(Durup dururken utangaç bir kalem, sevdalanıvermiş gecenin içinden duyduğu romantik bir şarkıya… Varsay ki; ılık bir kış gecesi, iki güvercin baş başa dayanmış bakıyor gökteki en parlak yıldıza. De ki; çipil gözlü bir yazar, gönlünü kaptırmış İzmir’de radyocu bir kıza!)

Sordun ya bana geçen gün sevgili, yaraların çok derin, yaraların nereden? İçimde kazanlara sığmaz kapkara sular kaynasa da, dinle o zaman, sana açacağım kalbimi; bil sevgili “yaralarım aşktandır”.

Üstelik bu küçücük boyumla, dünyanın ne kadarını işgal ettiğim bile meçhulken; dün gece yorgun kalbim senin avuçlarındayken… gözlerinin denizinde huzurlu bir tekneyken yani usulca, ne kadar da bendim… Dün gece ben senin karşında küçücük ama dünyanın karşısında dev gibi; yani ki sevgili, şefkatli kadınının karşısında arınıp süzülmüş bir Tanrı gibi göklerdeydim.

Madem merak ediyorsun beni, dinle o zaman, bu mektupla anlatıyorum bir ucundan kendimi:

50 senedir hiç aralıksız okuyup duruyorum, okuyup durmuyorum / yazıyorum / yazmaya sığınıyorum / beni onların diliyle şarkı söylemiyorum diye içine tıkmaya çalıştıkları yalnızlık kokan daracık odaların duvarlarını yıkmaya çalışıyor; bunun için ya/z/ş/ıyorum… Hiç olmadı o kara duvarlara, ağaç / kuş, güneş, bir de bulut resimleri çizip duruyorum… Umudumu sıcak tutmaya çabalıyorum.

Bir iki şey daha öğrenmek / öğrendiklerimle bu kahırlı, bu cahil, bu zindan, bu kendini bilmez / bu haddini bilmezlerin doldurduğu hayat dedikleri işkenceden beter şeye direnmek  için çırpınıyorum; aşkın dünyada kalmış bir avuç közünü kalbime saklayarak ve onu sıcak tutmaktan başka yapacak daha önemli bir kavga nedenim olmadığına inanıyorum. Bunu bildiğim gibi, bilginin de sonu yokmuş, onu da öğrendim, onu da biliyorum. Bir de, ne ki kırmızı gözlü, tüylü ayaklı, demir tırnaklı, çengel gagalı, örgütlenmiş ve ciğeri beş para etmez korkularımız yüzünden önüne geçmeye çekindiğimiz o çirkin cehaletin asla yokolmayacağını, yüz bulursa saklandığı siperden derhal üstümüze çullanıp, kalbimize pençe atacağını da biliyorum... Çünkü o korku mikrobu, en çok birbirine güvenen / aşkla / aşka inanan insanlardan korkarmış, -gözlerimi söküp atmak isteyecek kadar çok gördüm bunu inan bana- binlerce kez şahidim, biliyorum. Nasıl biliyorsam; kaybolduğun yerde kendini aramalısın… öyle biliyorum bunu da sevgili.

İşte sevgili’m, sevgili’m, canım sevgili’m; tam da bu yüzden işte, bir çocuk ağlıyorsa içimde ben o gece uyuyamıyorum… Uyuyamadığım geceler o çocuğa güzel ve umutlu masallar anlatıyorum! Şimdi sana anlattığım en kendine benzeyenin masalı gibi... Anlattıkça, seni ne çok özlemiş olduğumu farkediyorum.

Kendimi bildim bileli sevgili, beni ben yapan, yanında kendim olabileceğim / en çok kendime benzeyeceğim ve hep bir melek olarak düşündüğüm o âşık duyguları arıyorum. Bunun için hayatım boyunca duyduklarımdan umudumun kırıldığı, basit bir soruyla çıkıyorum herkesin önüne… senin karşına ilk kez çıktığım o küçük kahvedeki gibi…Neydi oranın adı? Bir din görevlisinin sıfatıydı galiba?  Hani ellerin titriyordu karşımda, hani kocaman bir ağacın tüm yaprakları zangır zangır titriyordu yağmurda… Sanki bakmıyorduk ya hani, sanki göğsümüze çivi çakıyorduk gözlerimizle, iki şaşkın, iki ürkmüş ama gözleri mızrak, hani ateşten korkmayan iki çocuk gibi…öyle!.. Neydi o kahvenin adı?

