Türkiye İşçi Partisi 2. Kongresi’nde, partinin iç çatışması yüzünden yolları ayrılan Hasan Hüseyin ve Balaban’ın dostluğunun temeli çok sağlamdır. 1951 yılında askerlik yaptıkları zaman tanışan iki do...
Türkiye İşçi Partisi 2. Kongresi’nde, partinin iç çatışması yüzünden yolları ayrılan Hasan Hüseyin ve Balaban’ın dostluğunun temeli çok sağlamdır. 1951 yılında askerlik yaptıkları zaman tanışan iki dost, Hasan Hüseyin’in 1984 yılında ölümüne dek birbirlerinden hiç kopmamışlardır. “Gel” demeden gelmeyi bilen, birbirlerini konuşmadan anlayan ve durduk yerde akıp gelen, çağlayan iki nehir gibi...
Hasan Hüseyin, kendisini şöyle tanımlamaktadır:
“Ben, iki kişiyim. Biri, ozan Hasan Hüseyin; öbürü, gazeteci ve mizah yazarı Hüseyin Korkmazgil. Hasan Hüseyin ile Hüseyin Korkmazgil sürekli olarak boğuşurlar birbirleriyle: ‘Zamanımı çalıyorsun’, diye. Hüseyin Korkmazgil, Hasan Hüseyin’in kölesidir; ekmek parasını o kazanır. Onun için de günün her saatinde, zorunlu sosyal ilişkilerden yakasını kurtarabildiği oranda, durmadan yazmak zorundadır: Mizah öyküsü, fıkra, taşlama, eleştiri, röportaj, makale… Gazetecilik yaptığı için, konu bulmakta güçlük çekmez. Nerede olursa olsun, eline yazı makinesi geçti mi, hemen konusunu bulur, adını kor ve hızlıca yazar. Tek sıkıntısı, yazılarını elle yazamamaktır. Mizah öykülerinin bazılarının dışında, yazılarını iki kez yazdığı pek olmaz.
Hasan Hüseyin’e gelince… Şiirlerini çoğunlukla geceleri yazar. Bazen de sabahın erken saatlerinde kalkar. Günlerce, hatta aylarca şiir çalışmadığı olur. Sonra birden sancısı tutmuş gibi, oturur yazı makinesinin başına, günlerce yazar. Sıkıntılı, öfkeli, tedirgin ve sinirlidir. Başka bir dünyada yaşıyor gibidir; dünyada yapayalnız kalmışçasına bir hüzün çöker üzerine. Yazı makinesinin başında yüksek sesle konuşarak, bazen mırıldanarak, saatlerce çalıştığı olur. Tek bir şiir üzerinde çalışamaz. Masasının üzerinde birkaç şiir taslağı birden vardır. Birini bırakıp birini alır. Şiir son biçimini almamışsa somurtkan, alıngan ve kavgacıdır. Bitmemiş şiirlerini kimseye okumaz. Bazen, on yıl önceki bir dizeden kocaman bir şiir çıkarır.” (“Nasıl Yazıyorlar?”, Ahmet Köklügiller- İbrahim Minnetoğlu, Minnetoğlu Yayınları, 1974)
Balaban da; ‘İpeknur’ takma ismiyle, 19 Ocak 1968 günü Millet gazetesinde kendisiyle ilgili yazı yazan bir kendini bilmezin, karalamalarla dolu yazısına yanıt verirken şöyle anlatır kendini:
“Sade solcuların ressamı değil tüm Türk halkının ressamıyım ben. Türk olan herkes, Türkçe resim yapan ressamını er geç bağrına basar. Örnek: Adalet Partili devlet yöneticilerinden Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’in ve CHP Genel Başkanı İsmet İnönü’nün evlerinin duvarlarında resimlerim asılı. Benden resim alan yüzlerce sanatseverin adını koymaya yer yok burada; yalnız Kâzım Taşkent ve Muzaffer Zorlu’nun adı yeter… Ama en çok sosyalistlerin evlerinde resimlerim asılıysa ve herkesten çok onlar bana sahip çıkıyorsa, onların adamlığından gelir bu davranış. Ve benim de onlara layık olmam gerekir. Şu da iyice bilinir ki: Gâvurları ülkemizde oturtanlar ve NATO’dan çıkmak istemeyenler, değil resimlerimden, varlığımdan bile gocunurlar. Çünkü biz öncüler, yabancıların gâvurluğunu bildiririz halkımıza (…) Küçük insanlar, büyüklerin gölgesine basıp hınç aldıklarını sanırlar.” (Balaban, “İzdüşümü”, Öncü Kitabevi Yayınları, Mart 1969, 1. Baskı, sf. 92)
Hayatları boyunca bazen aynı cephede bazen farklı cephelerde, Türk aydınlanmacılığı için dövüş veren iki dostla ilgili biz daha çok, Hasan Hüseyin’in, 1981 yılının Ekim ayında yayımlanan “Acılara Tutunmak” kitabında yer alan “Balaban’a Balabanca Bir Övgü” şiirini bilir, iki sanat insanının dostluğundan söz edeceksek, hemen bu şiire sarılırız. Bir anmada, bir sunumda ya da bir sohbette hemen bu uzun şiirden dizeler dökülür sunum liderinin ağzından. “Vay be” deriz, dostluğa bak! Bunu bilmek elbette iyidir ama burada kalırsa, eksiktir!
