“Bazen bir kişi eksildiğinde, bütün dünya boşalmış gibi gelir insana…” ( Alphonse de Lamartine)
Geçtiğimiz hafta, Ayvalık’ta bir oyunum, sevgili oğlum / “babuşum” Fatih Elgay yönetimi...
“
Bazen bir kişi eksildiğinde, bütün dünya boşalmış gibi gelir insana…” ( Alphonse de Lamartine)
Geçtiğimiz hafta, Ayvalık’ta bir oyunum, sevgili oğlum / “babuşum” Fatih Elgay yönetiminde seyirci önüne çıktı: “Sabah Olmadan”… Tam olarak 16-17 Mart 2022 günlerinde!
Oradaydım; Ayvalık Belediyesi’nin cesur ve tutkulu kültür-sanat danışmanı Erkan Cılak’ın genel sanat yönetmenliğinde seyirciyle buluşan oyunun, birbirinden diri, birbirinden coşkulu her yaş oyuncusunun arasında “yaşanmış” bir hafta geçirdim. Ağzına kadar tiyatro ile dolu bir hafta! Bir yanım dalgalı bir deniz gibi coşarken, bir yanımda yükselen hüznü gizlemek için büyük çaba harcadım. Ayvalık’ta sahneye birer mızrak gibi saplanan amatör ruhun, bir de teknik dramaturgi ile buluşursa neler yapabileceğini düşünmeden edemedim. İzmir’e dönerken düşünüp durdum otobüste; aklımın duvarlarında bir tiyatro kavgacısının hikâyesi yankılanıp durdu nedense. Belki de gördüklerim bana bu büyük sanat önderini, Çetin Öner’i hatırlattı, bilmiyorum. Hadi biraz ömrümce vazgeçmemiş, bu sanatsal kalitesini magazine teslim etmemiş, inatçı tiyatro insanından konuşalım.
14 Eylül 2016 günü Türk Edebiyatının çağdaş klasik kalemlerinden biri olan Çetin Öner’i kaybettik. Türk Edebiyatı, özellikle Türk Çocuk Edebiyatı,Türk Tiyatrosu ve Türk Sineması; yani, yazınsal ve görsel kültürümüz adına, son 30 yıldaki sanatsal ve toplumsal kıyımdan sonra bir avuç kalmış olan namuslu sanat adamlarından biri, tüm korkutmalara ve baskıya karşın ‘vazgeçmemiş’ bir sanat kavgacısı olan Çetin Öner, sonsuza kadar aramızdan ayrıldı... Ayağı pınar, başı bulut olsun. Işıklar içinde rahat rahat uyusun. Bıraktığı yerden devam ediyoruz.
“
Ben yorgun bir atım / Taa Hititlerden kalma (...) Ben canı terkisinde / Ölüm ensesinde dolaşan / Ben iki bin yıldır savaşan bir atım / Ben yurdu talan, canı beleş (...) Ben Asi Asyalı / Ben Kafkasyalı bir atım / Ben bütün atların kardeşliğini isteyen bir atım / Ben yaşlı, yaralı / Ben, ne oralı, ne buralı (...) Ben aykırı, kırgın / Ben çok yorgun bir atım.” (Yazarın ‘Ben’ isimli şiirinden )
Çetin Öner’i, birçokları gibi ben de, 1975 yılında yayınlanmış ve şimdilerde 40. baskılarını gördüğümüz, o muhteşem çocuk kitabı “Gülibik”le tanıdım... O kadar etkilendim ki Gülibik’ten, yazarın tüm külliyesini okumak arzusu oluştu içimde. Sonra “Portakal” hikâyesiyle karşılaştım. Bir şamar da o zaman yedim. Ardından “Mavi Kuşu Gören Var mı?”, “Kargalar Kara Değildi”, “Piyango”, “Kömürcü Çocuk” ve “Dünyanın Bütün Kedileri”... Her okuduğum kitabından sonra ilkin; boğazıma düğümlenen bir şeylerin hüznünü hatırlıyorum yıllar sonra. Bir de sevgili meslek önderimin kaleminden dökülen sözcüklerin bana nasıl bir yazarlık yapmam gerektiği konusunda sağladığı aydınlık etkiyi... Arabesk bulamaca düşmüş acıma duygusu yerine gerektiğinde adamın içini acıtan sözcüklerle kurulan ama her sözcüğünün içinden yaşam fışkıran, basit ama unutulmaz olanın, düpedüz hayatın içinden çıkan ve ona, hayata saygılı bir katkı koymanın, sadelik içeren bir estetikte gizli olduğunu öğretti bana Çetin Öner’in kitapları.