Kendindeki aşkı mı, aşkta kendini mi arıyorsun?.. Usanmadan, bıkmadan sordum bunu birilerine… Gördüğüm o ki; sadece boş boş yüzüme bakıyorlar, belki de yanıt vermeye korkuyorlar, nereden bileyim dilleri kopmuş gibi dehşetle bakıp bana, niye korkunç bir ifadeyle susuyorlar? Sen de susmuştun ilk baktığımda yüzüne, -ama dudakların nemli, gözlerin bulutluydu, inanmak için can atan bir kalbin sesi duyuluyordu- susuyordun, o zaman bilmiyordum -şimdi biliyorum, gözlerin ihbar ediyordu seni- dünyanın en güzel susuşuydu seninki, bilir gibiydin sevgili, yo yooo, kesin kes biliyordun eminim; çünkü aşk çıktığında karşısına, diller tutulur, aşkın karşısında ne diyebilir ki biri? … Yüzüne baktığımda, o görmek için can attığım gökyüzü yüzüne / yüzündeki gökyüzüne ilk baktığımda anladım onun sen olduğunu… Ne kadar da soylu, ne kadar da güzelsin!

İşte o zaman bu zamandır biliyorum canımın mis kokulusu,en çok  anlamanın aşk olduğunu... O kadar belli ediyordu ki  rüzgârda uçurtma gibi dalgalanan görünür telaşın; o zaman emin oldum bildiğine, biliyorsun işte biliyorsun, o kadar belli ki: Aşk gelince sen de biliyorsun benim gibi diğer her şeyin ve her şeyin bekleme odasına davet edileceğine… Sana inanıyorum... Sana güveniyorum!.. Biliyor musun, seni hayalimde bile yavaş yavaş seviyorum.

“Kendindeki aşkı mı, aşkta kendini mi arıyorsun?”

Üzülüyorum biraz da biliyor musun sevgili? Bilmiyor ki çoğu sorduğum bu sorunun yanıtını / önemini / gücünü! Yanıtları yok bana… Hadi gel birlikte okuyalım, hadi aç radyoyu, bak ne güzel aşk şarkıları çalıyor birileri, büyük yorgunluklardan korkmayan birileri, hadi biraz cesaret diyorum; dinlesenize radyoyu, bak fırıncı, bak gevrekçi, bak evinden, sıcak yatağından uzak bunca uykusuz insan neden yorar kendini bu kadar, sen fısır fısır uyurken örneğin ben neden okumanı ümit ederek harflerin cehenneminde yanıyorum ki her gece ve her gece bir daha alevli sözcüklerle? Bunu hiç mi düşünmezsin vicdansız! Benim gibi birkaç aklını yitirmiş daha, koca bir mezarlığa çevirdiğiniz bu yerde daha ne kadar sabredebiliriz, bilmem? Sen kimsin ki benim gözümden sakınarak, dibine uykusuzluğumu dökerek yaşatmaya çalıştığım çiçeğimin üstüne tükürmeye, onun, gül yaprağının altından geçse hapşıran narin yüreğini korkutmaya kalkarsın demez mi gözünde çalışmaktan kan yılancıkları olanlar? O pis dilini koparmayı da mı bilmez onlar?… Bilir elbet, daha önce defalarca yaptılar, gene yaparlar ama yeter! Yeter artık, çok yorulduk sizinle dövüşmekten… Sizi geldiğiniz korkular ülkesine savurduğundan değil, bunun için size dokunmak zorunda kaldığı için ellerimiz ağlıyor. O kadar çirkinsiniz ki, sizi gördükçe ölüm sözü gelip dilimize yapışıyor…  Ölümden bile çirkin olduğunuzdan! Tüm güzelliğini yitirir çünkü kendine bu kadar yabancılaşan!

