“Bir ülkede akıl ve sanattan çok mala ve paraya değer verilirse, bilinmelidir ki; orada keseler şişmiş, kafalar boşalmıştır” (Nietzsche)
Malûmatçı Tahir’in basın ve edebiyat tarihimize utana...
“
Bir ülkede akıl ve sanattan çok mala ve paraya değer verilirse, bilinmelidir ki; orada keseler şişmiş, kafalar boşalmıştır” (Nietzsche)
Malûmatçı Tahir’in basın ve edebiyat tarihimize utanan harflerle yazılmış onlarca günahı vardır. Bilenlerin; içinden hemen ‘Domuz, Terkos gölüne düştü mü, düşmedi mi?’ dediğini duyar gibiyim. Ünlü hikâyedir ya, bilmeyenler de benim ağzımdan duysun, öğrensin.
1874 yılında, Dersaadet Anonim Su Şirketi adında bir Fransız şirketi, İstanbul’un içme suyunu şehre getirmek için Terkos Gölü kenarında bir işletme kurar. İşletme, 1885 yılından itibaren de arıtılmış içme suyunu İstanbul’a dağıtmaya başlar. Fransız şirket, işini yaparken yeni projelerle varlığını daha da ilerletmek ister. Bu yüzden de bazı gazetelere, şirketi ve çalışmalarını öven haberler yapmaları için el altından ücret öder. Bu ücretlerin en dolgunu da, kese dolusu altınlarla Malûmat’a, yani Baba Tahir’e yapılır. Kurulan rüşvet ve yalan haber kumpası, şirkete atanan yeni Fransız müdürün, bu durumdan rahatsız olup, gazetenin ‘yemliğini’ kesmesine kadar devam eder.
1900 yılında, şirketin başına geçen yeni müdür muhasebe kayıtlarını incelerken, dağıtılan rüşvetin farkına varır ve gazetelere verilen ödemelerin hem ahlâksız, hem de gereksiz olduğunu söyleyerek ödemeleri durdurur. Bu savurganlıktır yeni gelen müdüre göre. İdealist şirket müdürü, henüz Baba Tahir’i tanımamaktadır belli ki!
Bir-iki ay geçer. Baba Tahir -alıştığı gibi- şirketten gelecek, kadife keseler içinde çil çil parlayan altınların ödenmesini bekler. Ödeme gelmez. Şirketten konuyla ilgili kişilere haber göndererek, durumu sorar Tahir Efendi. Artık kendisine rüşvet parası ödenmeyeceğini söylerler. ‘Peki’ der gayet efendice. Ölümcül bir sessizlik içindedir.
Ertesi gün, yönetim bürosu Galata’da olan Dersaadet Su Şirketi’nin önü, elinde tuttukları gazeteleri sallayan, şirkete taş atıp bağıran, yüzleri öfkeden kıpkırmızı olmuş bir insan kalabalığıyla dolar. Yeni müdür ve çalışanlar ne olduğunu anlamamışlardır. Müdür, ne olduğunu öğrenmek için bir görevli gönderip, kalabalığın derdini öğrenmek ister. Görevli, kızgın kalabalığın sopa gibi salladığı Malûmat gazetelerinden biriyle döner müdürünün yanına. Müdür gazeteyi şaşkınlık içinde açar. Hızla okur gazetede yazılanları ve çaresizce koltuğuna çöker.
“
Terkos Gölünden İstanbul’a su getiren Fransız Dersaadet Su Şirketi işletmesinde müessif bir hadise! Domuz avcıları, Istıranca Dağı eteklerinde avlanırken rastladıkları bir yaban domuzuna ateş etmişler; yaralanan ama kaçan domuz Terkos Gölü’ne düşüp boğularak ölmüştür.”
