Karbon ayak izi de tamamıyla bireysel bir yaklaşım olarak öne sürülmüştü. İnsanların günlük hayatlarında tükettikleri, oluşturdukları kirlilik, ozon tabakasının delinmesine kişisel katkılarını, içilebilir temiz su israfı, enerji israfı gibi temel başlıklarda, bireyin farkındalığını artırmak amaçlanmıştı. Günlük yaşantımızda hiç farkında olmadan, kendimiz ile yaşadığımız gezegen arasındaki bağlantıyı unuttuğumuz, her bir adımda, ona ne zarar verdiğimiz hatırlatılmak istenmişti. Pek çok kişi karbon ayak izini benimseyen davranış biçimlerini özümsedi, yaşam şekline dönüştürdü. Yine de büyük çoğunluğun kaygısı olmaktan çok uzaktır. Damlatan musluklar, açık bırakılan unutulan hortumlar, odadan çıkınca unutulan açık bırakılan lamba, kullanılmadığı halde fişte takılı “stand by” durumdaki elektronik aletler,,, gibi çok konuda, insanların bilinçlendirilmesi hedeflenmişti. Orada ortaya çıkan  çok küçük bir israf gibi gözüken zayiatın 8,5 milyar dünyalıya oranlanarak değerlendirilmesi gerekirdi. 

Bir grup bilim insanı ve düşünür bu analizleri ortaya koyarken, diğer bir grup ise, devam eden çılgınca zayiata neden olan ülkeleri veya kurumları ortaya koymaktaydı. Örneğin, Amerika’da 24 saat açık hangar büyüklükteki Wallmart avm’lerin harcadığı elektrik. Veya devam eden savaşlar, Rusya’nın Ukrayna’ya, İsrail’in Gazze’ye yapmaya devam ettiği hava saldırıları. Veya nükleer denemeler. Ve tatbikatlar…bir yanda telefonunu şarj etmiyorsa, kablosunu fişten çıkarması gerektiğini önemseyen milyonlarca insan, diğer yanda, hepsinin tasarrufunu bir tuşa basarak yok etmekten çekinmeyen zihniyet. Güç ve erk sahibi olmayı, bu uğurda tiranlığı prensip edinmişlere karşı, duyarlı ve bilinçli insanlık neyin sınavını vermektedir? Pek çok yazımızda, temiz enerjili, bataryalı otomobiller uğruna yok edilmeye devam eden Afrika madenlerini, çöplüğe çevrilen Malezya’yı, Kongo’yu işlemiştik. 3.cü dünya ülkelerinin hem bedava denebilecek iş gücünden faydalanan, hem tüm coğrafyasını maden ocakları ile katleden, hem de atık pil, diğer tüm diğer zehirli atıklarını bu ülkelere gönderen, modern ve medeni ve hatta çevreci medeniyetlerden bahsetmiştik.

Dünyanın en zengin maden rezervleri halihazırda Afrika’da yer almakta. Yine halen en az el değmiş coğrafi güzelliklerin ve zenginliklerin de toplandığı bu kıta, medeni ülkelerin talan arenasına döndürülmüş durumda. Bunun temel nedeni, kendi coğrafyalarına ve kültürlerine sahip olma iradesinin zayıflığıdır. Altın, demir, bakır, pırlanta ve petrol rezervlerine rağmen, günden güne daha fakir olmalarının nedeni burada yatar. Fakirlikle açlıkla yoksullukla boğuşan pek çok Afrika ülkesi en zengin madeni cevherin bulunduğu topraklara sahipken, toplumun önceliği karın tokluğu veya kişisel zenginleşme arasında sıkışmış bırakılmaktadır. Bu durum o insanların ya çok ucuz işçi, ya göçmen, ya da tamahkar tutuma zorlanması için ortam sağlar. Bir toplum, tarih kültür ve coğrafya değerlerine tutunamıyorsa, var olma savaşı veremediği gibi modern tarzda köle toplum olmaya devam eder. Böylesi bir düzen içinde, ne insani, ne medeni, ne de çevreci bir bakış açısından da söz etmek mümkün değildir.

Öyleyse, insan kalitesi o toplumun yönetim kalitesini, yönetim kalitesi de medeniyet kalitesini ortaya koyar. Yani bireylerin aydın ve ahlaki bakış açısı bulunmayan toplumlarda, herhangi bir bilincin zuhur etmesi beklenemez. Aydın insan demek, görgü ve bilgi sahibi olmak, kendinden fazlası için çaba göstermek, bilgi ve birikimini topluma, insanlığa faydaya, salih amele çevirebilmek demektir. Birey çevre konusunda aydınlanmayan toplumlar dünya aleyhine yaşamaya, gezegeni yok etmeye devam edecektir.