Aşureye tuz serpmek: Fethi Okyar’ın Adalet Bakanlığı dönemi

Şükrü Saraçoğlu’ndan sonra Adalet Bakanlığı’na getirilen Hilmi Uran iki, sonraki bakan Tevfik Fikret Sılay ise yaklaşık beş ay görevde kalırlar. Sılay’dan sonra 26 Mayıs 1939 günü bu görev Ali Fethi Okyar’a verilir. Devletin en hassas bakanlıklarından birinin zirvesindeki bu sık ve rüzgârdan hızlı değişiklikleri anlamakta güçlük çeksek de; onun analizini siyaset tarihçilerine bırakıp biz Fethi Okyar dönemi ve İmralı ilişkisine bakmak istiyoruz. Çünkü bu dönem çok hazin bir dönemdir.

Ülkemizin ciddi sıkıntılarından biri olan hantallaşmış ve artık devlete yük olmuş olan cezaevlerini devrimci bir ıslahatla ele alan, başka bir deyişle dünya üzerindeki suç ve ceza ilişkisini; yeni, yararlı, daha insancıl ve üretken bir modelle yepyeni bir kültüre dönüştürüp,  dünyada eşi benzeri olmayan bir duruma getiren Cezaevleri Genel Müdür Yardımcısı Mutahhar Şerif Başoğlu’nun bakanlıktaki son dönemidir bu! Sisli ve esrarengiz olaylarla dolu bir dönem!

Gelenek olduğu üzere yeni Adalet Bakanı Okyar da, göreve geldikten üç ay sonra, yanında devlet protokolü ve gazeteci ordusuyla, 18 Ağustos 1939 günü, ülkenin gururu İmralı’yı ziyaret eder. Ancak Mutahhar Şerif Başoğlu bu ziyaret de yoktur nedense. Belli ki bir şeyler ters gitmektedir.

“Adliye Vekili Fethi Okyar, dün sabah 8.45’te, Trak vapuruyla (Topkapı rıhtımından) hareket ederek İmralı’ya gitmiş, mahkûmlar adasını tetkik ve teftişten sonra, aynı vapurla, gece saat 21’de şehrimize dönmüştür. Adliye Vekilimize bu seyahatinde Adli Vekâleti Müşteşarı Selim Nazif Akyollu, Adliye Teftiş Heyeti Reisi Sezai Bilge, Tapu ve Kadastro Umum Müdürü Halit Ziya Türkkan, Ankara Müddeiumumiliğine tayin edilmiş olan Başmüfettiş Arif Yazar, Adliye Müfettişi Ekrem Salyam, Ceza ve Tevkifevleri Umum Müdürü Bekir Bey ve Üsküdar Cezaevi Müdürü Cemil Bey refakât etmiştir.”

Sonrası bildiğimiz şeyler: Adaya yaklaşınca onları karşılayan, mürettabatı mahkûmlardan oluşan  ‘Cezaevi-1’ motoru, çift sıra dizilmiş ve aynı tip giysiler içinde gelenlere alkış yapan mahkûmlar, resmi geçit, ambar ve depo incelemeleri, yemek falan falan… Bu ziyaret notları arasında küçük bir istatistik bilgi de vardır. Bu bilgiyi -şaşırarak- önemsediğimiz için sizinle de paylaşmak istiyoruz.

“Şimdiye kadar adaya 966 mahkûm gelmiş, bunlardan 175’i meşruten olmak üzere 286’sı müddetlerini bitirdiklerinden tahliye edilmiş, 34'ü yerlerine iade olunmuştur. Bugünkü mevcut 628’dir.”  

50 mahkûmla başlayan İmralı mucizesi, dört yılda neredeyse 15 kat kapasite artırımına gitmiştir. Bunun bazı sakıncalar doğuracağını düşünmek için çok da zeki olmaya gerek yok ya, bakalım hikâye nasıl devam edecek?

Fethi Okyar, bir günlük ziyaretinden dönmeden gazetecilere İmralı’daki izlenimlerini anlatır. Bu görüşler iyi niyetli gibi görünse de, kaygılandığımız bazı sorunların neredeyse kaçınılmaz olduğunu düşünmemize de neden olur.

“… bu gibi müesseselerden yararlananların sayısını azami surette çoğaltmalı ve diğer memleket hapishanelerinde bulunan birçok mahkûmun da İmralı cezaevine bir an evvel nakledilmesi lazımdır.”

