Dünyaya yakından baktığımızda tüm canlı sistemlerinin belli bir düzen ve uyum içinde olduklarını görürüz. Doğada doğal olarak varolan tüm canlıların ister karada ister suda isterse havada yaşamlarını...
Dünyaya yakından baktığımızda tüm canlı sistemlerinin belli bir düzen ve uyum içinde olduklarını görürüz. Doğada doğal olarak varolan tüm canlıların ister karada ister suda isterse havada yaşamlarını sürdürürken doğa kanunlarınından başka bir kanuna ihtiyaçları yoktur. Oysa diğer canlılardan akıl ve muhakeme yeteneği ile belirgin şekilde ayrılan insan yönetmeye ve yönetilmeye gereksinim duyar.
Bu nedenledir ki; yeryüzünde insanın olduğu her yerde ve yine kendisi tarafından mecburen konmuş, kural ve kaideler bulunmaktadır. Bunlar insanın yaşamakta olduğu coğrafyada gerek birey gerekse toplumun huzur ve barış ortamında yaşayabilmesi için son derece önem arz eder. Zira kuralların olmadığı bir ortamda herkes kafasına göre hareket edecek, mülkiyet ve adaletten yoksun kalınacak ve bunların eksikliğinden ötürü sürekli bir kaos yaşanacaktır.
Zaman içinde gelişen insan, bu düzeni kurabilmek ve kargaşa ortamından uzaklaşabilmek için herkesin insanca yaşabileceği, belli haklara ve özgürlüklüklere sahip olabileceği, kendisine tanınan ayrıcaklara sahip çıkıp başkalarına karşı muhafaza altına alabileceği, dolayısıyla herkesin birbirine karşı sınırlarının net bir şekilde çizilebileceği kurallar oluşturmuştur.
Ve bu kurallar bütününe de hukuk adını vermiştir. Hukuk ise adalet, mülkiyet,hak gibi pek çok kavramı bünyesinde barındıran çok daha geniş bir üst kavramdır. Dolayısıyla Dünyanın neresinde olursa olsun, insanın olduğu her yerde genç, yaşlı, erkek ya da kadın, çocuk veya yetişkin fark etmek sizin hukuğa olan ihtiyaç kaçınımazdır.
Tarih içerisinde sürekli gelişen ve kendini güncelleyen bu kurallar, ilk zamanlarda sözlü olarak uygulanmaya çalışılmış; ancak insandaki etkisi beklenen düzeyde olmayınca yazılı hale getirilmeye başlanmıştır. Söz konusu kurallar sadece insanların birbirleriyle ve kendisini yönetenlerle olan ilişkisini değil, aynı dünyayı paylaştığı diğer canlılarla, en çokta yaşamını sürdürebilmek için muhtaç olduğu doğa ve onun çehresini oluşturan çevreyle ilişkilerini belirler.
İnsanlığın refahına hizmet eden tüm bu kurallar bütününün onun yaşadığı çevreyede sirayet etmesi gerekir. Öyle ki, bunu sağlamak adına oluşturulmuş; sayısızca kanunda aynı şeyi söylemektedir. Herkes sağlıklı, temiz, düzgün, düzenli ve bu özelliklerinin devamlılık arz ettiği bir çevrede yaşamayı isteme ve yaşama hakkına sahiptir. Ancak bu ortamın yine ve yeniden insan isteği, iradesi ve çabasıyla gerçekleşmesi gerekir. Çevreyi oluşturan en büyük unsurun insan olduğu göz önüne alındığında bunu anlamak o kadar da zor değil. Yaşadığımız çevre bizim eserimizdir; yaptığımız ve yapmadığımız şeylerin bir sonucudur.
Nüfus açısından çok fazla oluşumuzun bir neticesi olarak çevre herne kadar kurallar koymuş olsak da, bizden telafisi mümkün olmayan şekilde zarar görmektedir. Kendi kendisini yenileyebilen, bu yapıya sürekli olarak olumsuz müdahalelerde bulunmak ve bunu kendisini onarmasına fırsat dahi tanımadan yapmak yeryüzündeki hiç bir canlı türünün kabiliyetinde değildir.
Çevre Hukuku artık, gelecek nesillere de yaşanabilir bir ortam bırakmak şeklinde yorumlanmakta bu nedenle içeriğine “sürdürülebilirlik” tanımı ilave edilmektedir. Varlığına bu denli muhtaç olduğumuz bir yapının bir gün tüm bunların bedelini bizden en acı şekilde çıkarmaması dileğimle…
Çevremizi ve doğayı koruyalım, gelecek kuşaklara, yeni nesillere bizden sonra da yaşayacak olanlara temiz ve yaşanabilir bir dünya bırakalım.