İmralı mahkûm cennetinde bir gün - 1

“Öyle yıkma kendini / Öyle mahzun, öyle garip / Nerede olursan ol / İçerde, dışarda, derste, sırada / Yürü üstüne üstüne / Tükür yüzüne celladın / Fırsatçının, fesatçının, hayının / Dayan kitap ile / Dayan iş ile / Tırnak ile, diş ile / Umut ile, sevda ile, düş ile / Dayan rüsva etme beni”
Hem etik, hem de ekonomik olarak ciddi sıkıntılara neden olan Türk cezaevlerinin, 1935 yılında Mutahhar Şerif Başoğlu önderliğinde gerçekleştirilen ıslah programında, bu programın sağıklı işlemesi için verilen mücadelede gözle görünür bir heyecan vardır. Genç müfettişin yapmak istediği şeyin izlerini dönem basınından takip edebiliyoruz.
Örneğin, 23 Ağustos 1936 tarihli Tan gazetesinde yayınlanan şöyle bir haber dikkat çekicidir:
“Adliye Vekâleti Hapishaneler Umum Müdürü Mutahhar, Türkiye dahilinde bir tetkik seyahatine çıkmıştır. Dönüşünde vekâlete vereceği raporla hapishanelerimizin ıslahı için bu yıl hazırlanacak olan kanunun esasları tesbit edilecektir.” (Gazete Yayın no: 484, Sene: 2, s. 5)
Bu haberin özü, yapılmak istenen ıslah uygulamalarının karakterini göstermesi adına son derece önemlidir. Çünkü arı gibi çalışkan genç müdür Mutahhar Şerif Bey’in inceleme gezileri ve gözlem raporları, konu hakkında hazırlanacak yeni bir kanun tasarısına rehberlik edecektir.
Başoğlu; 5 Eylül 1936’da Aydın’dadır.
“Hapishaneler Genel ispekteri Mutahhar, dün ilimize gelerek Aydın ve Nazilli’de yapılacak asrî hapishaneler üzerinde incelemelerde bulunmuştur. Bir zamanlar mevcudu sekiz yüzü geçen Aydın Hapishanesi evvelce askeri depo olan altlı üstlü iki salondan ibaret olan (bir) binadadır. Yersizlikten muvakkat tevkifliler, ceza alanlar, katiller, kabahatliler, borç için hapis edilenler hepsi aynı binada bulunmaktadır (…) Bina içine yapılan tadilattan sonra bunlar mümkün mertebe birbirinden ayrılmışlardır. Mutahhar’ın tetkikleri Aydın’ın ve Nazilli’nin bu çok önemli ihtiyaçlarının yakında kotarılacağını müjdeliyor.” (Tan gazetesi, 6 Eylül 1936, Pazar, Gazete Yayın no: 498, Sene: 2) 
15 gün sonra Mutahhar Şerif’i, İzmit ve Adapazarı hapishanelerini incelerken görürüz.
“Hapishaneler mütehassısı ve umum müdür muavini Mutahhar Başoğlu İzmit ve Adapazarı hapishanelerini teftiş ettikten sonra dün şehrimize gelmiştir. Hapishaneler mütehassısı İmralı’daki asrî hapishaneyi teftiş etmek üzere bu hafta içinde İmralı’ya gidecektir.” (Cumhuriyet gazetesi, 22 Eylül 1936, Salı, Gazete Yayın no: 4440, Sene: 11)
Yerinde duramayan heyecanlı müfettiş, gazetenin sözünü ettiği İmralı teftişine yalnız gitmez.
Yaklaşık 11 aydır denenen iş esasına dayalı duvarsız hapishane sisteminin sonuçlarını yerinde görmek için, 25 Eylül 1936 Cuma günü, Adalet Bakanı Şükrü Saraçoğlu ve yanında bulunan konusunda seçkin isimlerden kurulu bir heyet; Cezaevleri Genel İspekteri (*Müdür Yardımcısı) ve tutukevleri ıslah programının mimarı Mutahhar Şerif Bey, Amerikan Sefaret Müsteşarı (*Büyükelçilik Yetkilisi) ve cezaevleri uzmanı G. Howland Shaw, TBMM Adliye Encümeni Mazbata Yazarı ve Kocaeli Saylavı (*Milletvekili) Selâhattin Yargı, İstanbul Müddeiumumisi (*Başsavcı) Hikmet Onat, Adalet Bakanlığı Özel Kalem Müdürü Şakir Bey ve İstanbul Cezaevi Doktoru İbrahim Zati Beyler, birçok gazeteci ve fotoğrafçıyla birlikte İmralı Sosyal Sanatoryumu’nu ziyarete giderler.
İmralı’ya gelen heyeti, adanın iskelesinde Bursa Savcısı Cemil Bey ve cezaevi memuru Ahmet Nuri Erpak karşılar. 