Hasan Hüseyin’in 1974 yılının Mayıs ayında, Bilgi Yayınevi tarafından basılan “Koçero Vatan Şiiri” adlı bir şiir kitabı vardır, bilirsiniz. Bu kitap üç bölümden oluşur: Olgunlaşan Ağrı / Başka Bahçelerden ve Yitik Şiirler… Tam olarak 100 şiirden oluşan bu kitabın ilk bölümünde “Anayasa, Hacılaklak, Balaban ve Ötesi” adlı bir şiir; her ne kadar, Sivas’ta, aydınlık düşmanı hayvanlar tarafından yakılarak katledilen Asım Bezirci’ye ithafen yazılmış olsa da, içinde Balaban’a selam gönderen çok sağlam dizeler de göze çarpar. Şiirin 1963 yılında yazıldığını biliyoruz. Belli ki 1963 yılında Hasan Hüseyin, Ankara-İzmir treninde İzmir’e doğru yolculuk yaptığı sırada kaleme almıştır bu şiirini. Belli ki, eskilere dalıp gitmiş, belli ki keyifli bir iç çekme anında, hasretten çiçeklendiği bir zamanda yazmıştır yazdıklarını.
“Ben şu gelincikleri Erzincan’da da görmüştüm bir zamanlar / domur domur kanamış gibiydi Fırat kıyılarında / kömür gözlü Erzincan’ımın elvan elvan toprakları / bir Balaban fırçasıydı katar katar Munzur’lar / tosbağalar eski çağlar gibi yüzerlerdi Fırat’ta / Fırat’ta hey / Fırat’ta (…) Tren öttü uzun uzun ve yanık/ ben zincirlik delirdimdi / ıssızda hey / yalnızda hey / taşta hey / oysa yalar gibi kendi kanımı / yalamıştım taşını toprağını yoksul Erzincan’ımın / çanta sırtta / tüfek elde / iki yıl.”
Keyfimiz yerindeyse, çok sevdiğimiz bir yolculuktaysak, karnımız tok, bir de çayımız varsa; o an aklımıza kim geliyorsa o bizim canımızın içinde, yanı başımızda bizimle aynı yolculuğu yapmaktadır bana kalırsa. Hasan Hüseyin’in hikâyesi neden farklı olsun ki? Trenin penceresinden sonsuzca akıp giden yeşil görüntüyü ‘şeyhülislam çuhasına’ benzetir Hasan Hüseyin; onda eksik olanın ‘kırmızı’ olduğunu düşünür. Kırmızı da Balaban demektir şaire göre. (Tam bir sosyalist bakış değil mi sizce de?)
“Balaban, hey Balaban / al eline şu fırçanı Balaban / al eline gürzünü kalkanını / vur şuraya bir pençe / vur bir pençe kırmızı / bu şeytan alacası / şeyhülislam çuhası bu, öldürdü beni / vur şuraya bir kırmızı Balaban / düğünlerden taşan kahkahalar gibi olsun Balaban / kavgalarda çakıp sönen yumruklar gibi olsun / anladığın / inandığın / sevdiğin gibi olsun Balaban / vur şuraya bir pençe / vur bir pençe kırmızı / kıpırdasın şeyhülislam çuhası Balaban!” (Hasan Hüseyin, Koçero Vatan Şiiri, “Anayasa, Hacılaklak, Balaban ve Ötesi”, Bilgi Yayınevi, Mayıs 1974, sf. 51-54)
Hani kendisini edebiyat dedektifi sanan bazıları, “Bu şiir, yolları ayrılmadan önce yazılmıştı, 1963’de, bu yüzden bu kadar sevgi dolu ve coşkulu” diyebilir. “Onlar, 1966’da yollarını ayırdılar.” (Meraklısına Not: Böyle diyenlere 1968-1970 yılları arasında Hasan Hüseyin’in çıkardığı, TİP çizgisini savunan Forum dergisini incelemelerini salık veririm. Çünkü neredeyse derginin her sayısında Balaban’ın yazıları da vardır.) Neyse, biz herkesin bildiği “Balaban’a Balabanca Bir Övgü” şiirinden de söz edelim bildiğimiz kadarıyla.
