Mutahhar Şerif’in mahkûm çocukları Erzincan depreminde - 1

Halk şairi Tâlibî Coşkun, 1943 yılında Ankara Yeni Cezaevi Yayınları’ndan çıkan “Zelezele-Seylap Destanı” adlı kitabında, 1939 Erzincan deprem felâketini sözcük sözcük şöyle ağlar:
“Binalar devrildi, çöktü kapılar / Ana kucağında öldü sâbiler / Türklere acıdı çok ecnebiler / İngiliz, Fransız, Yunan ağlıyor
Âniden duyuldu Erzincan batmış / Taşı toprağı birbirine katmış / Elli bin nüfusun vâdesi yetmiş / Yıkılmış yuvalar, mesken ağlıyor
Doldu ameliye kazma kürekler / Göz gördükçe dayanmıyor yürekler / Yerinen düzlenmiş damlar direkler / Kâgir binaları yapan ağlıyor
Yaralı taşıyor umum vagonlar / Erzincan’dan gelen tren ağlıyor / Milli Şefimiz geldi Erzincan’a / Gördü harap olmuş yoktur bir hane / Bir kadın geldi ağlar yana yana / Hemi millet hemi vatan ağlıyor.” 
27 Aralık 1939 günü merkez üssü Erzincan olmak üzere, Sivas, Ordu, Tunceli, Tokat, Samsun, Zile, Zara, Çarşamba ve Amasya’yı kapsayan devasa bir bölgede 7,9 şiddetinde bir deprem olur. Ölü ve yaralı sayısı o kadar fazladır ki, bütün ülke ayağa kalkar. Şoka giren vatandaşlarımız, bir yandan dondurucu soğukla mücadele ederken, diğer yandan deprem sonrası çıkan yangınlarla uğraşmak zorunda kalır. İlk anda Erzincan ve Kemah’taki ölü sayısı, yaşayanların yüzde yetmişi civarında denirken (Bu rakam 40 bini geçen ölü demektir); Tokat’ta 388, Suşehrinde 150, Amasya’da 400, Koyulhisar’da 140, Pazar ilçesinde 150, Sivas Hafik’te 123 ölü ve binlerce yaralı olduğunu yazar gazeteler.
Derhal TBMM’de bir Milli Yardım Komitesi oluşturulur. Ülkede, herkes gücü yettiğince felâket bölgesine koşar ya da yardım malzemesi toplamaya çalışır. Deprem o denli büyüktür ki, yabancı ülkelerde de yardım kampanyaları başlatılır. 
Cumhurbaşkanı İnönü, bu deprem felaketi karşısında Tokat’ta bir beyanname yayınlar:
“Zelezele felaketine uğrayan mıntıkalarımız(la)… vatanın muhtelif kısımları arasında göze çarpan yakın ve sağlam tesanüdle bir büyük milletin sevinç ve acıda nasıl yekpare bir aile olduğunu göstermiş oluyoruz (…) Fertlerin arasında karşılıklı vazife hissi ve bütün cemiyette vatana karşı fedakârlık duygusu sağlam milletimizin iyi ve geniş günler göreceği muhakkaktır.” (1939 Anadolu Zelzelesi adlı broşür-kitap, Meliha Avni / İskender Fahrettin Sertelli, Eminönü Halkevi Neşriyat ve Kütüphane Şubesi Yayını,  İstanbul, 1940, s. 1)
(*Meraklısına Not: Kitabın ilk sayfasında; ”Anadolu’da yanan yangın, her Türk’ün bağrında yandı” sloganı yazılan bu kitabın tüm geliri, zelzele felâketzedelerine “terk ve teberrü” edilmiştir.) 
Bu minicik kitapta, deprem felâketi hakkında, tüylerimizi ürperten bazı hikâyeler anlatılmaktadır. Bunlardan birkaç tanesini paylaşmak isteriz.
-    Suflörü, rejisörü meçhul, dekorları insan kanıyla boyanmış, kulisleri insan cesetleriyle örülmüş korkunç bir sahnenin karşısındayız. İşte Erzincan’da, 1001 perdelik “Zelzele Faciası”nın birkaç sahnesi: Genç bir kadın, yerde yatan iki çocuğunun başı ucunda bağırıyor: “Haydi yavrularım, mektebe geç kaldınız! Güneş uyandı, siz hâlâ uyuyorsunuz. Hasta mısınız yoksa? Hadi mektebe!” Cesetleri çoktan soğumuş yavrucuklarını uyandırmak isteyen bu genç kadın aynı zamanda kocasını da kaybetmiş bir muallimdir.”