“Bundan bir yıl evvel İmralı’da kurulmuş olan modern hapishanenin vaziyetini ve yeni tatbik edilen ıslah metodlarının neticelerini tetkik etmek üzere (adaya gidecek olan) heyet, bu sabah saat 8’de Kadıköy İskelesi’nden kalkacak olan Moda Deniz Kulübü’nün “Bayar 2” motoruyla İmralı’ya gidecektir. Heyetin geceyi İmralı’da geçirerek orada mahkûmlar tarafından verilecek müsamere ve temsilde hazır bulunması ihtimali de vardır.
Hapishaneler mütehassısı Mutahhar, İmralı’dan döndükten sonra Zonguldak’a gidecek ve Zonguldak maden ocaklarında çalıştırılacak olan mahkûmlardan 500 kişilik parti için hazırlanan yerleri teftiş edecektir. Mahkûmların kazanacakları paranın bir kısmı iaşelerine, mütebaki kısmı da mahkûmlar hapishaneden çıkarken kendilerine verilecektir.” (Cumhuriyet gazetesi, 25 Eylül 1936, Cuma, Gazete Yayın no: 4443, Sene: 11, *Bkz: Aynı tarihli Kurun gazetesi, Yayın no: 6721-661, Sene: 19-2) 
Bayar 2 motoru, Kadıköy’den İmralı’ya doğru yol almaya başlar. Yaklaşık 4,5 saat süren bu yolculukta neler konuşulduğunu gazetecilerin notlarından okuyalım:
“Adliye Vekili İmralı’ya yaklaşırken bizlere ada hakkında şu izahatı veriyor: Burası vaktiyle kaçakçıların yatağı imiş. Sonra hemen tamamıyla boşalmış; maliye (de) bu adayı kasaplık yapan birine 3 seneliğini 3 bin 500 liraya kiralamış. Biz adayı ondan aldık. Adaya çıkan mahkûmlarla hapishane mütehassısı burada canlı olarak tek bir mahlûk bulmuşlar; bir küçük merkep yavrusu… O da hâlâ adada durur. İsmi de Karaoğlan’dır.
Türkiye’de bir adada hapishane yapmak (fikri) mecliste konuşulurken akla gelmiştir. Bu, İmralı Adası’nda hapishane kurmak fikrini ilk ortaya atan da siz gazetecilerin pek sevdiği İzmir Valisi Fazlı Güleç’tir. Bunun için adadaki tepelerden birinin adına da Fazlı Güleç denilmiştir.
İmralı’da hapishane yapmak fikri böyle ortaya atılınca buraya hapishaneler mütehasısı B. Mutahhar’ı gönderdik. Tetkikat neticesinde burasını pek muvafık buldu. Ada; zeytin, meyve, soğan, balık,üzüm, sünger, susam, sarımsak, kavun, karpuz, hububat gibi pek çok şeyler pek mebzul bir surette istihsale (*Üretime) elverişli bir yerdir. Birçok zeytin ağaçları ve 13 bin dönüm kadar ekilecek yeri vardır. 
İşte bu niyetle 10 buçuk ay evvel burada, 6 Mayıs’ta Edirne’de, dokuz ay evvel Isparta’da işe başladık ve işlere başlarken büyük sermaye ve masraftan daima kaçındık. Zira küçük küçük masraflarla başlanan işte bir hata olunca zararının mahdut kalmasını istiyorduk. Müsbet netice aldıkça bittabi elimizi de, kesemizi de icap ettiği kadar açıyorduk. Bu adada şu gördüğünüz en yeni usulde idare edilen hapishane bize 12 bin küsur liraya çıkmıştır. Bu paranın pek azı bizden nakten alınmıştır. Malzemenin çoğu eski, kullanılmamış, çürümeye terkedilmiş malzemelerdir. Adada hemen hemen bütün ihtiyaç mahkûmlar tarafından istihsal ve elde edilen şeylerle temin olunur. Adada mahkûmlar ve hapishane teşkilâtı memurlarından başka tek kişi yoktur.” (Akşam gazetesi, 27 Eylül 1936, Pazar, Gazete Yayın no: 6446, Sene: 19, ss. 1 ve 4)
Bakanın gazetecilerle söyleşisi sürerken motor da adaya yaklaşmaktadır. Mutahhar Şerif sesini yükselterek bir konuda kendinden emin bir şekilde herkesi uyarır:
“Adada sigara içmek sureti katiyede yasaktır. En meşhur tütün tiryakileri bile 11 aydan beri sigarayı bırakmışlardır… Adada sigara içilmeyeceğini hatırlatırım.”
Bu uyarıya ilk tepki Adalet Bakanı Saraçoğlu’ndan gelir. Bakan derhal sigarasını söndürür. Bu hareket diğerlerinin de aynı şeyi yapıp, sigara paketlerini motorda bırakmasına neden olur. Mutahhar Şerif bir konuda daha uyarı yapar. Göz yaşartan bir uyarıdır bu!