Şiir, 1978 yılında yazılmıştır. Hem de acının kızgın demir gibi yüreklerini dağladığı günlerde; Bedrettin Cömert’in vurulduğu 11 Temmuz 1978’in hemen ertesinde, Cömert’i evladı gibi sevdiğini bildiği Hasan Hüseyin’i yalnız bırakmayan Balaban’ın, Ankara’ya gelip, şairi alıp memleketi Bursa’ya götürdüğü günlerde! (Meraklısına Not: 11 Temmuz 1978 günü, Balaban annesini de kaybetmiştir. Acısı katmer katmerdir ressamın.)
“78 temmuzunun son haftasını / gemlik’te, küçükkumla kıyısında balaban’la geçirdim / bedrettin’in kanı daha kurumamıştı / bir başka yalnızlıktım / bir başka suskun / neye baksam kıpkırmızı / ne düşünsem kan damlası / balaban şiir yaptı / ben resim yazdım/ sabahları güneşli bir denizden / salkım salkım insan yüklü motorlar geçiyordu / ‘tef dümbelek çalgı çağanak’ / millet çılgınca eğleniyordu / kimsenin umurunda değildi devrim (…) 78 temmuzunun son haftasını / küçükkumla kıyısında balaban’la geçirdim / gülmek diye bir şey varmış dünyada / denedim / denedim / beceremedim (…) balaban şiir yaptı / ben resim yazdım.” (Hasan Hüseyin, Filizkıran Fırtınası, “Bir Başka Hafta”, Bilgi Yayınevi, Haziran 1981, Birinci Baskı, sf.17-18)
Bedrettin Cömert’in kaybı, Hasan Hüseyin’in felç olacağı sürecin de başlangıcı kabul edilir birçok incelemeciye göre ki; bence de doğru bir saptamadır bu. İşte dostluklar, bugünlerde bilimsel bir kuşkuyla sınav edilir. Şairin sevenleri onu yalnız bırakmazlar; acısını sağaltmaya, hiç olmazsa yanında durmaya ya da teselliye yeltenirler. Ama Balaban gelir ve Hasan Hüseyin’i alıp Bursa Gemlik’e, Küçükkumla’ya götürür. Bozkır çocuğu Hasan Hüseyin’in, denizi ‘çocuklar gibi sevdiğini’ bilir Balaban. Denizin ona iyi geleceğini de! İşte o günlerde yazılır “Balaban’a Balabanca Bir Övgü”…
“anasının göçtüğü gün güzelim dünyamızdan / yani vurulup düştüğü gün Bedrettin Cömert'imizin / anasının portresine başladı / Balaban bizim ressam / bir avuç toprak aldı Seçköy'den / koydu ortasına tuvalin / bir avuç çeşme suyu / çınarlı / ve başlayıp bitirdi portresini anacığının / baktım / tıpkı anamdı analarımız.”
Bir dostluk kolay mı kurulur? Belki de dünyanın en zor işi! Kesintisiz dikkat ve hiçbir korkunun tetikleyemeyeceği yalansız bir ağız, temiz bir yürek ve eleştiriyi ilerleme sayan bir algı şartını kaç yürek yük saymadan taşır, bilemem? Kat’a yalan yok, üstelik zinhaaar pazarlık da yok bu konuda. Yok gibi yok yani! Yok! Bu konu konuşulamaz bile kadar yok yani! Bitti! Balaban ve Hasan Hüseyin, iki mücadele kuşu da ömürlerini bu uğurda kavgayla geçirmiş -varsa eğer ve biri sahipse ona- kesin kes yürekleri hayat ve umut dolu iki mücadele insanı olarak yaslanırlar en çok aşka, birbirlerine; yaslanırlar denize, sanata. Bu insanlar yürümeye başladığında dağlar yol açar onlara. Çiğ mi yediler karınları ağrısın? Gel de yık bakalım bu dostluğu! Hodri meydan!