Her cezaevinin, İmralı gibi mevsim ve bölge koşulları gözetilerek ıslah edilmesi ve atıl iş enerjisinin üretim merkezli hamlelerle hayata geçirilmesi gerekirken, ‘nasıl olsa ıslah edilmiş bir yer var, herkesi buraya toplayalım’ görüşü hem tehlikeli, hem de son derece yıkıcıdır bize göre.

Bu tehlikenin farkında olmayan dönem yöneticileri, Londra Büyükelçiliği’nden sonra Adalet Bakanlığı görevine getirilen bakanın başını döndürecek, tül kalınlığında gizli yönlendirmeler yapmaktadırlar:

-          Efendim, şu an üzerinizde olan takım elbisenin kumaşı İmralı’da dokunmuştur.

-          Öyle mi? Çok güzel! Bu kumaşların yurtdışına satılıp satılmadığını araştıralım.

-          Efendim ayrıca adada 1939 yılı içinde; 15 bin kilo bakla, 120 bin kilo soğan üretilmiştir.

-          Daha fazlasını da yapabiliriz o zaman? Bu konuyu da değerlendirelim.

Daha önce Mutahhar Şerif’in iş esasına dayalı ve mahkûm haklarını koruyan apaçık görüşleri, daha sonraki günlerde de Saraçoğlu’nun ağzından doğrudan işitilen: “Adaya makine sokmayacağız. Burada üretilen ürünler, mahkûmların devlete olan yükünü ortadan kaldırsın yeter! Asla mahkûm emeği üzerinden ticaret yapmayacağız!” diyen bakış açısı ciddi bir kıskaç altına girmek üzeredir.

Ancak yeni Adalet Bakanı, İmralı’yı dünya çapında bir yer yapan insanların adını bile anmadan, adadan ayrılırken anı defterine, yaklaşan tehlikelerden habersiz şunları yazar:  

“Mahkûmları hapis ve tazyik usulü yerine onları çalıştırmak suretiyle terbiye etmek ve kusurlarını düzeltmek kendilerini cemiyete faydalı bir unsur olarak yetiştirmek sisteminin muvaffakiyetli bir başlangıcı olan bu müesseseyi gördüğümden pek memnunum. Mahkûmların çalışmalarındaki intizam ve müessesenin tutuluşundaki temizlik takdire şayandır. Bu işi organize eden Müfettiş Cemil Ayata ve Müdür Hakkı Şükrü Talimcioğlu’na teşekkür ederim.” (Cumhuriyet gazetesi, 19 Ağustos 1939, Cumartesi, Sene: 16, Gazete Yayın no: 5485, s. 1 ve 7)

Kuşkuya kapılmamıza neden olan sadece ‘değişen bakış açısı’ değildir. Birileri aşureye tuz serpmeye, kaynayan kazanın altına odun sürmeye, ortalığı dumana boğmaya çalışmaktadır sanki:

“Geçenlerde bazı kimseler tarafından vazifesini suistimal ettiği isnat edilince, tahkikatın selâmeti noktasından işten el çektirilip mahkemeye verilen Üsküdar Cezaevi Müdürü Cemil Uzdil, mahkemece tamamen suçsuz görülerek beraat etmiştir.

Adliye Vekâleti kendisini derhal eski vazifesine iade etmiş ve keyfiyeti telgrafla İstanbul müddeiumumiliğine bildirmiştir (…) Cemil Uzdil, bilhassa dürüstlüğü, çalışkanlığı ve ıslahatçılığı ile tanınmış genç idarecilerimizdendir. Kendisi Üsküdar hapishanesinde birçok yenilikler yapmış ve bilhassa uyuşturucu maddeler kaçakçılığı ile amansız bir mücadeleye girmiştir.” (Haber-Akşam Postası gazetesi, 2 Birincikanun (*Aralık) 1939, Cumartesi, Sene: 8, Gazete Yayın no: 2803)

Mutahhar Şerif Başoğlu’nun çalıştığı isimlerden biri olan Uzdil bunlarla uğraşırken, ziyaret anılarını yazan gazeteciler, kalbimize heyecan veren şeyler de yazarlar köşelerinde. Örneğin devletin zirvesinde birilerinin zehirli bir iklim yaratmaya çalışmasına inat, Burhan Felek’in yazdığı yazıda son derece yumuşak ayrıntılar vardır:

“Bahçede dolaşıyordum. Güler yüzlü, orta boylu, otuz beşlik bir mahkûm, bana çiçek vermek istedi. Koparacağı karanfile kıyamıyordu. Sordum:

-          Adın ne?

