1960’larda İzmir şehir merkezinde başlayan deformasyon, çarçabuk oluşumunu tamamlayıp, yaklaşık 20 yıl kadar kısa bir zamanda, körfezi çevreleyen Çin seddini meydana getirmişti. Yine 1950 ve 1960’larda sanayileşme ile başlayan insan göçü, İstanbul merkezini çevreleyen kırsal alanlarda gecekondulaşma olarak şekilleniyordu. O yıllarda şehir merkezinin aynı oranda deforme edildiği görülmemişti.
Boğazın her iki yakasında silüeti ve tarihi dokuyu katleden gökdelenlerin oluşumu çok sonraki yıllarda başlamıştı. Nüfus yoğunluğu ile baş edilemeyen İstanbul, etrafındaki kırsal bölgelere doğru hızla yayıldı. Neticede hem binlerce yıllık tarih ve kültür miraslarına sahip şehir, 16 milyon nüfusun altında ezilmeye mecbur bırakıldı.
Güzelliği, imkanlarının fazlalığı, türlü zenginlikleri, gelişmişliği şehrin başına dert olmuştu. En nihayetinde iç göç dışında dış göçün de saldırılarına maruz kaldı. Ve şehrin rantı ile baş edilemez oldu.
Günümüzde bambaşka bir musibet, şehir için umut kapısı olmuştur. Deprem riski! İçine girilemez, içinden çıkılamaz sokakların arasında yükselen apartmanların, vahşi yapılaşmanın, Kahramanmaraş depremi gibi bir durumda yaratacağı felaket gündemin ilk sıralarında yerini aldı. Fayları ve tektonik hareketleri hiç hesaba katmadan, planlanmadan betonlaşan bu şehir bugün, 6 Şubat depremi ardından, potansiyel “mezarlık” görünümüne bürünmüştür.
Hatay’da, Kahramanmaraş’ta kurtarmak için herhangi bir şey dahi yapılamayan, günlerce haftalarca ulaşılamayan enkazlar, beklenen İstanbul depremi için ne yazık ki fragman niteliğindedir. Geçtiğimiz yerel seçimler esnasında, pek fazla dillendirilmeyen bir olgu, çok cılız bir tonda dile getirilmişti aslında.
İnsanlar hem mülklerinden hem de alışmış oldukları yaşam alanlarından öyle kolayca vazgeçmezler. Dayanıksız yapı stoku ile oluşturulmuş sağlıksız mahallelerden oluşan İstanbul için Kentsel dönüşümün acil bir ihtiyaç olduğu ortadadır. Diğer açıdan Kentsel Dönüşüm denen iş devasa bir maliyet bütçesini açığa çıkaracaktır. 16, 17 milyonluk şehrin yaklaşık yarısının yeniden yapılması konuşulmakta. Bu maliyeti düşürmek için akla gelen ilk yöntem rantsal avantaj olmuştur.
Yani, 4 katlı bir bina yıkılacaksa, yerine en az 7 katlı bir bina yapıp ekstra dairelerden gelecek gelirle inşaat maliyetini düşürmek, hatta mümkünse daha fazla katla durumu, gelir avantajına çevirmek. Ancak matematik olarak aynı anda bu hesap, 17 milyonluk kenti, 20 milyonlara veya üzeri nüfus yoğunluğuna taşımak demekti.
Eski Çevre ve Şehircilik Bakanı, seçim çalışmaları esnasında, çok sayıda seçim vaadi arasında Kentsel dönüşüm projelerini de koymuştu. Ne var ki, 17 milyonluk şehrin ne yol, ne su, ne elektrik ne de alt yapı bakımından 20 milyon ve üzeri yoğunluğa çıkarılamayacağını en iyi kendisi biliyordu. Pek çok toplantı, miting, konuşma, açıklama arasında, zayıf bir tonda dile getirdiği gerçek de tam olarak buydu. “Kentsel dönüşümün geriye göç olarak algılanması gerekir” dedi. Ancak bu gerçeği, yüksek sesle vurgulayamaz, tümüyle bu gerçek üzerinden politika geliştiremezdi.
İnsanlar, sağlıksız olduğunu, tehlikesini bilseler de ellerinde bulunan, alışmış oldukları tek yaşam alanından vaz geçmek istemezler. Ne maddi ne manevi ne de fiziki olarak, bu olguya rağmen politika geliştiremezsiniz. Böyle bir düzenleme ne yazık ki ancak nihai bir durum ardından metazori olarak kendiliğinden şekillenmeye mahkumdur.