Aman Allah’ım, Müslüman İstanbul için felaket bir haberdir bu! Gel de içine domuz düşmüş suyla abdest aldır İstanbullu’ya, gel de o suyu içir bakalım! Fransız su şirketi için İstanbul’daki ayrıcalıklı haklarının kuş olup uçması anlamına gelen bu durum, müdürün yeni projelerinin de suya düşmesi demektir. Yeni müdür çaresizce ne yapması gerektiğini düşünmeye başlar. Şirketin gediklilerinden biri, müdürün kulağına, gazetenin sahibi Malûmatçının paraya bayıldığını, kendisine ödenen altınları, tekrar ödemenin işe yarayacağını fısıldar. Çaresizlik içinde, aynı gün bir kese rüşvet altınını Baba Tahir’e gönderir yeni müdür. Ancak Tahir Efendi kabul etmez bu bir kese altını. Eyvaaahhh!
Baba Tahir, şirketi ve müdürü bu berbat durumdan kurtarmak için bir kese altının yetersiz kalacağını, ödeme dört kese altına çıkarılırsa ‘belki bir şeyler yapılabileceğini’ bildirir müdüre. Müdürün elleri havadadır. Dört kese altına kavuşan Malûmatçı, ertesi gün bir haber daha yayımlar gazetesinde:
“
Yapılan araştırmada bir yanlışlık olduğu saptanmış, vurulan domuzun göle varmadan bir kenarda telef olduğu anlaşılmıştır. Halkımızın gözü aydın olsun; Terkos suyunu gönül rahatlığı ile kullanabilirler.”
Jurnalleriyle, şantajlarıyla herkesi canından bezdirerek çıkar sağlamak Malûmatçının karakteridir. Yayın hayatına girdiğinde ne diyordu gazetesini tanıtırken;
“Ahlâk, din, eğitim, pedagoji, kadın, aşk, aile, diplomasi … gibi pek çok alanda yerli ve yabancı bütün faaliyetlerden okuyucular haberdar edilecek…” Adama niye kızıyorlar ki şimdi, daha en başından söylemiş ne yapacağını?
Şaka bir yana; alçalmanın, burnu yere değince biteceğini sananlar o kadar yanılıyor ki! Yerlerde sürünen karakterini dik göstermek için, ağzına sığmayan upuzun ve yapışkan dili ne güne duruyor alçalacak olanın? Dalkavuğun ve cahilin tek silahı olur; yalanlarla beslediği, cilalanmış uzun dili!
Malûmatçı Tahir, ‘Selamlık Resm-i Âlîsi’ başlıklı basit bir haber yayımlar gazetesinde. Haberin özü; Padişahın, Cuma namazını Hamidiye Camii’nde kılıp saraya döndüğünü bildirmektir, hepsi bu! Yayımlanan haberin tam metnine bakar mısınız?
“
Halife-i diyânet-iktinâh ve şehriyar-ı takvâ-penâh veliyy-i ni'met-i bî-minnetimiz padişahımız Gazi Büyük {Abdülhamid} Hân-ı Sânî Efendimiz hazretleri bugünkü rûz-ı meymenet-efrûzda Sâlât-ı Cuma'yı {Hamidiye} Cami-i nûr-ı lâmi'inde bi'l-îfa iktisâb-ı müsevvibât-ı bî-pâyân buyurduktan sonra kemâl-i izz u şân u şevket ve mezîd-i ihtişâm u saltanat ile saray-ı kudsiyyet-ihtivâ-yı mülûkânelerine muavedet-i seniyyeleri şeref-vuku' bulmuştur.”
Malûmatçı Mehmet Tahir’in zehirli sarmaşıklara benzeyen dili, kısa zaman içinde gazete sayfalarına sığmaz; çıkıp, bütün İstanbul sokaklarında başıboş dolaşmaya başlar. Altın köstekli, çok şık giyinmiş bir sürüngen gibi… II. Abdülhamit’in karanlık 33 yılında, bir sokak köpeği bile, Malûmatçının dilinden daha özgür değildir. Niye mi? Çünkü Baba Tahir’in yüzünde ‘satış yapan’ bozacının yanında, ‘karanlığı duyma yeteneği olan’ bir de şıracı vardır; dili ne kadar uzunsa, kulağı da o kadar büyüktür jurnalcinin!