Biraz dinlenelim, gene peşinize düşeceğimizi biliyorsunuz,. Ne kadar az olsak da hiçbir zaman bizi yenemediniz, şimdi benim küçük kalbimde kocaman, galaksilerden büyük, galaksiler gibi boydan boya yıldızların aydınlattığı sevgili’min adı var, siz şimdi beni kirli rüyanızda bile yenemezsiniz artık, yıkılın karşımdan!

Hiç!..Hiç düşünmemiş ki, hiç düşünmüyor ki hayatını işgal eden magazinin hızından, eğlence deyince aklına sadece içmek ve mangalda sucuk kızartmak gelmesinden, bir de havaya ateş ederek sevinmeyi  kültür sanıp, yemek yediğini sanarak çöpe benzeyen dondurulmuş zehirler tıkınıp, kendisi dışında her çeri-çöpü biriktirdiğini, gözleri kör olmuş… görmüyor ki nasıl boğulduğunu bu kalabalık, bu kabalık ve gürültünün tozundan… Bilmiyor ki; fırsat bulamıyor ki düşünmeye reklamlarla uyuşturdukları aklından… Saygısı yok ki fikri de olsun, çıkmak için hareket etmesi gerektiğini bilsin, içine itildiği kuyudan… Sevgili perde perde sönerken evin güneş görmeyen dip odasında, hâlâ vazgeçmiyor sersem kredi kartını okşamaktan, üç yılda bir evindeki koltukları değiştirmeyi yaşamak, bir de başka türlü olamayacağını sanmaktan… Savaştan farksız bu korkunç gürültüleri yaşamın müziği ya da kaderi gibi karşılamaktan: Başı önde giderken kendi cenazesine çağıran selâ seslerinde, “Acaba kim öldü?” diyecek kadar kendine yabancılaşmaktan… O zaman işte bir silah patlar, üst üste üç kere: Dan… Dan… Dan!.. Ruhlar da ölür sevgili anlaşılamamaktan!

Gel dedim, ben sevgili bir el uzatıyorum sana, asla yargılamıyorum seni, hiç yargılamadım, hiç yargılamayacağım, gel! Sen gelemiyorsan kitap olayım, gecede müzik olayım, gece ve müzik olup ben geleyim sana dedim… beni terörle mücadeleye ihbar etti, iyi mi… insana dair minicik bir iz yokken meymenetsiz yüzünde, elinde koca bir ihbar mektubu... Sonra ara ara gelip duvara dayadılar beni; uzun tırnaklı pis elleriyle her yerimi aradılar korkunun zabitleri. Cebimden sana yazdığım bir mektup çıktı sadece, inan hepsi bu. İşkence etmezlerdi ne bana, ne kendilerine oysa ki, okumayı bilselerdi şu an elinde tuttuğun, sana yazdığım bu sade mektubu!

Ahhh sevgili’m, bazı insanlar neden bu kadar küçültür kendini? Ahhh neden unutur bazıları aslında insan olduğu için yüce olduğunu? Kimi alçakgönüllüdür, kimi ise alçak olmaya gönüllü demiştim ya sana bir kere… o dediğim işte tam da budur, aklıma ne zaman düşse bu hikâyeler utanırım. Oysa ki; hâlâ kafamın içinde kurtarmaya çalışıyorum bana düşmanlık edenleri: Acaba öğreten olmamış mıdır hiç onlara, ondan mı bilmiyorlar bu kadar basit şeyi: Vicdanın temiz değilse, içine döktüğün her şey ekşir düşüncesini… Basittir bunu bilmek, benim gibiler bilmez ötesini,  ahhh!

İşte yalnız böyle zamanlarda bir korku gelir üstüme, bir ürpertiyle sarsılırım kalbimin güzel kızı. Çok korkarım böyle kuşkulu zamanlardan. Bir bilsen; nasıl da korkuyorum cehaletin kravatlısından, pötikare etek döpiyes bankacısından, badem bıyıklarına hacı yağı süren namussuz komisyoncusundan, kendilerine yabancı isimler / sıfatlar takarak ortalıkta kiralık kral kostümü giyerek dolaşmaya utanmayan soytarılardan… bir şey olduğunu sanan her türlü fırıldakçı, çeşit çeşit dolandırıcısından, kendini bile kazıklamaktan çekinmeyen yalancısından… Dan, dan, dan!