“Buradakilere mahkûm olduklarını mümkün olduğu kadar unutturmak istiyoruz. Onun için pek rica ederim kendileri ile konuşurken “mahkûm” kelimesini kullanmayınız!”
Motor adanın iskelesine yaklaşır. Bakan ve diğerleri alkışlar arasında karşılanır. Gelenlerin, mahkûmların adada yetiştirdikleri meyve ve sebzelerden kurdukları, çam dallarıyla süslenmiş  takın önünden geçmelerinin ardından, tarihte eşine az rastlanır bir şey yaşanır.
“İstirahat saatinde etrafımızı sardılar. Ellerinde gayet şık birer fotoğraf var. Fehmi adında 18 senelik bir cinayet mahkûmu vekile son derece büyük bir nezaketle; “Bir saniye rahatsız etmek ricasında bulunabilir miyim? Bu bizim için unutulmaz bir hatıradır” diye elinde bir fotoğrafla yaklaşır.”  
Bakan kendisine uzatılan fotoğrafını büyük bir sevgiyle imzalar.
Bundan sonra adanın yeni coğrafyası ve bir yılda yapılanlar konusunda bilgiler verilir gelen heyete.
“… sonra eski bir kilise olan hapishane binasını, mahkûmların yattığı yerleri, adanın Atatürk, İnönü, Şaraçoğlu, Şo (*Shaw), Fazıl Güleç yerlerini (*tepelerini) gezdik. Bu “Şo” ismi dikkatimi celbetti. Bu isim bizimle birlikte adaya gelen Amerika Sefaret Müsteşarının adıdır. Müsteşarın bizim hapishaneciliğimize büyük hizmetleri dokunduğu için bu ismi adadaki bir tepeye verilmiş. Gene adaya çok büyük hizmetleri dokunan ve iyi mahkûmların cezalarını ikişer günden bir güne indirmek için bir kanun hazırlayan adliye encümeni mazbata muharriri Bay Selâhaddin’in (*Yargı) adı bir tepeye merasimle kondu. 
Bir aralık etrafımızdaki dünyanın en iri yarı adamlarından olan kalabalık mahkûmlara baktım. Bir de bunların muhafazasına memur olanları aradım. Topu topu iki jandarma gördüm. Merakla sordum. “Mahkûmların adada muhafazasına memur iki jandarmamız var”dediler. “Bunlar bile çok geliyor. Bugün artık hiçbir mahkûm kaçmayı aklından bile geçirmiyor. Hepsi adada tamamıyla serbesttir, istediklere yere giderler. İsteyince sandala binerler.”
Bizi Adliye Vekili ile birlikte sandalla açıklarda dolaştıran mahkûma kaç sene cezalı olduğunu sorduk. “20 sene” dedi… “Karımı yakmaktan mahkûmum!” Ve biz bu zatla kayıkta, açık denizde yapayalnızdık.”
Akşam gazetesinin muhabiri bunları yazarken, Son Posta gazetesinin temsilcisi İzzet Kolay, ada hakkında daha ayrıntılı bilgiler verir okuyucusuna.
“Adanın ortasında bir çeşme var. Bu çeşme Adliye Vekili Saraçoğlu’nun babasına izafeten yapılmış ve adına “Saraç Mehmet Usta Çeşmesi” denilmiş.  Mahkûmlar çalışırken çok neşeli. İçlerinden biri gazetecilere takılıyor: “Çok şatafatlı yazmayın, sonra herkes buraya gelmek ister. Bize yer kalmaz!”
Bir aralık fırsat bulup (…) Mister Şo’nun yanına sokularak intibalarını sordum. Bu zat, çocuk hapishaneleri mütehassısı imiş. Ve bu sahada uzun boylu etüt yapmış. Dedi ki:
-    Bir türlü havsalam almıyor, bunların mücrim olduklarına inanamıyorum. Kırk kadar ecnebi hapishane müdürü ile tanışırım. Bir yerdeki mahkûmların yüzleri buruşuktur. Bunun sebebini onu idare edenlerde aramalı. Bir yerdeki mahkûmlar neşeli mi? Biliniz ki orayı idare edenler kuvvetli vasıf sahibi kimselerdir. Burada herkes neşe içinde (…) Buraya ve yapılanlara hayranım. Dünyanın yapamayacağı işleri siz yapacaksınız. Bu iş bir muammadır. Bunu dünya halledemiyor. Siz, bu davayı halledeceksiniz (…) Bayram yerinde gibiyim. Bu ne canlılık!”
