Ülkemizde cezaevleri ıslahı adına 1937 yılında alınan verimli sonuçlar, yaklaşan 1938 yılında af umutlarını artırır. Dönemin en tanınmış köşe yazarları neredeyse bu konuyu kendilerine görev edinip, bulundukları şehirlerdeki hapishaneleri ziyaret ederek görüşlerini gazetelerde yazarak bildirmeye, af ve ıslah programının kesintisiz sürdürülmesine dair kamuoyu oluşturarak hükümete basın üzerinden baskı yapmaya başlarlar. Bu kervana, İstanbul Hapishanesini ziyaret ederek görüşlerini yazan, Tan gazetesinin başyazarı Ahmet Emin Yalman da katılır.

Birkaç gün evvel İstanbul Cezaevini ve Tevkifhanesini ziyaret ettim (…) Gördüklerim ve işittiklerim hakkında söyleyeceklerim vardır. Bugün bunun özünü kısaca anlatmanın tam zamanıdır. Çünkü mebuslarımız âdi suç sahiplerinin affedilip edilmemesi meselesini zihinlerinde araştırmakla meşguldürler. Ben cezaevinde şunları gördüm:

Bir cezaevinin içtimaî hastalık bakımından bir hastane olması lâzımdır. Nitekim adliyemiz bu prensibi ne kadar iyi kavradığını İmralı adında bir içtimaî açık hava sanatoryumu yaratmakla ispat etmiştir.

Cemiyetin ne sebeple olursa olsun vesayet altına aldığı, kendine ait bir müessese içine kapadığı insanlara, bir uzviyetin normal yaşayışı için lâzım olan gıdayı ya vermesi veya kazanmak için bir imkân hazırlaması lâzımdır. Bugün cezaevlerimizde hükümet, mahkûmlara borç şeklinde yalnız ekmek veriyor. Yoksul bir mahkûmun, bir vücudun mutlaka ihtiyaç duyduğu diğer gıda nevilerini temin etmesi için bugünkü İstanbul cezaevinde hiçbir imkân yoktur.

İş bu kadarla da kalmıyor. Bir takım mahkûmların niçin yattıklarını sordum. Boyunlarını bükerek: “Ekmek sebebinden…” diye cevap verdiler. Ekmek sebebi meğer ne imiş: Müddetini bitiren bir mahkûmdan hazine, ekmek parasını toptan istiyormuş. Çalışmak ve kazanmak imkânını bulamayan bir mahkûm bunu tedarik edemeyince müddetsiz bir surette içeri atılıyormuş. Bu esnada da ekmek yemeye ve hazineye borçlanmaya devam ediyormuş.

Kırtasî ruhun darlığına ve körlüğüne bundan canlı bir misal olamaz. Müddetini bitirince hürriyete kavuşan bir adamdan, henüz namuslu ve meşru bir kazanç imkânı bulmadan böyle bir para istemek, kendisini suç işlemeye ve başkalarının malına tecavüze göz göre göre teşvik etmek demektir.

Umumi af kararı verilsin verilmesin, hapishanelerde yedikleri ekmek parasını ödeyemedikleri için mahpus kalanları salıvermek ve bütün memlekette yekûnu birkaç yüz lirayı herhalde geçmeyen bir borcu silmek, hem adaletin, hem de aklın en basit bir icâbıdır.

İstanbul cezaevinde (…) hiçbir şekilde çalışmak imkânı yoktur. Dört, beş yüz kişi ve tevkifhanedeki diğer beş yüz insan, vakitlerini tembellik içinde geçiriyorlar. İstidat bakımından sağlamsalar bile hasta oluyorlar. Mahpuslara çalışma imkânı vermek ve bir sanat öğrenmek yalnız kendileri için bir geçim meselesi değildir. Şifa bulmaları bakımından en esaslı çare ve ihtiyaçtır.