“Balaban'ı tanımak ne / uzaktan ağaç / Balaban'ı anlamak güç / yakından orman / bak ki bulut bulut ağmış ormana / bak ki çekip gitmiş çıplak dağlardan
Balaban'ı anlıyorum / anlatılmaz bir acıyla çoğalıyorum / anladıkça Balaban'ı / adını bilmediğim bir kocaman kuş / sınırsız bir denizin üzerinde geniş kanatlarıyla / dönüp dolaşıp duruyor üstünde tepelerin / adını bilmediğim bir kocaman kuş / konamıyor bir yerlere / duramıyor bir yerlerde / yani işte ne demekse / işte o”
Her ne kadar yöntemsel farklılıklara düşseler de, büyük amaç olan sosyalist Türkiye düşü için çalışmalarından bir gün bile mola istememiş iki sanat insanıdır Hasan Hüseyin ve Balaban. Hapse atıldıkları günlerde bile çalışmalarından geri durmazlar. (Ahlâklı olmanın ne olduğunu bir daha düşünmemiz gereken günlerden geçiyoruz. Ahhh!) Dedikleriyle yaptıkları örtüşen insanlara ne mutlu! Hayat onlara bitimsiz bir umut kaynağı vermektedir bence. İnanmak! Bundan öte yol var mı?
İlk yıllarda aynı parti çatısı altında Hasan Hüseyin’le birlikte mücadele eden Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, Sinan Cemgil, Kadir Manga, Alpaslan Özdoğan, Mustafa Yalçıner, Hacı Tonak, Metin Güngörmüş, Ahmet Erdoğan ve diğer gençler, zamanla TİP’i pasifist olmakla suçlayıp, kendi partilerini, Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nu kurup (THKO) dağlara çıkınca, geriye unutulmaz genç ölüler ve unutulmaz şiirler kalmıştır. Balaban nasıl Adana’da açtığı sergide ölümle tehdit edilir, Hasan Hüseyin’in sınavı da evladı yaşındaki genç ölüleri gömmektir elleriyle.
Tarihe Nurhak Katliamı olarak geçen bu olay, hâlâ kanamaya devam etmektedir.
Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu militanı 7 genç, 16 Mart 1971’de, Malatya Kürecik’teki Amerikan radar üssünü basıp, idam edileceklerini herkesin bildiği arkadaşları Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ı kurtarmak isterler. Ancak 31 Mayıs 1971'de Adıyaman’ın Gölbaşı ilçesine bağlı İnekli Köyü civarında mola verdikleri bir sırada, köy muhtarının ihbarı yüzünden jandarma birlikleri tarafından kuşatılırlar. Teslim olmayıp çatışmaya girer 7 arkadaş. Sinan Cemgil, Kadir Manga ve Alpaslan Özdoğan çatışma sırasında vurularak öldürülür. Mustafa Yalçıner ağır yaralanır. Hacı Tonak ise kaçamayarak yakalanır. Gençlerden Metin Güngörmüş ve Ahmet Erdoğan kaçmayı başarır. Daha sonra 6 Haziran’da yakalanan Güngörmüş ve Erdoğan, Yalçıner ve Tonak'la birlikte THKO davasından idamla yargılanırlar.
Hasan Hüseyin, sosyalizmi ülkeye getirme yolunda ayrı görüşlere düştüğü bu çocuk yaştaki gençlerin vurularak öldürülmesini sindiremez içine ve yüreğimizi dağlayan bir şiir yazar.