1901 yılında, Hüseyin Rahmi’nin (Gürpınar) “Alafranga” adlı romanı İkdâm gazetesinde tefrika (*Bölüm bölüm yayınlamak) edilmeye başlar. Ancak Baba Tahir, Malûmat’ta, romanın ilk bölümünde geçen “Haşerat” ve “Mikrop” sözcüklerini, yazarın, ‘Yüce Padişah Abdülhamit’in hafiyeleri’ anlamında kullanılmış olduğunu yazar. Sansürcüler bu jurnalin üstüne, 13 gün sonra romanın yayınını durdurur. Alçakgönüllü, son derece kibar ve yalnızlığı seven karakteriyle bilinen Hüseyin Rahmi, bu olaydan sonra Baba Tahir için “Basın haydutu” diye yazar. (Meraklısına Not: 1901 yılında, sansürcüler tarafından yayımı durdurulan Alafranga, 1911 yılında “Şıpsevdi” adıyla basılacak olan o ünlü romandır. Hüseyin Rahmi, bu romanından 700 altın kazanarak köşk yaptırır kendine.)
Malûmatçının akıl almaz maceraları, Alis Harikalar Diyarında kitabından çok da farklı değil aslına bakarsanız. Akıl ve ahlâk sınırlarını zorlayan Baba Tahir’in gözü hiç doymaz. Malûmat zamanla günlük gazete olarak yayımlanmaya başlar. Ardından, 1898’de ikinci günlük gazetesi, “Servet”i çıkarır. Bir yıl sonra da; haftalık “İrtika” ve “Musavver Fen ve Edeb” adlı dergileri! Ne dil varmış adamda, değil mi?
Aynı günlerde kendi matbaasını kurar. Hangi okulda okuduğu bile bilinmeyen bu altın köstekli adam, 95 civarında kitap basar bu matbaada. O dönem İstanbul’da parmakla sayılacak kadar az olan otomobillerden birinin sahibi olur. Buna ‘Yürü yavrum, kim tutar seni’ diyorlar herhalde?
İyi de nasıl? Sadece alçak ilişkiler kurup, saraya dalkavukluk yaparak bunca varlığa ulaşılabilir mi?
Baba Tahir, dönemi içinde kat’a yasaklanmış çılgınca işlere bulaşır. Haber kılığına sokulmuş , önceden çil çil altınlar sayılarak satın alınmış gazete köşesinde, bir tür gizli reklam yapmaya başlar: Haber kılığında reklam! Örneğin, Malûmat’ın sayfalarında gezinenler, bugün bile yasak olan haber kılıklı bu reklamlardan biriyle karşılaşır. Hem de bir içki reklamıdır bu!
“
Amstel Birası: Felemenk’te Amsterdam şehrinde imal olunan bu bira münhasıran cins-i a’lâ arpadan ve ömür otundan imal olunup; ispirtodan kat’iyyen ârî olduğundan, mukavvi (*Kuvvetlendirici)
, mugaddi (*Besleyici)
ve serinletici hassaları hasebiyle, meşahir-i etıbbâca (*Doktorlarca)
hassaten tavsiye olunmaktadır. İş bu biradan şehrimizde büyük lokanta, birahane, gazino ve umumi bahçelerde füruht (*Satış)
olunduğu gibi büyük bakkaliye mağazalarında ecza depozitolarında ve eczahanelerde dahi bulunur. Merkez-i füruhtu İstanbul’da Fındıklıyan Hanı’nda B. Nevruz mağazasıdır.”
İyi de, sansürcüler neden bir şey yapmıyorlar bu adama sizce? Yapmazlar; çünkü kendi matbaasında bastığı muhalif yayınları, Jön Türkler’in Mısır’da yayımladığını söyleyerek saraya sunmaktadır Tahir Efendi. ‘Ulu padişaha yaptığı bu vatanperver hizmetinden ötürü’, vatana düşman, saraya düşman bu mendeburları ispiyon ederek, örnek bir davranış sergilemiştir zaten. O ne yapmış? İçki reklamı! Amaaannn o vatan evlâdıdır, görmezden gelin, elleşmeyin! Ne var yani, üç kuruş para kazanıyor işte! Onu besleyin ki, diğer vatan hainlerinin kellesini getirmeye devam etsin saraya. Durum budur.