Bütün bunları Adliye Vekâletini tenkit diye yazmıyorum. Vekâletin hapishaneleri ziyaret için müsaade vermesi de gösteriyor ki, noksanları örtmüyor, benimsemiyor. Fenalıkların bilinmesine, görülmesine, duyulmasına, bu sayede de ıslah imkânları hazırlanmasına candan taraftar bulunuyor (…) İmralı tecrübesi ve diğer radikal adımlar, Vekâletin en yüksek idealleri kavradığına canlı bir delildir. Ortadaki noksanların ilacı adliyenin elinde değildir. Mesele; umumi sistem, zihniyet ve usullerin değişmesiyle alâkası olan esaslı ve umumi bir davadır (…) Ceza işini inkılâp ölçüleriyle ele almak, bu mevzua ait bilgi ve tecrübelerin icâplarını esaslı bir surette tahakkuk ettirmek, işe âdeta yeni baştan başlamak imkânını temelli bir surette hazırlamak mutlaka lâzımdır.” (Tan gazetesi, 12 Haziran 1938, Pazar, Yıl: 4, Gazete Yayın no: 1120, ss. 1 ve 10)

Ahmet Emin Yalman’ın yazısında bir tek Mutahhar Şerif’in adı yazılmamış bize göre… Öyle ya, ıslah adına cezaevlerinde yapılanları düşündüğümüzde ve bu başarılı programı yükselten kadronun başındaki Başoğlu’nu ve yaptıklarının özetini yazsaydık; biz de ancak bu ve buna benzer şeyler yazardık diye düşünüyoruz.

Gazeteciler, ülkenin aydın tabakası yapılanları alkışlayadursun; aynı günlerde İmralı Sosyal Sanatoryumundaki mahkûm sayısında bir kapasite artırımı daha gündeme gelir. 1938 yılnın Nisan ayında, İmralı’daki mevcudun 750 kişiye çıkarılacağına dair haberler görülmeye başlar.

İmralı adasında çalıştırılan mahkûmların sayısını 750’ye çıkarmak için adada hazırlıklar başlamıştır. Sayı gelecek sene 1000’e çıkarılacaktır.” (Ulus gazetesi, 28 Nisan 1938, Perşembe)

Elbette ıslah deneyinden son derece olumlu sonuçlar alınan İmralı açık hava hapishanesinden ne kadar mahkûm yararlanırsa o kadar iyi olur diye düşünsek de; ‘Bu oluşun alt yapı ve güvenlik sıkıntıları aşılabilecek mi, bunu nasıl hallettiler acaba?’ diye düşünmeden de edemiyoruz. Doğal olarak ülkeyi ayağa kaldıran bu programın başındaki ismin, Mutahhar Şerif’in konuya nasıl baktığını, bütün bunlar olurken onun aklından neler geçtiğini, bu kapasite artırımı konusunda neler düşündüğünü merak edip, arşivlerimizi kurcalamaya başladık.

Ama, bu dönemde Mutahhar Şerif’in adına tek bir basın harfinde bile rastlamadık! Bu durum bizi fazlasıyla şaşırttı. Bunu değerlendirirken aslında birkaç aydır Başoğlu’nun adını hiçbir gazetede görmediğimizi farkettik. Neden acaba?

Cezaevleri Genel Müdür Yardımcısı çalışkan hukukçunun, başka ülkelerin cezaevi programını incelemek üzere sık sık yurtdışına gittiğini biliyoruz ama yine de emin olmak istedik. Merak ettiğimiz yanıtı devlet arşivlerinde bulduk.

Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi’nde, 21 Mart 1938 tarih ve Reisicumhur Mustafa Kemal imzalı bir belge, döneme ışık tutması adına önemsediğimiz bir belge olarak karşımıza çıktı.

3/1/938 tarih ve 2/7966 sayılı kararnameye ektir:

Yunanistan, İtalya ve İsviçre ceza infaz müesseselerinde tetkikatta bulunmak üzere Avrupa’ya gönderilen Hapishaneler Umum Müdür Muavini Mutahhar Şerif Başoğlu’na verilen 500 liralık döviz müsaadesinin 1000 liraya iblâğı; Adliye Vekilliğinin 24/2/938 tarih ve 23 sayılı teklifi ve Maliye Vekilliğinin 9/3/938 tarih ve 54251/2/3747 sayılı mutalâanamesi üzerine İcra Vekilleri Heyetinin 21/3/938 tarihli toplantısında onanmıştır.” (T.C. Başvekâlet Kararlar Dairesi Müdürlüğü - Karar Sayısı: 2/ 8395) (BCA 82-22-16)

Bu belgeye dayanarak; Başoğlu’nun konusunda bir öncü, dönemde anılan adıyla ‘Atatürk’ün Türk Prometyuslarından biri’ olduğunu, uzun zamandır Avrupa ülkelerinde incelemeler yaptığını ve bu yüzden de -daha sonraki zamanlarda ciddi sorunlara yol açacak- İmralı ya da diğer cezaevlerindeki kapasite artırımı ya da değişiklikleriyle ilgisi olamadığını düşünüyoruz.