-    İşte bir sahne daha: Enkaz yığını arasından başını güçlükle uzatan beş yaşlarında bir çocuk, acı acı bağırıyor: “Anne… Baba… Büyükanne!”… Ses alamıyor. Ağlıyor. Yirmi dört saat sonra imdadına yetişen bir sıhhiye memuruna çocuk aynı kelimeleri tekrarlıyor. “Annem, babam, büyükannem nerede?” … Biraz sonra gözleri patlamış bir kadın, başı pestile dönmüş bir erkek ve vücudu bir karyola demiriyle ikiye bölünmüş ihtiyar bir kadın cesedi enkaz altından çıkarılıyor. 
Böyle bir sahne karşısında herkes çıldırabilir ama beş yaşında bir çocuğun bir anda aklını kaybettiğini gördünüz mü hiç? Zavallı yavrucak, bu korkunç sahnenin verdiği dehşet içinde saçlarını yolarak ve dudağını bükerek ağlarken, birdenbire, zincire vurulmuş bir deli gibi sırıtmaya başlıyor. Kendini yerden yere atarak mütemadiyen gülüyor… gülüyor.
Bu korkunç sahne karşısında hepimiz susuyoruz. Fakat tabiat hâlâ konuşuyor. Sarsıntı hâlâ devam ediyor. Gökler binlerce felâketzedenin feryadına kulağını tıkamış. Şimdi mustarip insanlar, dehşet ve şiddetine şahit oldukları toprağa yalvarıyorlar: Artık yeter! Merhamet!”
Bütün ülke ayağa kalkmışken; bu göz yaşartan imece ruhuna, Mutahhar Şerif’in her biri can almış onlarca mahkûm çocuğu da katılır. Bununla ilgili bulabildiğimiz ilk haber Vakit gazetesinde yayınlanan ve Hakkı Süha Gezgin’in yazmış olduğu “Felaket İçinde Türk Büyüklüğü” başlıklı yazıdır:
“Erzincan’dan artık kati haberler gelmeye başladı. Dün, muhayyile ve idrâklerimizle canlandırmaya çalıştığımız hailenin kanlı perdelerini, şimdi o sahnede yaşamış, yaralanmış olanlar kaldırıyor. 
Felâket mıntıkasına varan gazeteciler, bir yandan kendi görüşlerini yazıyorlar, bir yandan da zelzelenin içinde yaşayanlardan dinlediklerini anlatıyorlar. Tırnaklarıyla kazdığı toprak altından oğlunun cesedini çıkaran kadın, İsmet İnönü’ye: “Mehmedim öldü. O da askerdi. Senin oğlundu. İkimizin de başı sağ olsun, millet yaşasın!” demiş. Hem kendi ağlamış, hem de etrafındakileri, Cumhurreisini ağlatmış (…) Bunu millî bir gururla yazıyorum. 
Yine bu felâket haberleri arasına sıkışmış yüksek bir hâdise daha var. Şimdi Ankara Memleket Hastanesi’nde yatan Erzincan hâkimi: “Kıyamet koptu sandık. İçinde çığlıklar kopan enkaz altında kaldık. Beni, karımı, çocuklarımı mahpuslar kurtardı” diyor. 
Bu üstünde çok dikkatle durulması lâzım gelen bir hâdisedir. İçinde, millî seciyemizin yüksekliği yaşıyor. Kendilerini çatlak duvarlar, çökmüş çatılar arasına atanlar, ölümü göze alarak can kurtaranlar, zelzelenin başladığı dakikaya kadar can düşmanı sayılan birer mahkûmdular. İnsanlık haklarından soyularak zindana atılmışlardı. Kim bilir belki içlerinden birçoğu da giydikleri hükmü, bu hâkimin ağzından dinlemişlerdi.
Fakat sırası gelince yüreklerinde onu kurtarmak için ölümü göze alacak ulvi bir heyecan duydular. Korkunç yıkıntıların arasına atıldılar ve işte birçok yuttaşın sağ kalışlarını onlara borçluyuz. Ezeli adalet terazisinde ‘hayır’la, ‘şer’le tartılarak hüküm verilir. Çok kere bir suçun günahını, bir hayrın sevabı giderir. Erzincan mahkûmlarını -insan adaleti, kanun terazileri, ne derlerse desinler-  ben, bütün günahlarından sıyrılmış görüyorum. Bunda millî gururu okşayacak bir büyüklük vardır.” (Vakit gazetesi, 3 İkincikanun (*Ocak) 1940, Çarşamba, Sene: 23, Gazete Yayın no: 7896) 
Bütün gazeteler felâket haberlerine sayfalarca yer ayırır. Enkaz bölgesine ulaşan gazeteciler, gördükleri karşısında dili tutulmuş, acıdan dehşete kapılmış sözcüklerle haberlerini yazarlar. Ercüment Ekrem Talû da bunlardan biridir. Büyük felâketi şöyle anlatır gazeteci:
Mücessem Ölüler Albümü 
“Yüzlerce, binlerce ceset üst üste, yan yana konmuş… Birçok kadın, çocuk, erkek bir albüm yaprağı çevirir gibi cesetleri kaldırıp kaldırıp kendilerine ait olanları arıyorlar… Bir çocuk haykırıyor: Anne, babamı buldum, babamı buldum!.. Morarmış cesetlerle veda kucaklaşması…”
“Bedbaht Erzincan’da 1000 can kurtaran 50 fedakâr mahkûm affolunacaklar” manşetli Talû’nun haberinin ayrıntılarında mahkûmlardan da söz edilmektedir:
“… dinlediklerim yalnız faciadan ibaret değildir. Kahramanlık, fedakârlık ve feragat menkıbeleri de anlatıyorlar. Türk’ün ezelî ve ebedî fazileti orada da kendini göstermiş.