Malûmatçının kişi, kurum, diplomat, sporcu, yazar mazar taktığı yoktur. Paranın kokusu nereden geliyorsa, oraya sürer arabasını. Jurnalin yasallaştığı günlerde, hava her zaman kapalıdır; çünkü güvensizliğin rengi gridir ve sarayı yıkmak için her zaman ‘pusuda bekleyen düşmanlar’ hikâyesi, korku imparatorluğunun temeline serilmiş astar; bu astarın bağlayıcı çimentosu da; cahil bırakılan ve saraydan başka kurtarıcı olmadığına inandırılmış zavallı insanların korkularıdır.
Az daha Baba Tahir yüzünden, bugün binlerce taraftarı olan Fenerbahçe Spor Kulübü kurulamayacaktı desem, şaşırır mısınız? Fenerbahçe tarihine araştıranlar, kulübün dramatik kuruluş hikâyesini gözleri yaşararak okurlar:
“
Kulübümüz, İstanbul’un Kadıköy semtinde, Nurizade Ziya Songülen, Şevkipaşazade Ayetullah ve Samipaşazade Necip Okaner tarafından, gizlice kurulur. Zira Padişah II. Abdülhamit’in baskı rejimi, Türk gençleri için, değil kulüp kurmak, İngiliz aileleriyle oynadıkları futbolu bile yasaklamıştır. Çünkü spor yapmak amacıyla da olsa, Türk gençlerinin bir araya gelmesi, rejim için çok sakıncalı görülmektedir (…) Sultan II. Abdülhamid döneminin devleti ayakta tutmak amacı ile tutunduğu sert ve baskın politika Türk gençlerinin azınlıklar gibi futbol oynamasını ve takım kurmalarını engelliyordu. İstibdat yönetiminin hüküm sürdüğü dönemde toplanma gerektiren faaliyetler yasaktı. Azınlık gençleri Kadıköy çayırlarında özgürce top koştururken Türk gençleri içlerinde yanan futbol ateşine rağmen bu olaya sadece seyirci konumundan dâhil olabiliyorlardı. Bu durum Kadıköy’de yaşayan Türk gençlerinin hırslarını ve arzularını körüklemekten başka bir işe yaramıyordu. Başlarına gelebilecek herhangi bir cezayı göze alan Fuat Hüsnü (Kayacan), Reşat Danyal, Mehmet Ali ve diğer meşin yuvarlak sevdalısı olan arkadaşları ile bir futbol takımı kurarlar. İstibdat yönetiminin hafiye ve jurnalcilerine yakalanmamak için İngilizce “Black Stockings Football Club” (Siyah Çoraplılar Futbol Kulübü) adı altında birleşerek Türk gençlerinin kurduğu ilk futbol kulübü olurlar. Siyah çorap üstüne giydikleri kırmızı forma ile takımlarının adına uyumlu bir görüntü sergilemişlerdir. 1899 yılında kurulan Siyah Çoraplı futbolcular, maalesef çıktıkları ilk futbol maçında hafiyeler tarafından gözaltına alınır ve Black Stockings Football Club takımı dağıtılır.
1899 yılında Black Stockings Football Club takımının kurulmasında rol oynayan Kadıköylü gençler, 3 yıl sonra yani 1902 yılında Kadıköy Futbol Kulübü’nü kurarlar. Fakat bu futbol takımının sonu Black Stockings Football Club yani Siyah Çoraplılar’dan farklı olmaz.”
Malûmatçının kamçı gibi kendisinden uzun sümüksü dili, buraya da uzanmıştır. Bu kez jurnali, sahibi olduğu Servet gazetesi üzerinden yapar Malûmatçı. Hem de mide bulandıran bir yöntemle!