“
Yoksul insanlar, küçük şeylerle mutlu olmanın erdemine varmış kişilerdir. Varlıklı çocuklar için, yeni bir ayakkabı, yeni bir elbise, yeni bir kasket, yeni bir bisiklet bile o kadar önemli değildir. Doğal karşılarlar onlar bu yeni şeyleri. Oysa biz-yoksul çocuklar için, yeni bir kalem bile sonsuz bir mutluluk kaynağıdır. Bu yüzden yoksul çocukların tembellik etmeye hakkı yoktur.”
Yıllar sonra ‘Gülibik’ i oyunlaştırdığımda bu sadeliği ve Çetin Öner’in yapmak istediğini hiç unutmadan salladım kalemimi. Neredeyse birlikte, kafa kafaya dayayarak yazdık artık bir BTA klasiği olmuş olan ‘Gülibik’ metnini... Gerçi, usta, yıllar önce bunu hem tiyatro sahnesi için oyun, hem de sinema filmi için senaryo haline getirmişti ama beni de kırmadı ben kitaptan duyduğum heyecanımı daha çok çocuğa ulaştırmak istediğimde... Sonra ‘Portakal’ı da, ‘Portakal Düşleri’ adıyla oyunlaştırdım. Baktım ki, pencereyi açtığımızda aynı manzarayı görüyoruz; öyleyse dedim, bu inanmış ve vazgeçmeyen kalem, inanmış ve vazgeçmeyen diğer kalemlerle birlikte, ben yazdığım / yazabildiğim sürece rehberim olsun.
O kadar çok sanatsal işin içinde bir ömür sürmüş ki Çetin Öner, hangisinden söz etmeli bilmem? Türk Tiyatrosu için bir efsane olan AST (Ankara Sanat Tiyatrosu) günlerinden mi söz edelim, orada oyuncu, yönetmen olarak yaptığı hizmetlerden mi, yoksa TRT günlerindeki aydınlık yapımlarından mı? Bunları anlatıp, yazarlığından söz etmemek olur mu? Değişen koşullar içinde hiç bitmeyen umudundan mı konuşalım, neredeyse ‘hiç’ denecek kadar az bilinen şairliğinden mi? Alçakgönüllüğünden mi, sinemacılığından mı yoksa ne yazarsa yazsın dürüst kalan kaleminden mi? Onu tanıyanlarca; ‘uçsuz bucaksız, deryâ-deniz bir adam ve sevgi dolu bir kültür küpü’dür Çetin Öner.
1943 yılının 25 Mayıs günü, Kayseri Sarız’da doğan sanatçı, Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’ni bitirmiş, kısa bir süre bankacılık yapmış ancak bu işin kendisine uygun olmadığını çarçabuk anlayıp, 1963 yılında AST’a katılmış ve bu tarihten sonra, öldüğü güne kadar sanatın içinde bir hayat sürmüştür. AST’ta oyuncu ya da yönetmen olarak görev yaptığı oyunlardan kısaca da olsa söz etmek, sanırım onu daha iyi tanımamıza yardımcı olacaktır.