-          Hasan

-          Kaç sene?

-          Otuz! Dokuz senem geçti.

-          Neden?

-          Babamı öldürdüler. Beni de öldüreceklerdi. Beş tane attım, beş tane vurdum. İkisi öldü, üçü yaralandı.

Ve derinleşen nazarları ondan sonra yine çiçekler döndü.” (Yenigün Mecmuası, ‘İmralı’nın Hikâyesi’ başlıklı yazıdan, 2 Eylül 1939, Yıl: 1, Sayı: 26, s. 19)

Çiçeklere karşı büyük sevgi duyan sadece mahkûm Hasan değildir. Yıllar sonra İmralı Hükümlü gazetesinde de buna benzer bir yazı yayınlanır: Çiçekçi Arif’in hüzün veren hikâyesi…

“Adaya henüz yeni gelmiştim. Envai çeşit çiçeklerle süslenmiş çiçek bahçeleri arasında dolaşıyordum. Bir aralık gözüme güzel bir karanfil ilişti. Koparmak için elimi uzattım. Fakat o anda bir ses yükseldi:

-          Hemşerim koparma!

Sesin geldiği tarafa döndüm. Bu bir İmralı adamıydı. Yanıma yaklaşarak beni incitmeyecek bir şekilde:

-          Galiba adamıza yeni geldin. Çünkü şu çiçeğin sana birkaç dakika temin edeceği güzel kokuya mukabil, sen onun egoistçe hayatına kastetmeye kalktın. Onun da senin gibi bir canlı olduğunu unuttun. O, hem senin, hem de senin olduğu kadar cemiyetin malıdır.

Cevap verecek söz bulamadığımdan, sordum:

-          Sen kimsin?

Gülerek cevap verdi:

-          Ben, öldürmekten hükümlü çiçekçi Arif Özel!

(İmralı Hükümlü gazetesi, 23 Nisan 1948, Yıl: 1, Sayı: 12, s. 2, Burhanettin Parlar’ın ‘Değişen Düşünce’ başlıklı yazısı)

Her ne kadar olup bitenler hakkında kafamız karışır gibi olsa da; İmralı Sosyal Sanatoryumunun mayası o kadar sağlamdır ki, ülke basınında başarı haberleriyle gündemde kalmaya devam etmektedir. Bu kez, Türkiye halkevleri adına, Ankara Halkevinde açılan ülke çapındaki amatör resim ve fotoğraf sergisinde karşımıza çıkar İmralı’nın adı.

“Birkaç gün evvel Ankara Halkevi’nde, Türkiye halkevleri amatör sanatkârlar resim ve fotoğraf segisi açıldı. Bu güzel sanat hâdisesi, Halkevlerinin Türk sanatkârını himaye ve teşvik etmesi bakımından ele alınabilecek büyük bir değeri ifade ediyor (…) Eserler, tamamen yerli bir anavatan sanatının özlü ve hassas çizgilerini taşıyor.

Eserler üzerinde akademik fikir mütaleasını salâhiyetlilere bırakalım; bizim için söylenecek söz, Halkevlerine teşekkür etmek ve anavatanın asûde köşelerinde çalışan Türk sanatkârını alkışlamaktır. Sergide teşhir edilen 125 resim ve 145 fotoğraftan edindiğimiz başka bir intiba da sadelik ve iddiasızlıktır. Eserlerde, tabiatla anlaşmak, renkleri ve realiteyi yadırgamamak insanın içine büyük bir ferahlık veriyor.

Sanatı bir milletin medeniyet miyarı olarak kabul eden Cumhuriyet Halk Partisi, büyük bir alâka ve titizlikle üstüne düştüğü resim ve fotoğraf sergileriyle büyük bir memleket davasını halletmiş ve etmekte bulunuyor. Sergiyi hazırlayan kıymetli elemanlara ve eser gönderen sanatkârlara ne kadar teşekkür etsek azdır.” (Cumhuriyet gazetesi, 31 Mayıs 1940, Cuma, Yıl: 17, Gazete Yayın no: 5766, Baki Süha’nın ‘Fotoğraf ve Resim Sergisi’ başlıklı yazısından alıntı)

Bu haberin dosyamıza girme nedeni şudur: Sergide toplam 270 parça eser vardır ve gazeteci, gönderilen fotoğraflardan sadece dört tanesini, “dünya ölçüsünde artistik” diye niteler.