Anlattıklarına göre, Erzincan’da inşaat işlerinde çalışan 40-50 kadar mahpus varmış. Bunlar cezaevi dışında birtakım barakalarda yatıyorlarmış. Zelzele gecesi, bunlara hiçbir şey olmamış. Ve bu 40-50 mahpus bir anda mahallelere dağılarak 1000 kişiden fazla can kurtarmışlar ve kendi barakalarında iskân etmişler. 
Kaçabilirlerdi… kaçmamışlar. Vazife karşısında Türk kaçmaz. İsterse cani olsun, onda vatan duygusu, insaniyet duygusu hiçbir vakit körlenmemiştir. Haber aldım ki hükümet bu mahpusların bakiyei müddetlerini bağışlamak üzere alalacele Meclis’e bir kanun lâyihası veriyormuş. Bunu bana, yaralı arkadaşlarının hatırını sormaya gelen adliye memurları teyit ettiler.” (Son Posta gazetesi, 4 İkincikanun (*Ocak) 1940, Perşembe, Sene: 10, Gazete Yayın no: 3389)
Nusret Safa Coşkun da Erzincan’a giden gazetecilerden biridir. Onun yazısı da iç parçalayan ayrıntılarla doludur. Ancak Nusret Safa, mahkûmlardan söz ettiği bölümde, neredeyse mahçup bir dil kullanmaktadır: 
“Ordu Müfettişliği binasının önündeyim. Koca bina mukavva bir kutu gibi yamyassı olmuş. Sağlam tek bir duvar kalmış; üzerinde Atatürk’ün büyük camlı bir resmi ayakta duruyor. Duvara, cama, resme bir şey olmamış. 
Müfettişiliğin karşısındaki sokakta hummalı bir tarama faaliyeti… Mahkûmlar enkazı kaldırmaya uğraşıyorlar. Evet mahkûmlar… Hapishanenin kapısı değil, dört duvarı indiği halde kaçmayan, kaçmaya teşebbüsü akıllarına getirmeyen, kazmayı küreği omuzlayarak; dört gün, dört gece aç, susuz, uykusuz yüzlerce vatandaşın hayatını kurtaran mahkûmlar… Bir tanesi bile kaçmamış. Müddeiumumi geçerken sesleniyorlar: “Merak etme efendi, bıraktığın gibiyiz!” 
Belki bir vatandaşın hayatını söndürdüğü için cemiyetin lânetine uğrayan bu vatandaşlar şimdi en derin sevgiye ve takdire hak kazanmış bulunuyorlar. İnsanlık rüştlerini ispat etmişlerdir. Bu asil hareketlerinden sonra onlara nasıl olup da. “Hadi bakalım, hapishaneye!” diyebileceğiz?
Yanlarına yaklaşıyorum. Hiç durmadan, fasıla vermeden kazma sallıyor, tahtaları koparıp atıyor, taşları yuvarlıyorlar. Dikkat ettim; tavanla taban arasına sıkışmış üç ceset görünüyordu (…) Biri kadın, biri çocuk, diğeri erkek. Belki bir aile…
Yaşlı bir kadın, bir taşın üstüne oturmuş, önünde bir iki tencere, tabak, kırılmış bir mangal, üç soba borusu… Dalgın dalgın seyrediyor.
-    Sizin eviniz mi?
Başını kaldırdı. Istırap dolu gözlerle uzun uzun bana baktı. Neden sonra bu sualim cevaplanmıştı.
-    Evet… İşte bakın, kardeşim, kocası, çocuğu görünüyorlar. Daha üç kişi var. Bilmiyorum ben niye kurtuldum!
Kalaslardan bir tanesi kalkmış, kerpiç birikintileri yuvarlanmıştı. Duvarın üstündeki mahkûmlardan biri kadının cesedini omuzladı, arkadaşına seslendi:
-    Aşağı atla da bunu sana vereyim, götürsünler.