‘Godot’u Beklerken’, ‘Simavnalı Şeyh Bedrettin’, ‘72. Koğuş’, ‘Ayak Bacak Fabrikası’, ‘Müfettiş’, ‘Arturo-Ui'nin Önlenebilir Yükselişi’, ‘Sarıpınar 1914’ oyuncu olarak görev yaptığı oyunlardan ilk aklıma gelenler... Yönetmenliğini yaptığı bir-iki oyundan aklıma gelenlerse; İsmet Küntay'ın "Evler Evler"i, Erol Toy'un "Hasan Tahsin Olayı" (*Bu oyunu Çiyiltepe Tiyatrosu adına yönetmiştir) ve metnini de kendisinin yazdığı ‘Bir Ceza Avukatının Anıları’... Çetin Öner 1973 yılında AST’tan ayrılıp geçtiği TRT’de yaptığı yönetmenlikle daha çok bilinir aslında. Örneğin, Aziz Nesin’den ‘Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz’ı, Cahit Atay’dan ‘Karaların Memetleri’ni, Abbas Sayar’dan ‘Can Şenliği’ni TRT günlerinde hem yapımcı, hem de yönetmen olarak hazırlamıştır.
TRT tarihi açısından da bir ilk, yine Çetin Öner’in adıyla arşivlenmiştir. TRT’nin ilk yapımı olan Şinasi’nin ‘Şair Evlenmesi’ adlı oyununda bu kez oyuncu olarak görürüz Çetin Öner’i. Bir dönemin insanları için asla unutulmayacak bir çok sinema ya da televizyon filminde de oyuncu olarak görev yapar Çetin Öner... Kemal Tahir’den‘Yorgun Savaşçı’, senaryosu, aynı zamanda filmin yönetmeni de olan Yusuf Kurçenli tarafından yazılan (*Kurçenli, Ayşe Şasa ve Bülent Oran’la birlikte yazmıştır senaryoyu) ve Necla Nazır’la Hakan Balamir’in ağırlıklı rol aldığı 1984 yapımı ‘Ölmez Ağacı’, sonra ‘Köroğlu’, ‘Güz Güneşi’ ve 1979 yılında TRT’de 4 bölümlük dizi olarak tasarlanan, daha sonra 8 bölüme çıkarılan ama sonunda 4 bölüm halinde yayınlanmış olan ‘Bir Ceza Avukatının Anıları’, Çetin Öner’in oyunculuk tarihi adına fikir verecek çalışmalardır. (Meraklısına not; ‘Bir Ceza Avukatının Anıları’ filminde oynayan Çetin Öner, aynı zamanda bu filmin senaristlerinden de birisidir. Prof.Dr.Faruk Erem'in anılarından derlenerek hazırlanan ve görevi boyunca 5 idam kararı vermiş bir hâkimin bu kararlarından birinden sonra vicdan azabı çekmesi, ardından da gerçeği öğrendikten sonra kalp krizi sonucu ölmesinin hikâye edildiği filmi, Lütfi Ö. Akad yönetmiştir. Bir senaryo gurubu tarafından bölüm bölüm yazılan film, sinema tarihimizde bir daha kolay kolay biraraya getirilemeyecek kuvvette bir senaryo gurubudur; Lütfi Ö. Akad, Çetin Öner, Serpil Akıllıoğlu ve Ziya Öztan... Filmin ilk tasarıya göre 8 bölümü şöyledir; Emekli Başkan, Çekiç ve Titreşim, Kuma, Isı, Mertlik (*Senaryo: Ziya Öztan), Suçlular ve Ötekiler (*Senaryo: Lütfü Ö. Akad), Kan ve Mayın... Ünlü 1 Mayıs Marşı’nın bestecisi olarak tanınan Sarper Özsan’ın müziklerini yaptığı filmde; Emekli Ağır Ceza Başkanı’nı Müşfik Kenter oynarken,aynı zamanda filmin Yönetmen Yardımcısı görevini de üstlenen Çetin Öner, Kerim Afşar, Kâmran Usluer, Erkan Yücel gibi birçok değerli oyuncu görev almıştır.)