Bir mahkûm, gelen heyeti at arabasıyla gezdirirken, gazeteci İzzet Kolay, Şükrü Saraçoğlu’nun anlattıklarını tüm dikkatiyle dinlemiş olacak ki, diğer gazetelerde olmayan bazı ayrıntıları da yazısına koymuştur.
“Şimdi birçok mahrumiyetlere katlanılmaktadır. Bir gün gelecek ki burada bin, bin beş yüz mahkûm bulunacak ve buraları cıvıl cıvıl insanla dolacaktır. O zaman adadakiler kendi kazandıkları ile geçinebilecekleri gibi belki piyasanın da soğan vaziyetini ellerinde tutacaklardır (…)  
Biz buraya dört hapishane delen mahkûmları getirdik. Burada o adam, kuvvetini ve hırsını çift sürmeye sarfetti ve gördük ki ahlâkı da düzeldi… Çalışacağız; mesai mahsülü şimdikinin dört misli olacak. Bu suretle gelecek sene 200 bin kilo soğan istihsal edebileceğiz. 
Birinci gayemiz mahkûmları toprağa alıştırmaktır. Toprak insanı hâluk (*İyi huylu, nazik, namuslu) yapar. Bu gayemizin tahakkukundan sonradır ki mesaimizi denize hasredecğiz. Buraları vâsi balık ocaklarının bulunduğu mıntıkadır. 
Yeni hapishaneler nizamnamesinin projesini hazırladık. Nizamname 290 küsur maddeyi ihtiva etmektedir. Biz bu nizamnameyi hazırlarken 38 Avrupa hapishanesinin nizamnamesini gözden geçirdik, tercüme ettik ve üstünde çalıştık. Yeni nizamnamede askerlik ve spor derslerine bolca yer verdik. Tahsil işini programa bağladık. Programa göre… mahkûmlar için okumak serbesttir. Her kitabı okuyabileceklerdir. Muayyen zamanlarda hapishanelerde filmler gösterilecek ve konferanslar verilecektir… Mahkûmlar gazete ve kitap çıkarabileceklerdir. 
Musiki de programla nizamnameye sokulmuştur. Burada alafranga musikiye ve halk türkülerine büyük bir yer ayrılmıştır. Nizamnamenin en mühim kısmı haysiyet divanı bahsidir. Haysiyet divanına seçilecekler, mahkûmlar arasında gezecekler ve haklarında rapor verebileceklerdir.” (Son Posta gazetesi, 27 Eylül 1936, Pazar, Gazete Yayın no: 2212, Sene: 7, ss. 1 ve 6)  
At arabasıyla gezilen yerler hakkında bilgi verilen bakan ve yanındaki heyet her anlatılan karşısında şaşkınlıklarını gizleyemez. Anlatılanların içinde çok belirgin bir isim vardır: Mutahhar Şerif Başoğlu!
“İmralı’nın hemen bütün varlığını kendisine borçlu olduğu hapishaneler mütehassısı Mutahhar, adanın birçok tepe ve bayırlarına adlar takmıştı. Yeni adları ile anılan bu tepe, bayır, dere ve çukurlar baştan başa dolaşıldı. Adanın en büyük tepesi Atatürk Tepesi diye anılmaktadır. Onun biraz ilerisinde İnönü ve Çakmak Tepeleri vardır. Ağaçlı bir vadiye Saraçoğlu deresi, bir çukura Güleç Çukuru adı verilmiştir. Atatürk Tepesi 650 metre yüksekliğindedir. 
Mutahhar, arkadaşlarını kendi soyadı ile çağırmayan mahkûmları bu tepeye koşaradım gidip gelmeye mecbur ettiği için İmralı’da herkes birbirini soyadıyla çağırmaktadır (…) Adada bundan birkaç ay evvel bir değirmen yapılmıştır. Bu değirmende mahkûmların yiyeceği ekmeğin buğdayları öğütülmektedir… Bundan bir yıl evvel adada hiç yol yokken, adada birçok yol yapılmış, çeşmeler açılmıştır. Mevcut zeytin ağaçları budanmaktadır. Önümüzdeki sene zeytinyağı istihsaline de çalışılacaktır (…)
Adliye Vekili (adayı dolaştıktan sonra) kendi şerefine tertip edilen iddialı bir güreş müsabakasını izlemiştir. Hendekli Hüseyin Pehlivan’la, rakibi Bursalı Damar Pehlivan, vekilin huzurunda güreşmişler, neticede Hüseyin Pehlivan galip gelerek İmralı güreş şampiyonu olmuştur (…) Mahkûmlar bütün geceyi, millî oyunlar oynayarak, şarkı ve türkü çağırarak, birbirlerine hikâyeler anlatarak geçirmişlerdir (…) 
Vekil, sabah kahvaltıdan sonra hapishane defterine şu satırları yazmıştır:
“Geldim, gördüm. Mühim bir davanın hâl yolunda olduğunu anladım. Sevinerek dönüyorum.”