“
Zamanın musiki üstadı Sine Kemani Nuri Bey’in anlatışına bakılırsa, futbola meraklı ilk Türk gençleri bir kulüp kurmağa, daha bir derli toplu birleşmeye karar vermişler (…) Kuşdili Papazın çayırlarında kendi aralarında maçlara girişmişler. Moda’daki İngilizler’den, Rumlar’dan mürekkep takımın derecesine erişmek, onları yenmek baş emelleri. Eski cimnastikçi ve idmancılardan Sine Kemani Bey Nuri’nin rivayetine göre, ilk oynayanları sayalım: Kendisi(Nuri Bey), Emced Bey, Mehmet Ali ve kardeşi Neşet Beyler, Reşat Danyal Bey, Hafız Mustafa, Topçu zabiti Cevdet Bey, Eşref Bey, Hüsnü Paşazâde, Bahriyeli Fuat Bey, Mekteb-i Sultanili Daniş, Tahsin Bey (*Şair Tahsin Nahit)
, Sarı Şevki.”
Ardından da gençlerin bu girişimine destek vermek gerektiğini, okuyucuyu ‘teşvik’ ederek, maçlarına gidilmesini salık verir gazetesinden. Hançer gibi tırnaklarını una batırıp, kırmızı başlıklı kızı kandırmaya çalışan kurdun hikâyesidir bu. Evet, dışarıdan bakılınca güzel bir haber metni gibi duruyor ama gazetesinde bu haberi yayımladığı gün; başka bir haber metin daha yazar Malûmatçı Tahir; ikinci yazılan, saraya gönderilen bir jurnal mektubudur.
“
Kadıköy gençleri, Veliahd- ı Saltanat Reşat Efendi’nin (*Sultan Reşat)
himayesinde bir cemiyet teşkil eylemişlerdir. Beray-i ubudiyet (*Kulunuz olarak),
nazar-ı dikkat-i hümayunlarınızı celp ederim. (*Padişahımın dikkatlerini çekerim)…
Tahir”
Şükür ki; Fenerbahçeli tutkulu gençler asla vazgeçmemişler mücadeleden ve en sonunda:
“
Kurdukları takımın ikinci kez kapatılması futbol oynama aşkı ve tutkusu ile yanan Kadıköylü Türk gençlerini yıldıramamış ve çoğu ilk kurulan takımlarda da emeği olan gençler tarafından 1907 yılında Fenerbahçe Futbol Kulübü kurulmuştur. Fenerbahçe Futbol Kulübü’nün kurulduğu yıllarda monarşi rejiminin zayıflaması ve baskı yönetiminin eski gücünü koruyamıyor olması futbol takımının devamlılığı önündeki engelleri de kaldırmıştır.”
Gazetede yazdığı yazılarla, 1896-1901 yılları arasında yayın yapmış olan Servet-i Fünun Dergisi’nin de başına bela olur Malûmatçı. Servet-i Fünun’da yayınlanan bir çeviri yazı nedeniyle dergi soruşturmaya uğrar. Sözü edilen çeviri; Servet-i Fünun dergisinin, 16 Ekim 1901 tarihli, 553 sayılı nüshasında yayımlanan, Hüseyin Cahit’in Fransızcadan yaptığı “Edebiyat ve Hukuk” başlıklı çeviridir. 1789 Fransız Devrimi’ne selam açtığı için, ‘fitne üretmekle’ suçlanır dergi ve Baba Tahir’in jurnalleri yüzünden kapatılır.
Dur artık değil mi? Yok, yedikçe yemek bu işin mayasında var galiba? Malûmatçı, bu kez Osmanlı nişan ve madalyalarının sahtelerini yapıp satmaya başlar. Göğsünde onlarca şıkır şıkır madalyayla gezmek, dönemin devlet adamları, saraya yakın olmak isteyen paralı Osmanlı aristokratları arasında çok yaygın bir modadır. Yabancılardan da bununla ilgilenenler olduğu düşünüldüğünde…
Beyoğlu’nda bulduğu İtalyan bir hakkâkla (*Oymacı) anlaşır Tahir Efendi. Saray tarafından verilen bu nişan ve madalyaların beratlarını da kendi matbaasında basar. Her şey yolundadır. Ne zaman, gazetesinden nişan ve madalya alanların listelerini yayımlar; saray artık dur der şımarttığı tetikçisine. Dur! Yeter artık, bıktırdın!