Bence sevgili’m, onlar içlerinde senin yaşlı kedin kadar bile vefa taşımıyorlar. Bilgiden ve bilgiye / sanata inanan insanlardan öcü görmüş gibi korkuyorlar. Ama aynı zamanda; hem kandan korkup, hem de üstüne ölmüş eşeğe 50 metreden bıçak çekip kabadayılık taslıyorlar. Onlar korkmaktan bile korkuyorlar vesselam!.. Çünkü o kadar güzel seviyorsun ki beni, o kadar olur! Kalbini korku sıçanlarına peşkeş çekenlerin geceleri her zaman uzun, küçük kara balık misali vazgeçmeyenlerin dudağında sevgilinin verip de geri istemediği minicik bir nem kurutulmadıkça dört göz arasında, saat kaç olursa olsun; her an bir daha, bir daha başlayan yemyeşil sabahlar olur… Öyle ya; gül ise açılacaktır zaten, zorlamaya ne gerek var? Zorlanan her şey kırılır çünkü… Hele ki bir kalbin kırılması ne kolaydır… Hele hele… Gerek var mı? Kim kırdığı bir kalp üzerinden, ne kazanmıştır ki şu zavallı dünyada?

Neyse;

Kitapları anlatayım mı ben sana? Okuduğum bazı kitaplar bana erdemli olmayı, erdem ise kavgacı olmayı öğretti. Beni, dağ gibi görünse de, bir çöp yığınından başka bir şey olmayan yukarıda birazını anlatmaya çalıştığım o korkutanlar ve korkanların birbirine karıştığı, karışıp yapıştığı korku dağının karşısında cesur etti… Yıllarca bilerek bilmeden yalnız bırakarak beni terbiye etmeye kalktılar, olmadım! Olmayacağım! Kavgama hep sadık kaldım, gene kalacağım… Ben terbiyemi sana saklamışım, gördün mü? (Karşında nasıl da coşkulu, nasıl da keçi yavrusu gibi zıplıyordum, Urla’da hatırlıyor musun?)

Sonra öteki kitaplar var bir de; daha aklıbaşında, daha uslu, ‘vazgeçme küçük adam kendini aramaktan, için dışından uzun’ diyen kitaplar da bana aşkı öğretti sevgili; içimi yakan ateşin, dünya ekmeğinin pişmesi için olmazsa olmaz gerekli olduğunu, aşk aşk ise eğer, o ekmek pişsin diye kendimi o ateşe gönüllü atmam gerektiğini, sonra aradığımı bulana kadar sabretmeyi / beklemekten yılıp, kendini küçük düşüren birinin elinden tutmamayı,  bir de o herkese yetecek olan dünya ekmeğinin pişmesi için benim küçükten de küçük olan kalbimin az da olsa bir maya olduğunu öğretti kitaplar. Söyle bana sevgili, yanlış mı biliyorum ben: Elini tutan insan yanlışsa, her mevsim kış değil midir aslında? Ben, yolumu sana / ilkbahara çıkaran bütün öğretmenlerime bunu öğrettikleri için büyük saygı duyuyorum. Sadece bu bile benim cesaretimi artırıyor, daha ne olsun? Hepsinin azı çok olsun!.. En çoğu üşümüş bir serçe olsun, serçenin en huzurlusu olup, gelip senin insanın içini ısıtan sıcak odanın penceresine konsun!.. Bir tek o serçeyi kıskanmayacağımı biliyor musun?

Oysa ki elini tuttum senin, sadece bir kere… O günden sonra inan, içimi deniz bastı en az bin kere!

Bir de ekmek dedim ya, o ekmeği pişirenlerin, kaliteyi şatafattan / gösterişten zınk diye bir bakışta ayırt etttiğini, seçmeyi bildiğini öğretti o kitaplar bana… Bunun için, tüm özgür atlara, bir de sanki bizi selamlar gibi radyoda çalan sevdalı şarkılara selamı unutmadan, tüm namuslu kitaplara minnet!