Çetin Öner, yıllarca Türk Sineması’na emek verse de, en gözle görünür ödülü, 2002 yılında vizyona giren “Abdülhamit Düşerken” filmindeki ‘Abdülhamit’ rolüyle 40. Altın Portakal Film Festivali’nde kazandığı “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu” ödülüdür. (Meraklısına not; bu festivalde, ‘Abdülhamit Düşerken’; Dr. Avni Tolunay Jüri Özel Ödülü, (Meltem Cumbul’la) En İyi Kadın Oyuncu,(Timur Selçuk’la) En İyi Müzik, (Sinefekt’le) En İyi Laboratuvar, (Hasan Bektaş’la) En İyi Kurgu, (Mustafa Ziya Ülkenciler’le) En İyi Sanat Yönetmeni ödüllerini kazanarak, festivalin “en çok” ödül alan filmi olsa da; “Gülüm” adlı filmdeki yorumuyla ‘En İyi Erkek Oyuncu’ ödülünü, Çetin Öner’den sadece iki gün sonra, 16 Eylül 2016’da ölen büyük oyuncu Tarık Akan kazanmıştır.)
Çetin Öner’in ‘gölgede kalmış’ bir yönü de şairliğidir. Evet, bu konuda bir şiir kitabı yoktur ancak sağda solda, başka kitabının bir yerinde yazdığı şiirleri okuyunca; bunun, Türk şiiri adına ne büyük bir kayıp olduğunu düşünmeden edemiyorum. Kendini, bir şiirinde dediği gibi, “yerleşik yabancı” olarak görmüştür hep Çetin Öner. Bir Çerkes, bir Adige olduğu özünden hiç ayrılmamış; yıllar sonra yazdığı “Şu Bizim Çerkesler” adlı incelemesinde köklerine duyduğu özlemi, muhteşem dizelerle anlatmıştır. “Dağlara Yazılıdır” adlı tek romanında da dizelerini görürüz Çetin Öner’in.
“
Ah bir tek yitik sözcüğü bulsaydım eğer / Çözülürdü dilimdeki düğümler / Şimdi ne yapsam, ne etsem nafile! / Yabancılaştım artık kendime bile / "Anadili giysisiymiş insanın" / Susa susa ben dilimi yitirdim / Başka dillerden sözcükler giydim. / Şimdi ben kırk odalı bir handa / Kırk yamalı bir yorgan / Şimdi ben Arapça anlayan / Latince yazıp, Türkçe konuşan bir pagan / Anadilini unutup yadırgı dillere tapan / Bağışla beni baba, bağışla anayurdum! / Adige gibi yaşamıyorum ama, artık Adigece düşünüyorum./ Anadilimi örtün üstüme, anadilimi örtün! / Çıplağım; üşüyorum”
Onun şiirlerini okuduğumuzda, enternasyonalist olmaktan başka bir düşü olmayan, çağdaş ve her türüyle yıkıcılığa götüren milliyetçilikten uzak bir dil takındığını hemen görürüz. Yukarıdaki şiir alıntısından onun milliyetçilik kokan bir düş içinde olduğu sanısına kapılabilir genç okuyucu. Bu yanlış bir yaklaşım olur bence. Onu tümden okumadan, bu yanına bakıp ölçmeye kalkmak haksızlık olur. Çünkü geldiği kökü merak etmek; ki bir de o kök etnik bir baskı altındaysa, ona katkı koymak çabası kimse tarafından yargılanamaz. O tarih içindeki tüm uygarlıkların mirasından pay hakkı olduğuna inanan bir yerden bakar dünyaya. O dünyanın tüm insanlarının benzer nedenlerden ötürü bir çeşit sıkıntı ortağı olduğunu ve kurtuluşun halkların kardeşliğinden geçtiğine inanır. Bunu insan olmanın temelindeki en değerli yapı taşı olarak değerlendirir. Geçmişten gelen insancıl mirasların korunmasının yetmeyeceğini,elimizde kalan mirasın insancıl değerleri çoğaltmak adına; içinde yurtsever, dışında enternasyonalist bir kimliğe ulaşmada tek yol olduğunun altını çizer.