1903 yılında, nişan sahtekârlığından hakkında soruşturma açılarak tutuklanır Baba Tahir ve mahkeme sonucunda on beş yıla mahkûm edilir. Sahte nişan işinde kendisiyle iş birliği yapanları tanımlamak için
“Baba Tâhir Dârülfünunu mezunlarından” ifadesi kullanılır, rezaletin boyutuna bak! II. Meşrutiyet’in ilânından sonra, 1909'da Abdülhamit’in hafiyelerini anlatan “Mahmud” imzalı bir broşürde de; Baba Tahir için
“İstibdat döneminin bile havsalasına sığmayacak işler yapan kişi” tanımlaması yapılacaktır.(Mahmud, “Hafiyelerin Listesi”, İstanbul, 1909, sf. 48-49)
Halit Ziya Uşaklıgil “Kırk Yıl” adlı kitabında Baba Tahir için şöyle yazar:
“Bu adam kimdi? Nereden çıkmıştı, nasıl sivrilmişti, nereden kuvvet almıştı? Hayatını kimse bilmemekle beraber, ne olduğunu herkes bilirdi.” (Halit Ziya Uşaklıgil, “Kırk Yıl”, İstanbul, 1936, sf. 423)
Meşrutiyet’in ilânının ardından 26 Temmuz 1908’de çıkan aftan yararlanarak serbestisini kazanır Malûmatçı. İstanbul’a döner ve kaldığı yerden devam etmek için kolları sıvar. Abdülhak Şinasi Hisar, 1971 yılında yayımlanan “Geçmiş Zaman Fıkraları” adlı kitabının, 197 ila 202. sayfaları arasında o günleri anlatır:
“
Baba Tahir'in kız kardeşi, kendisi gibi ilkel fakat etkin ve girişimci bir kadın, kardeşinin hapishaneden çıktığı anda 300 mecidiye ile bir kısmı hapishane kaçkınları olan 300 adamı hazırlatmış, onlar sokaklarda davul zurna ile gezerek ve güya Meşrutiyet taraftarlığı ile yine 'Padişahım çok yaşa!' avazesini nakarat edinerek ve arada 'Yaşasın Baba Tahir!' diye haykırarak, şiddetle el çırparak ve kendisini omuzları üstünde tutarak, hapishaneden kendi evinin önüne kadar onu bir hürriyet kahramanı gibi taşımışlar.”
Ancak artık İstanbul, o İstanbul değildir. Yasalar karşısında yaptığı suç sayılır ve gazete çıkarmasına izin verilmez. 31 Mart Olayı’na adı karışınca da ülkeden sürülür Baba Tahir: Libya’ya, Fizan çöllerine! Oradan Napoli’ye, Napoli’den de Paris’e kaçtığı iddia edilir. Bir de, evinde ağırladığı bir konuğunun canı gibi sevdiği mücevherlerini çalınca felç olduğu! Emin olduğumuz tek şey; Mehmed Tâhir Bey’in ölümü dolayısıyla Ahmet İhsan’ın kaleme aldığı, 16 Şubat 1912 tarihli bir yazının olduğudur. Bu tarihe bakarak, Malûmatçının 1912 yılının Şubat ayı başlarında öldüğünü söyleyebiliriz.
Arkasından çok iyi şeyler yazılmadı. Örneğin Şair Eşref:
“İktisab-ı serveti hep sahte ma’lûmat ile irtika etti / Lütuf gördü o ni’met haini” (Servetini ve yükselişini hep sahtekârlıkla kazandı / El üstünde tutuldu o iyilik haini) dedi. Kimin dediği bilinmese de; herkesin kartal kanatlarıyla alkışladığı bir şey daha dendi onun için:
“
Ne kendi etti rahat
Ne âleme verdi huzur
Yıkıldı gitti cihandan
Dayansın ehl-i kubûr” (Ehl-i Kubûr; ölüler anlamında kullanılmıştır.)
İşte böyle bir adammış Malûmatçı Baba Tahir. Şimdi siz biraz dinlenirken, ben de bu yazıda kullandığım bütün harfleri yıkamaya götüreyim izninizle, çok kirlendiler.