Basın üzerinden yapılan baskısının ne denli etkisi oldu bilmiyoruz ya; 1938 yılının Ağustos ayında, cezaevleri ıslah programında esaslı kararlar alınacağına dair bazı haberler düşer gazetelere.

Haber aldığımıza göre, mahkûmların cezaevlerindeki durumlarının ıslahı için Vekâletçe bazı kararlar alınacaktır. Mevcut cezaevlerinde ağır cezalı mahkûmların bulunduğu hücrelerle, mevkuf ve hafif mahkûmların hücreleri ayrılacak ve ağır cezalı mahkûmlarla diğerleri arasındaki irtibata son verilecektir. Cezaevlerindeki ağır cezalı kadın mahkûmların Türkiye’nin bir yerinde kurulacak bir hapishanede birleşmeleri temin edilecektir. Bu suretle kadın mahkûmlar daha büyük bir ihtimamla işledikleri cürümleri unutacak ve ıslah edilecek bir hale getirileceklerdir. Çocuklar için de münasip bir şekil düşünülmektedir.” (Son Posta gazetesi, 7 Ağustos 1938, Pazar, Sene: 9, Gazete Yayın no: 2881, ss. 1 ve 11)

Gün geçmez ki İmralı haber olmasın! Nizamettin Nazif de, Haber-Akşam Postası gazetesi, ‘Hâdiseler-Fikirler’ başlıklı köşesinde konuyla ilgili bir yazı yayınlar: “İmralı Hapishanesinin Psikolojisi”

Dün Marmara’nın ortasında metrûk bir toprak parçası olan İmralı,bugün beynelmilel bir şöhret olmuştur. İmralı, Cumhuriyet adliyesinde ceza telakkisinin ilk vesikası ve yarınki Cumhuriyet cezaevleri hakkında bize fikir veren ilk numunedir (…) Bizim memleketteki suçluların psikolojik bünyesine İmralı adasındaki müessese kadar uygun bir başka tertip bulmak mümkün değildir”

Nazif, bundan sonrasında hayranı olduğu ve ‘ekselans’ diye andığı Şükrü Saraçoğlu’nu överek yazısını sürdürür. Ancak; uygulanan ıslah programının en küçük ayrıntısına kadar elini taşın altına koymaktan kaçınmayan, yükten ve hiçbir muhalif düşünceden korkmayan, mahkûmlarla birlikte inşaatlara harç taşıyan, okuma yazma bilmeyen mahkûm çocuklarına ilk dersi veren Mutahhar Şerif Başoğlu’nun adını bir kere bile anmamış olması ya da ona bir atıf yapmaması hayli düşündürücüdür.

Ortaçağ zindanının muaddel şekli olan eski hapishanelerle İmralı arasındaki fark yalnız yeni devirle eski devir arasındaki telakki farkı olarak ele alınmamalı! Bu ileri hareketin günden güne artan müspet verimlerini beğenirken münevver bir vatandaşımıza da ferden, bir şeref hissesi ayırmalı... Saraçoğlu Şükrü bizde cezaevlerini kökünden yıkıp yeniden yapmaya karar vermek ve kararını en modern şekillere uygun tarzlarda tatbik etmek cesaretini gösterebilen ilk Adliye Vekilimizdir. Selefleri hapishanelerin ıslahından bahsedilince ancak şunları düşünebiliyorlardı:

  • Koğuşların badanalanması

  • Verilen tayınların halis buğdaydan yapılması

  • Haftada bir kere kuru fasulye veya çorba dağıtılması

Aralarında en faal olanlar nihayet, nihayet yeni zindanlar inşa ettirebildiler. Fakat cezanın terbiye ile alâkasını en evvel ve en iyi anlayan ve suçlu halkın psikolojisine en uygun cezaevini cesur bir kararla seçip derhal tatbik eden Saracoğlu oldu. Saraçoğlu adliye kuvvetinden “zindan” mefhumunu kazıyıp atmak isteyen Cumhuriyet kuvvetinin bu en insanî şiarını tatbik eden vatandaşımız oldu.