İşte şimdi, sen, sevgili’m, duy ağzımdan; bütün bildiklerimi el ele tutuşturdum… sen oldun. De ki seni gülümsetirse bir şey; bir çiçek mesela, diyelim ki kırlent misali İzmir’in yaslandığı bir tepede ,yeşil bir bahçede açan bin kollu bir selluka, bir şarkı mesela, “corrandes d’exile”, şairinden salça sürülmüş bir dilim ekmek kadar sade bir şiir dizesi mesela ‘kalbimin doğurduğu’, ya da aniden yumuşacık ve lezzetli bakışları sevgili’nin uzuuun uzun, bizden başka kimsenin olmadığı bir anda, kuytu bir köşesinde İzmir’de bir müzenin …

O ki: İzmir’ de serin bir Aralık akşamıdır. O ki deniz kenarında, bütün mitoloji tanrılarının toplanıp beceremediğini, körlerin bile göreceği kadar temiz sevincini, sevgilisini güldürmek için sokak ortasında kalkıp dansa dönüştürmekten çekinmeyen şefkatle büyütülmüş, diyelim ki adı Fikriye olsun, Fikriye’nin çipil gözlü oğludur, ki; gecikmiş bir mermiye benzer görünüşü… Taş olsun, sevgili’ye vuslattan başka varsa bir düşü!.. Seni hep özlüyorum.

Sonra birkaç çay, iki kahve, bir çi börek, saçında Urla rüzgârı sevgili’nin, sevgili’nin yüzünde iki çanak bal gibi duran gözleri, bir de o -bal gibi de görünen- bal çanaklarının içinde saklı olan bir dilsizin en güzel sözleri … Ben işte ancak kalbimle güvendiğim bu tertemiz balı yerim ve işte sadece bu saydıklarıma varımı yoğumu veririm… Senden sonra sevgili; yüzü kederli bahçeme, ellerini toprağa gömen Füruğ’un şiirlerini eker, geçip onların arasından, elim yüreğimin üstünde sana gelirim.

Çoook uzun zamandır, yaralarını yalayarak hayatta kalmaya çalışan bir kurt gibi yaşadım. Hep başkaları için savaştım!.. Sandım ki, herkes birbirini yüceltirse, dünyada ‘aşağılık’ hiçbir şey kalmaz. Meğer; “eğilirse basamak, dik durursa sığınak” olurmuş insan… içim acıyarak öğrendim! Keşke ‘göz hizası’ diye bir ders olsaydı ilkokul 1’de… Hatta anaokulunda…  Biz seninle göz hizasında bakıyoruz ya hayata, herkes de bunu yaşasın, bunu tüm kalbimle diledim.

Seni görünce sevgili’m, kalemim kadar sevdiğim kadın, seni görünce "ben de varım" dedi, içimde hınzır bir velet... Söylememeliydim ama söyleyeceğim yine de sana, çenem kopsun! Dün on bin kere aynaya bakıp durdum; sanki az sonra sen çıkıp gelecekmişsin telaşıyla! Beni nasıl güzelleştirdiğini bilmediğinin / bilseydin yokluğunun artık beni kör bırakacağı korkusuyla… Sana kendimi beğendirmek çabasıyla… Ne güzel, ne güzel bir aynasın sen böyle!.. Sana bir baktım, içimden yaşamak arzusu çıktı.

Daha neler neler kaynaşıyor içimde bir bilsen... Ohoooo, dünya kadar çok şey var merak ettiğim sende.. Sende ve dünyada… En çok senin dünyanda! İyi ki yaşıyorsun bu dünyada… dünyamda!

Bir de şu var, bilesin: kıpır kıpır bir sincaptan farkım yok şu an oturduğum koltukta… Sor neden?

Benim cesur sevgili’m, benim asilim, kirpiklerime kurduğum salıncakta sallanan... Yükselirken çıplak ayakları yıldızlara değip, aşağıya inerken yakışıklı bir denize dalar gibi gözlerime dalan… Ben, bir başıma ömrümce kaç duvar varsa hepsinin yıkılmasını isteyen, elindeki üç beş tuğlayla köprü yapmak dururken, duvar yapanların çok çok çoğunlukta olduğu bir ülkede, kendi özsuyunu dibine dökerek büyümüş, eğri büğrü, yorgun bir ağacım. Bakma cırcır öttüğüme, son derece utangacım. Her şeyin incelikten kırıldığı bir zamanda, kabalıktan kırılan ve hayatın emrinde bir yazı adamı... Sıradan ama hassas, masallar boyu bir şövalyenin peşinden giden, hayır eksik söyledim: masallar boyu değil, bir ömür boyu giden! Şövalye olup olmadığını hiç kimsenin söylemediği, şövalye olmak isteyen o çocuk -ki senindir o çocuk, gözlerinden doğmuştur- işte o, yani “seninki” kazanmıştır. (Sen bana şövalye dedin birkaç kere, ben sana hayran kaldım. O sözünü derhal yüreğime aldım, sana inandım, belki bilmek istersin tatlım, ben zamanın o anında kilitli kaldım)