“Bazı fotoğraflar dünya çapında artistik bir kıymet (taşımaktadır). Nuri Kural’ın (Atlar)ı, Mehmet Başar’ın (Sokak)ı, H. Kâğıtçı’nın (Havuz)u  ve Suphi Berk’in (İmralı Çocukları)!”

Her ne kadar bulanık bir suyu andırsa da; İmralı’nın başarısı belli ki bazılarının iştahını fazlasıyla kabartmıştır. O dönemin esaslı konusu, tüm mahkûmları değişik işlerde çalıştırmanın yasal yollarını aramakla geçer. Gazetelerde bu konuda haberler üst üste yayınlanmaya başlar.

“Nafia Vekâletiyle Adliye Vekâleti, bilumum mahkûmların devlet nafia işlerinde çalıştırılmasını temin maksadıyla bir müddetten beri yaptıkları hazırlıkları ikmal etmiş bulunmaktadır. Hazırlanan talimatname esaslarına göre; İmralı, Havza, Karabük, Isparta ve Ankara’da mahkûmların teşmili için faaliyete geçilmiştir.

Mahkûmlardan hüsnühal sahibi olanlarla, bedence çalışmaya mâni halleri bulunmayanlar ayrılacak ve Nafia Vekâletinin gösterdiği yerlerde demiryolu, köprü, şose vesair nafia hizmetlerinde muayyen bir ücret mukabilinde istihdam olunacaklardır.” (Son Posta gazetesi, 19 Birincikanun (*Aralık) 1940, Perşembe, Sene: 11, Gazete Yayın no: 3734, s. 1)

“Muayyen bir ücret karşılığında”… Bulanık ve tehlikeli bir söz!

Geçtiğimiz yıla kadar olanları hatırlıyoruz da; nedense kalbimizde huzursuz bir sızının zonklamasını durduramıyoruz. İşte 1939’un ilk günlerinde basına yansıyan yüz güldüren, minicik iki İmralı haberi:

“Açık Teşekkür / Eşim İsmet’i doğum dolayısıyla Mudanya Sağlık Yurdu’na yatırarak doğum ameliyesini kemali hazakat ve ihtimamla icra ve ameliyattan sonra büyük bir tehlike arzeden hastalığı teşrih ve tedavi etmek suretiyle gerek eşimi ve gerekse doğan nevzadı muhakkak bir ölümden kurtaran hastane tabibi Burhan Öncel’e muhterem gazetenizle alenen teşekkür ederim. İmralı Yeni Cezaevi Kâtibi Mahmud Günhan” (Cumhuriyet gazetesi, 31 İkincikanun (*Ocak) 1939)

Bu da diğer haber:

“Geçenlerde İmralı mahkûmlar adasında çok garip bir hâdise olmuştur. Mahkûmlar muayyen yerlerde çalışırken, denizde büyük bir cismin gittikçe yaklaşmakta olduğunu görmüşler ve sahile koşmuşlardır. Fakat adaya yaklaşmakta olan bu büyük cismin geri döndüğü, biraz sonra ise yeniden adaya doğru yüzmeye devam ettiği görülmüştür. Az sonra bunun bir manda olduğu anlaşılmıştır. Nereden geldiği ve kime ait olduğu anlaşılamayan manda biraz sonra karaya alınmış ve çifte koşulmaya başlanmıştır.” (Son Posta gazetesi, 23 Haziran 1939, Cuma, Sene: 9, Gazete Yayın no: 3196, s. 5)

Bakanlık içten içe kaynayadursun, -bir o eksikmiş gibi-  tarihimizin en yıkıcı felaketlerinden biri de bu dönemde, 1939’un Aralık ayında gerçekleşir: Erzincan Depremi!

Her ne kadar büyük bir felaket olarak hatırlasak da; İmralı mahkûmlarının Erzincan depremine kazmanın küreğin sapına yapışarak, koşar gibi, kanatlanmış da uçar gibi, arkasına bile bakmadan can kurtarmaya koştuğunu bilmek  gözlerimizi nemlendiriyor. Nereden ve nasıl geldiğini bilmediğimiz kapkara bulutlarla artık yüzünü göremediğimiz çalışkan reformcu Mutahhar Şerif’in sır olup ortadan kaybolmasıyla, onun kurduğu bahçenin tarumar edilmesine karşın, bahçedeki mahkûm çocuklarına bıraktığı insancıl mirasın sürdüğünü görmek yüreğimizde ağır bir yük değilse, ya nedir?

(Devamı Var)