi’nin. 1936-1943 yılları arasında, TBMM’ye giren altıncı dönem milletvekillerinden biridir yazar. Kütahya Milletvekili yapmıştır onu İnönü. Efdal Hoca, “Yazar ve ulusal romancı” olduğu için CHP tarafından aday gösterildiğini söyler kitabında.Üstüne koca koca incelemeler yazılan Hüseyin Rahmi’nin, konuşulacak onlarca özelliği var kuşkusuz! Ama ben bu kısacık yazıda başka bir yanına fener tutmak istiyorum romancının. Yazdığı için onu mahkemelere düşüren bir romanından, romanı mahkeme heyetine savunduğunda söylediklerinden ve sonrasından konuşmak istiyorum izin verirseniz… Şık (1889), İffet (1896), Mürebbiye (1899), Şıpsevdi (1911), Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç (1912), Gulyabani (1913), Tebessüm-i Elem (1923), Efsuncu Baba (1924), Evlere Şenlik, Kaynanam Nasıl Kudurdu (1927), Mezarından Kalkan Şehit (1928), Dünyanın Mihveri Para mı Kadın mı (1949) gibi her biri bir diğerinden ünlü onlarca romanı edebiyatımıza kazandıran Hüseyin Rahmi’nin bir romanı, yazarının başını belaya sokmuştur: 1925 tarihinde basılan “Ben Deli miyim?” adlı romanı!Romanın konusu basittir: Şadan, annesiyle birlikte yaşayan biridir. Mirasyedi bir yaşam sürerken, aykırı düşünceleri tartışmaya başlar kafasında. Annesi, içinde oldukları duruma uyumdan söz ederken, Şadan koşulları tartışmakta ve eleştirmektedir. Müberra Hanım, kafasının karışık olduğunu düşündüğü oğlu Şadan’ın yaşantılarını idare edemeyeceğini düşündüğünden Hidayet Efendi ile evlenir. Bu Şadan’ı iyice çileden çıkarır. Yalnız kaldığında Nietzsche, Schopenhauer, Auguste Comte’un da deli dendiği halde birer dâhi olduğuna dair bir iç konuşma egemenliğini okuruz, doktorların yarı deli tanısı koydukları Şadan’da. Tam da bu sırada Kalender Nuri çıkar karşımıza. Lümpen, eğlenceden başka bir derdi olmayan Nuri. Nuri’nin de bir derdi vardır; evli olan Revan Hanım’a âşıktır. Revan Hanım’ı kocasından ayırıp kendisine eş yapmak için ahlâk sınırlarını zorlayan işlere bulaşırlar iki kafadar. Sonuçta Revan Hanım’ı kocasından ayırmayı başarırlar. Ancak Revan Hanım, Nuri’yle değil, arkadaşını kandıran Şadan’la evlenir. Nuri bu durumu kabullenemez ve yeni çifti rahatsız etmeye başlar. Şadan’ın bu durumdan kurtulmak için aklına şeytanca bir fikir gelir; Nuri’yi öldürmek! Şadan, Nuri’yi bir kuyuya atar ve onu öldürür. Ancak Revan Hanım’ın bunu duyması üzerine sanrıları artan Şadan, Revan’ı da öldürmek ister. Bunu başaramayan Şadan, ben deli miyim soruları içinde boğulur ve intihar eder.Efdal Hoca diyor ki; “Ben Deli miyim?” romanı, yargıç önünde, savcıya karşı, yazarınca savunulan ilk yapıtımızdır. Romanı ahlâksızlıkla suçlanan ve yargılamaya alınan ilk romancımız olarak da Gürpınar, mahkemede, salt kendini savunan bir “kişi” olmasının ötesinde, edebiyatımızı savunan ilk yazarımızdır.” İlk olarak tefrika halinde, Son Telgraf gazetesinde yayınlanır “Ben Deli miyim?” adlı roman. 18 Ağustos 1924 ile 27 Ocak 1925 tarihleri arasında! Romanın basına yansıyacak kadar büyük yaygaralar kopartılarak sansüre uğraması, bunun mahkeme tutanakları, suçlama ve ona karşı yazarın savunması, edebiyat tarihi adına ne kadar kıymetliyse, dönem siyasi endişelerini göz önüne sermesi adına da o denli kıymetlidir bana kalırsa. İsmet İnönü; “Hüseyin Rahmi’nin cin, peri hikâyelerini mevzu olarak alan ve bunların boşluğunu sanatla belirten eserleri senelerce sevile sevile okunmuştur. Bu eserler batıl inanışları yıkmak, halkın zihnini bugünkü inkılâba hazırlamak hususunda hakikaten faydalı olmuştur” dese ne olacak? Ya da Abdülhâk Hamit Tarhan, Gürpınar’ı, “Türk edebiyatının Emile Zola’sı” diye ilân etse! Belli ki yazarın eseri, birilerini fena rahatsız etmiş, o, kırmızı mürekkepli kalemleri elinde tutan sansürcüler de, romanı geleneklerimize ve ahlâkımıza aykırı bularak mahkemeye vermiştir.Devamı Var