Bizler binlerce yıldır var olduğumuz topraklarda, modern dediğimiz, muhasır medeniyet toplumları gibi imar yapmayı b...
Bizler binlerce yıldır var olduğumuz topraklarda, modern dediğimiz, muhasır medeniyet toplumları gibi imar yapmayı beceremedik. İmar, kelime anlamı olarak, bir toprak parçasını yaşamsal olarak şekillendirmektir. Bu anlamda, diktiğiniz ağaçlar da, suyun akışını nizam ettiğiniz bentler de, tarım terasları da imardır. Bir kültürün yaşamı boyunca var olduğu alana tümüyle dokunuşudur. Sorunumuz sadece kötü örneklerle gördüğümüz gibi çimentosundan demirinden çalınmış binaların depremde çökmesi değildir. Yanlış yerde yapılmış pek çok sağlam ve güçlü bina da devrilerek yıkılmak durumunda kalmıştır. Binlerce yıldır türlü medeniyetlere ev sahipliği yapmış bu topraklarda, eski kültürlerin izlerini takip ettiğimizde, coğrafyamızın tüm sırlarına vakıf olabiliyoruz. Örneğin Erythrai Antik Kent, ilk önce Boyalık sahili Kalem Burnu üzerine kurulmuş. Kent Kurucuları, yerleştikleri alanın, yaşamsal önceliği olan tatlı sudan yoksunluğunu görerek, kenti en yakındaki devamlı tatlı su kaynağı bulunan Ildırı’ya, Aleon deresi yanına taşıma kararı almışlar. Sahilde liman kenti olarak kurdukları bu kadim şehir depremlerden zarar görünce, kent dağ eteklerine inşa edilmiş. Ancak devam eden pek çok sarsıntı, diğer sosyal ve ekonomik nedenler zaman içinde İon Uygarlığının önemli bir merkezi olan Erythrai Kentini ortadan kaldırmış. Yine de Ildırı’da, isim, yönetim değişse de, bir şekilde yaşam sürekli devam etmiş. Karaburun Yarımada incelendiğinde, deprem etkileri, çeşitli güvenlik kaygıları ile eski pek çok köyün ve yerleşkenin dağ yamaçlarına, tepelere inşa edilmiş olduğunu görebilirsiniz. Türlü nedenlerle tamamen terk edilmiş olsalar da, halen içinde yaşam devam ediyorsa da, buralardaki yüzlerce yıllık taş yapılar neredeyse tümüyle ayaktadır. Öyleyse çok sayıda medeniyete ev sahipliği yapmış bu coğrafyanın uzun zamandır varlığını devam ettiren bizlere önemli öğretileri var. Son 50, 60 yıllık yaşantımıza gelinceye kadar bu öğretileri bilerek ve ciddiye alarak yaşadığımız, ancak son kertede tümünü görmezden geldiğimiz ortadadır. İmar ve şehirleşmede medeni dünya dediğimiz toplumlardan hemen hiçbir yasal mevzuatımız eksik değildir. Yine de bunları uygulamaya dökmede ve denetlemede ciddi sıkıntılar icat ettiğimiz açık. Toplumun, ekonomik yapısı, eğitim kalitesi, etik ve ahlakı ile doğrudan bağlantılı yıpranma, fiziki olarak imarımıza yansımış durumdadır. Yaşamak için barınma şartı, son 60 yıl kadar dönemde, zenginleşme için yapılaşma şeklinde bir forma dönüşmüştür. Üretim, turizm, sanayi, ticaret, gıda ve endüstri faaliyetleri ikinci plana düşmüş, betonlaşma ile şekillenen inşaat sektörü tüm diğer sektörlerin önüne geçmiş durumdadır. Bireysel olarak milyonlarca insanın hiç ev sahibi olamadan öldüğü, kimilerininse yüzlerce konut sahibi olduğu tuhaf bir uçurum meydana gelmiştir. Sanayi devrimi ile 1950 lerde yaşanan büyükşehirlere göçün hemen ardından ilk olarak İstanbul’da sorun haline gelen gecekondulaşma, bugün türevleri ile artarak devam eden barınma ve şehirleşme sıkıntımızı açığa çıkarmıştır. 1968’de sosyal devlet ilkesi ve düzgün şehirleşme sorumluluğu ile yürürlüğe konan 775 sayılı gece kondu yasası ne amaçlamış, amacına ne ölçüde hizmet edebilmişti. Tüm yönleri ile incelenmesi ve tartışılması gereken başka bir konu da devlet eliyle şekillendirilmesi gereken şehir planlamalarıdır. Bugün çok daha hesaplı araziler dağ yamaçları ve tepelerde, sağlam yapılar olarak inşa edilmiş sosyal toplu konutları inşa etmekte, yerleşkeleri doğru yerlere doğru şekilde planlamayı nihayet öğrendiğimiz, ya da 60 yıldır unuttuklarımızı belki de mecburen hatırladığımız anlaşılıyor.