Yani sevgili, ben senden sonra, senden sonra gözümün ışığı, sana uzanmış elim, ossaat kendine ve sana aynı anda dokunmuştur. Nasıl demeli, nasıl anlatılır ki bu içimden sürüyle uçuşan kuşlar misali geçen duygular bilemedim şimdi ama yüzü güzel “mıştır”la biten her ne varsa, içimde toplanmış... toplan-mıştır. Artık her şey Behrengi’nin yazdığı namuslu bir çocuk kitabı gibi, artık her şey benim için mıştır ve mıştır… Sevgili’m, bilmeni isterim ki: benim yoksul çocuğumun o şahaneden şahane kitabının birinci sayfasına, silinmez mürekkeple senin adını yazılmıştır, gülümse!

Yazıyorum, yazıyorum, yazıyorum… aniden dönüşüp Urla’da, Urla’da dönüşüp aniden serin bir Aralık gecesi gözlerinin önünde… bir de bakıyorum yazıyorum dediğim şey oluyor: Yaşıyorum… Bir de bakıyorum ki benmişim birdenbire oynayan sokak ortasında, içimde kıvrak bir Ege havası…Gördüğün en sevimlisi belki yavru keçilerin… Karşımda utangaç ama kışkırtıcı iki köçek gibi şıkır şıkır gözlerin!

Yazıyorum sonra, gene yazıyorum. Sonra bakıyorum yazdıklarıma: hepsi sen! Hepsi sevgili, gözümün gören kısmı sen, İzmir kumrusu sen, bir iki dize en kuytularımdan sen, üniversitede, elime nüfuz etmiş gevrek yağını yıkayamadan girdiğim sınav kâğıdının kokusu sen, bakmayı bilen gözleri olan, sevgisine muhtaç olduğum, -sevgilimsin-, sevgili’m sen!

Bak bana, dağ başında bir pazarım senden sonra: bir şişe pekmez, bir kavanoz balım varsa senindir, bir avuç fındık belki, birkaç tane ceviz, odun ateşinde demlenmiş köpüklü bir kahve, duygularım sevgili, duygularım sanki pastoral bir çarşı… Kırk yerimde kırk serin çeşme, akar dururum sana doğru, akar dururum hayata karşı!

Ahhhh, böyle işte güzeller güzelim... Çok mutluyum bugünlerde, hep var ol, aydınlık ol! Ben şimdilerde ne yapıyorum, yani senden sonra biliyor musun; kalemimi kendi kendine bırakıyorum vahşi bir atı izler gibi uçsuz bucaksız yemyeşil bir ovada… Uzaktan bakıyorum ona; kalemim tırmanıyor maymun gibi, -sıkışmış nefesim bir yol arıyor çıkmak için dışarıya- ve kalemim çok haylaz; -ah yaramaz kalemim ah- şu an senin adını yazıyor kalbimin göğündeki her bir yıldıza, sapsarı aya!... Şımar sevgili’m şımar: Bil ki bütün fezaya!

Ahhh sevgili, ikimiz de biliyoruz, kâinatın en güzel şeyi aşktır, yani ki sensin! (Hiii, özür dilerim, saat sabahın altı buçuğu olmuş, yoruldum herhalde biraz, dilim sürçtü, ne dedim ben?)

Düzeltiyorum hemen: Sevgili’m, canım, kalbi un kurabiyesi, dudakları süt çiçeği, evet, kâinatın en güzeli sensin! Ya da içinde sen varsın diye güzel bu kâinat!

Ne zaman düşünsem seni, gökyüzünde kuş fırtınası... Öperim benim olan her yerinden!