“
Ah, bu Türk yanım benim, Hititlerden başlayarak... / Ah, bu Ermeni yanım / Çok konuşkanım, çok susarak.../ Ah, bu Azeri yanım benim / Yalnızlığı türkülere katarak.../ Bu Gürcü yanım benim / ekmek ve şarabı kutsayarak.../ Ah, bu Rum yanım benim / Ağıt söyler oynayarak... / Ve ah bu Laz yanım / Hoyrat, lacivert, matrak.../ Ah, bu Arnavut yanım benim / Sevdasını yüreğine bir bıçakla kazarak.../ Ah, bu Boşnak yanım benim / Yarasına zeytin dalı sararak.../Ah bu Tatar yanım benim /Atımın toynaklarında savrulur toprak.../ Ah bu Yahudi yanım benim / Çalışırım tapınarak,tapınırım ağlayarak.../ Ah, bu Arap yanım benim / Mümin, cesur, korkak.../ Ve Kürt yanım / Yoksulluktan kaçarak, dağlara sığınarak.../ Ah bu Çerkes yanım benim ah / Bin yıldır savaşarak.../ Ah bu insan yanım benim, ah bu insan yanım / Boynumda bir çıngırak...”
Birkaç zavallı sayfaya sığar mı Çetin Öner’i anlatmak? Ama ardımızdan gelen ‘şaşırtılmış’ genç insanların, kirletilmiş yollarının biraz da olsa temizlenmesi için kimi öncü model kabul etmelerini doğru saptamaları için bu acıyan, bu kanayan, bu hayıflanan sözleri yazıyorum.
Yıllar, Çetin Öner’in kaleminden dökülenlerin, evrenselliği yakaladığını herkese gösterecektir, hiç kuşkum yok. Ah diyorum ama, -ah, içimin serçeleri ölüyor tek tek-, ahh bir de kendilerine gösterseydik ya ne kadar değerli olduklarını... Biz ne yaptık ona? "Çevre ve Çocuk "isimli kitabı prestij kitabı olarak basılan; ardından İngilizceye çevrilip, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nda tüm dünya çocuklarına armağan edilen, telif hakları ve meslek örgütleri kurulması çalışmalarına katılan, üç yıl Tiyatro İşçileri Sendikası Ankara Şube Başkanlığı yapan, Radyo - Televizyon Yayıncıları Derneği Başkanlığı, Gazeteciler Cemiyeti Yönetim Kurulu Üyeliği, Anadolu Gazeteciler Federasyonu kuruluşu çalışmalarını yöneten, Türkiye Yazarlar Sendikası, Edebiyatçılar Derneği, P.E.N. Yazarlar Derneği, Tiyatro Yazarlar Derneği, Türk - Yunan Dostluk Derneği, Anadolu Gazeteciler Federasyonu, TRT Prodüktörler Derneği ve TRT Yayıncıları Derneği üyesi (*çoğunun kurucusu) olan Çetin Öner’in; 1975 yılında yazdığı ve 3 yıl geçmeden 1978’de Alman diline çevrilen, çevrildiği yıl beş baskı üst üste yapan muhteşem çocuk romanı ‘Gülibik’; Türk televizyonculuk ve sinema tarihine geçecek bir fırsat yakalamış, kitap TRT- ZDF (Alman Ulusal Televizyonu) ortak yapımı olarak filme çekilmiş; kitap Almanca konuşulan tüm ülkelerde okuma kitabı olarak okullara önerilmiş ama film, Türkiye’de bir türlü gösterime girememiş, kitap toplatılmış ve biz bu gururu bize yaşatan adamın burnundan getirmişiz hayatı, cehennem etmişiz dünyayı ona. Niye peki? Sadece Ali adındaki bir köylü çocukla, Gülibik adlı horozunun arasındaki hüzünlü dostluk hikâyesinden başka bir şey anlatmayan, masum bir çocuk kitabı olan ‘Gülibik’e, bu barbarca düşmanlık niye?