O yarıklarda mermer heykeller gibi duran yaşlı kadın birden yerinden sıçradı:
-    Bana verin, ben alırım!
Çevik bir hareketle enkazın üzerine fırladı, ayakları boşluklara girerek, dizleri çarparak duvarın altına geldi. Mahkûm cesedi tereddütle uzattı. O, kaparcasına sevgili hamulesini kucakladı. Mosmor, ezik ve pıhtılı yüzünü buselere garkederek çömeldi, dizlerinin üzerine yerleştirdi. Hem ağlıyor, hem de hiç durmadan öpüyor, öpüyordu.
-    Kardeşim, anam, canım benim!
Kulaklarımı tıkıyor; ayaklarım tahta parçalarına takılarak kaçıyorum. Hâlâ kulaklarımda kadının hıçkırıklı sesi: “Kardeşim, anam, canım benim!” (Son Posta gazetesi, 5 İkincikanun (*Ocak) 1940, Cuma, Sene: 10, Gazete Yayın no: 3390)
Nusret Safa’nın yazısında, gazetecinin gördükleri karşısında insanlık değerlerini gözden geçirdiği bu bölümün ara başlığı da hayli düşündürücüdür: “Cennetlik günahkârlar!”
Mahkûmların deprem bölgesindeki olağanüstü çalışmalarının bir diğer örneğini de, Cumhuriyet gazetesi muhabiri Mekki Said Esen’in uzun yazısından öğreniriz:
“Kemah’ta Reisicumhurumuz trenden indiler. Zelzelenin tahribatı hakkında sualler soruyorlardı. Kalabalık arasında birinin Erzincan’ın feci vaziyetini bildiği, muhaverelere gösterdiği alâkadan anlaşılıyordu. Milli Şefimiz kendisini çağırdılar.
-    Oradan mı geliyorsun?
-    Erzincan’dan geldim. Gene Erzincan’a gidiyorum. Katilden altı buçuk seneye mahkûmum. Adım Osman’dır. Hapishane başımıza yıkıldı. Kurtulabilen arkadaşlarla vakit kaybetmeden enkazı temizlemeye koyulduk. Bazı taraflarda yangın başlamıştı. Biz ancak yakından sesi gelenleri kurtarabiliyorduk. Daha derinde kalanlara gücümüz yetmiyordu.
-    Buraya niçin geldin?
-    Çocuklarım Kemah’ta otururlar. Köyümüz de zelzeleye uğradı. Müddeiumumiden izin alarak onları kurtarmaya çıktım.
-    Çocuklarına bir zarar olmuş mu?
Mahkûmun yüzünde acı bir tebessüm belirdi. Başını öne eğdi sadece:
-    Sen sağ ol Paşam! dedi.”
Mekki Said’in yazısında içimizi acıtan birçok deprem hikâyesi anlatılır. Bunlardan iki tanesini daha aktarmak istiyoruz.
“İleride çadır hastaneleri dolaşırken, kemikleri birçok yerlerinden kırılmış, yüzü gözü yara bere içinde, yarı baygın yatan bir yaralı için doktor, “Zatürresi de var” dedi. Reisicumhur yaverlerinden Şükrü (Bey) yün yeleğini sırtından çıkarıp hastaya giydirmek istedi. Kapanmış gözlerinin aralandığını gördük. Ağır yaralı vatandaşın bütün kudretini toplamaya çalıştığı belli idi. Bir hırıltı halinde nefes alıyordu. Zorla şunları söyleyebildi:
-    Sen çok iyi kalplisin. Bunu bir başkasına versen daha iyi olur. Ben artık kurtulamam, nasıl olsa ölüyorum.”
Diğer hazin hikâye ise mahkûmlarla ilgilidir:
“Akşam karanlığı çöküyor. Az ileride toplanarak, sıraya dizilmiş adamlar gördük. Erzincan hapishanesinden sağ çıkan mahkûmlar! Hepsi açıktalar, sabahtan akşama kadar enkaz arasından insan kurtarmaya çalışıyorlar. Bugünkü işlerini bitirerek, tam saatinde müddeiumuminin karşısında toplanmışlar. Birer birer sayıldılar: Tamam!
Bir mahkûm,
-    Tamam tabii dedi, böyle günde eksilen yalnız hapishaneden değil, millet hizmetinden, kardeşine yardımdan, insanlıktan kaçmış olur. Bu ise alçaklıkların en büyüğüdür ve katil de olsa, hiçbirimizin suçu böyle bir cinayetten daha ağır olamaz!”
(Cumhuriyet gazetesi, 6 İkincikanun (*Ocak) 1940, Cumartesi, Sene: 16, Yayın no: 5623, ss. 1 ve 5)