“eski duvar diplerinde karanlık sular / ay vurmuş gölgelenmiş kuytular / canım oğul, güzel yiğit / al gel kanlı gömleğini, sana nasıl kıydılar? (…) kelepçemin karasında bir ak güvercin / nazlı nazlı canım yiğit, süzüm süzüm canım oğul / gelip konardı / ben bu yürek yarasını bir gece Elbistan'da duymuştum / ekmek yedim, su içtim ben nasıl yadsıyayım? / toprak kına gibidir, etlidir damarlıdır / sanırsın balla yoğrulmuş kehribar üzümleri / kütükleri Hititlerden kan gütmesi Osmanlıdan / ekmek yedim su içtim, ben nasıl yadsıyayım / taze peynir gibi taze, sarı yabangülü selam / ya nasıl yadsıyayım o İshaklı selvilerde ay ışığını / ya bu kanlı gömleği ben kime giydireyim? (…) sen ne zaman büyüdün de / ne zaman kaptırdın gönlünü o Nurhaklara? / sen daha bebek bebek, sen daha baba baba / canım oğul, o kıraç toprakların yabangülü, yiğidim / sen ne zaman büyüdün de düştün yollara / yolunu mavi kargalardan, toylardan sorar oldun (…) beni sordun mu gözüm / o kanlı toprakların menekşeli sabahlarından / çıkınımda kara zeytin bile yok / kara Alman kelepçesi bileklerimde / ben bu yürek yarasını bir gece Elbistan'da duymuştum / bileklerim, canım oğul, yeni yeni başladı sızlamaya / sen büyüdün de demek / düştün de demek o damar damar kınalı topraklara / tüketmişim yirmi yılı canım yiğit bir salkım üzüm gibi (…) canım oğul, güzel yiğit / al gel kanlı gömleğini, sana nasıl kıydılar?” (Hasan Hüseyin Korkmazgil, Kelepçemin Karasında Bir Ak Güvercin, “Sen Ne Zaman Büyüdün?”, Bilgi Yayınevi, Eylül 1974, Birinci Baskı, sf. 93-95)
Ancak şiir bu kadarla kalmaz; ardına birçok dijital sitede, köşe yazarlarının sütunlarında ya da başka kaynaklarda, o ezbere bilinen, o ünlü marş-şarkının sözleri de sanki Hasan Hüseyin’e aitmiş ya da sanki yukarıdaki şiirin devamıymış gibi ekleme yapılarak kamuoyuna duyurulur.
“Dört bir yana haber salsam / Öldü desem inanır mı? / Dağlar bana geri verin / Kadir’imi, Sinan’ımı / Jandarma kurşunu çaldı / Canımı tenimden aldı / Nurhak’a abide kaldı / Dağlar aldı selamımı / Nurhak sana güneş doğmaz / Uçan kuşlar yuva kurmaz / Dökülen kan, yerde kalmaz / Soracağız hesabını / Böyle kalır sanma devran / Yola devam eder kervan / Öldü Sinan, doğdu Sinan / Omuzladı silahını.” (Meraklısına Not: Hasan Hüseyin’in hiçbir kitabında bu dizelere rastlamadım.)
Tam da yeri gelmişken, Nurhak’la ilgili kafa karışıklığına yol açan bu düzeltmeyi de anmadan geçmeyelim. 2016 yılında, 3 cd olarak yayınlanan, Zülfü Livaneli’nin 50. yıl Özel Albümünde 43 sıra numaralı şarkıyı Hüsnü Arkan seslendirmiştir ve söylediği şarkı, yukarıda sözleri olan ve kafa karışıklığına yol açan “Nurhak” isimli şarkıdır. Albümü yayınlayan Seyhan Müzik'ten, 2017 yılında, yayınlanan albümdeki o şarkı için bir açıklama yapılır:
“Nurhak eserinin sözleri ve müziği Zülfü Livaneli’ye aittir. 1973 yılında İsveç’te ilk plak kaydını gerçekleştirmiştir. Eser 0005428-38 kod numarası ile MESAM koruması altındadır. Nurhak eseri Grup Yorum’un “Marşlarımız” adlı albümde kullanılmıştır. Nurhak eserinin önünde, Hasan Hüseyin Korkmazgil’e ait “Eski duvar diplerinde karanlık sular” dizeleri ile başlayan şiir ve sonrasında Nurhak eseri seslendirilmiştir. Bu sebepten eser dinleyiciler tarafından bir bütün olarak algılanmıştır, meydana gelen karışıklık bu yüzdendir. Kamuoyuna duyurulur.”
Bizden söylemesi…
Büyük kavga adamları, -sanki ihtiyaçları varmış gibi- ağzı başka kıçı başka şeyler söyleyen, cehaletten geberen ama aydın pozları atmaya bayılan entelektüel tayfanın kepazeliğinden çok çekmiştir. Hayatın bir aklı vardır ve onun doğrultusunda gitmezsen, hayat seni yola getirecek bir yolu her zaman bulur. Hasan Hüseyin buna benzer yakıştırmalarla cahil bar aydınlarının tüketim aracına dönüştürüledursun, Balaban da cehaletin zırvalıklarından koruyamamıştır kendisini.
DEVAMI VAR