“
Düşman ne demek? Babam bir süre düşündükten sonra; ‘düşman, tembel, ama obur bir hayvandır’ dedi. Kendi çıkarları için hiç gereği yokken öteki canlılara zarar verir.Tembeldir, ama sofradan en büyük payı da o alır. ‘Öyleyse, filler bizim düşmanımızdır’, dedim. ‘Çünkü, onlar hem tembel hem de oburdurlar’. ‘Hiç de değil. Filler çalışkan hayvanlardır’, diye karşılık verdi babam.Sonra da bir süre düşünüp, ’ama içlerinde tembelleri de olmaz değil’, diye bitirdi konuşmasını. Bir süre konuşmadan yürüdük. Yıllar sonra bir tarih dersinde; ‘Tembel ve obur Yunanlılar düşmanımız, çalışkan ve yoksul Yunanlılar dostumuzdur’, demiştim. Tarih öğretmenimiz bir süre düşünmüş, bir şeyler söylemek istemiş, tam ağzını açacakken, paydos zili çalmıştı.”
Çetin Öner; yazdığı bütün kitaplarını basan;
‘O benim sırdaşım, yoldaşım, en sıkı arkadaşımdır. Tanığı ve çağdaşı olmaktan onur duyuyorum’ dediği, Can Yayınları’nın da kurucusu olan Erdal Öz’ün ölümü üzerine yazdığı mektup tarzı bir uğurlama yazısında şöyle diyordu;
“Acı çekmek, çok uzun bir an’dır’ demiş ya Oscar Wilde, ben, o uzun, çoook uzun an’ı yıllardır yaşıyorum sabırla... Üstelik ‘unutmak’ konusunda, fevkalade yeteneksiz bir insanım ben. Büyük sevinçleri de, büyük acıları da asla unutmamak gibi bir özelliğim vardır. Bu yüzden, büyük ihanetleri de unutmam, büyük dostlukları, destekleri, iyilikleri de...” Bir miras gibi algıladığım bu seslenişi bir görev kabul ediyor; o dönem olup biten sanatsal vahşeti, bildiğim / öğrendiğim ve dilim döndüğünce ayrıntılı bir şekilde genç okura aktarmayı, kalemine inandığım Çetin Öner’i yattığı yerde daha huzurlu kılacağına inanıyorum. ‘Gülibik’in ve Gülibik’i yazdıktan sonra, Gülibik’in babası Çetin Öner’in başına gelenleri bir sonraki yazımızda daha kapsamlı anlatmak üzere bu yazıyı burada bırakalım. Çünkü, 1972 yılında, Çetin Öner’in, ‘Yeni-A’ dergisinde yayınlanan ilk öyküsü ‘Keklik’ten sonra kaleme aldığı bu iddiasız, insancıl, hüzünlü dostluk hikâyesini anlatmak, sanıldığından daha zor benim için. ‘Gülibik’i okuduğum ilk günden beri, oradaki Ali adlı yoksul çocuğun kendim olduğunu düşündüm hep. Sanki Çetin Öner beni yazmış gibi... Hâlâ, dönem dönem Gülibik’ten alıntılar yaptığımı fark ettiğim öğretmenliğimde, kalbime saplanıp kalmış bu çocuk kitabını okumayanların eksik kaldığına inanıyor, onların, hem edebiyat, hem de hayat yoksulu insanlar olduğunu düşünüyorum kendi payıma. Şimdi benim öğrencilerime söylediğim şeyi, yıllar önce Çetin Öner, Ali’nin ağzından bakın nasıl da güzel söylemiş?
“
Okullarda horoz sevmeyi öğretmiyorlar. Çok yazık. Hamurabi'nin kim olduğunu, Pigmelerin nerede yaşadıklarını, Anibal'in savaşlarını, Brezilya'nın yüzölçümünü, tek kanatlıları, çift kanatlıları, etoburları, çarpım cetvelini ezbere bilmek neye yarar; bir horozu sevemedikten sonra?”
Ayvalık’ta tiyatral kalitesini arayan şenlikli bir topluluk gördüm; coşkulu, bayram sabahı telaşında, nereye gitmek istediklerini bilen! Çetin Öner’in namuslu kavgasını bundan mı hatırladım acaba?