İmralı, rejimi kuvvetle göze vuran âbidelerden biridir. Müessese, adliyemizi, kararlarını Ortaçağ usulleri ile infaz etmek azabından kurtarıyor.” (Haber-Akşam Postası, 1 Eylül 1938, Perşembe, Sene: 7, Gazete Yayın no: 2361)

İmralı deneyi, gerçekten bir mucizeye benzemektedir. Şimdi dönem gazetelerinin İmralı’da yapılanlarla ilgili saptamalarını alt alta yazarak, fikirlerimizi sağlamlaştırmak istiyoruz.

  • İmralı adasındaki temiz hava şehir hapishanelerinin boğucu ve karanlık koğuşlarında zehirlenmiş olan ciğerleri az zamanda tedavi etmiş ve mahkûmlar yepyeni bir âlem içinde yeni doğmuş gibi olmuşlardır. İmralı’da maziyi unutuyorlar, bugünden istifade ediyorlar ve yarına hazırlanıyorlar.

  • İmralı, cemiyetin cezayı yıpratmak için değil, hataları tashih ve ruhu tasfiye için terbiye verdiğini iddia eden müessesedir ki, ortaya attığı davayı kazanmakta olduğu muhakkaktır.

  • Musiki yalnız bir eğlence değil, bir teselli değil, düpedüz bir tedavi vasıtasıdır. İmralı’da her mahkûm mandolin, gitar ve balalayka dersi almaktadır. Eskiden hapishanelerde yıllar afyon yutmak ve esrar içmekle geçerdi. O muhitte yaşayan bir adamın ıslahına imkân mı vardı? Şimdi Marmara’nın en güzel adasında baharın aylı gecelerini mandolin ve gitar konserleri arasında yaşıyorlar.

  • Cehlin insanlığı cürme sevkettiği ne kadar hakikatsa, her insanın cehaletten kurtulmak için can attığı da o derece meydanda bir hakikattir.

  • Geçen bir yıl İmralıları çok ilerletmiştir. Şimdi onlar açık havada aldıkları ilk derslerin aşkıyla taşa toprağa sarılıp yaptıkları mükemmel dershanelerde okumaktadırlar.

Anlaşılan o ki; “İmralı Adamı” diye bir şey vardır artık. O dönem adaya dair yazılı bir kaynak yoktur ama yılların köpüğü kabarmış, İmralı Hükümlü gazetesinde aynı isimle bir şiir bile yayınlanmıştır.

Feragatla, yılmadan / Gidiyorlar durmadan / Bir ülkünün ardından / İmralı adamları

Islah olmuş coşuyor / İş peşinde koşuyor / Hayata katılıyor / İmralı adamları

Adaya emek vermiş / Kötü huylar silinmiş / Hürriyet zevkini içimiş / İmralı adamları”

(İmralı Hükümlü Gazetesi, “Garip Ozan” imzalı bir mahkûm şiiri, 29 Ekim 1948, Cuma, Yıl: 1, Sayı: 39)

Bir yılda İmralı’da nelerin ilerlediğini görme zamanı gelmiştir artık. Duyulanlar, hakkında yazılanlar o denli heyecan yaratmıştır ki; Şükrü Saraçoğlu ve devletin ilgili kişileri İmralı’ya bir ziyaret daha yapmak üzeredirler. Ne yazık ki bu büyük heyecanı tüm ülkeye yaşatanMutahhar Şerif Başoğlu adlı çalışkan, alçakgönüllü karınca, bu ziyarette ‘İmralı’daki evinde, çocuklarım dediği mahkûmların yanında’ olamayacaktır. Özene bezene hazırladığı, misler gibi kokan evine gelen konukları başkalarının karşılayacak olması, insanın içine hüzün veren, acıklı bir durum olmalı!

21/3/938 tarih ve 2/8395 sayılı kararnameye ektir:

Ceza ve Tevkifevleri Umum Müdürlüğü Şefi olup halen tetkikat için Roma’da bulunan Mutahhar Şerif Başoğlu’nun ceza ve infaz müesseseleri hakkında evvelce İtalya’da yaptığı tetkikattan dolayı harcırah ve yevmiyelerinden bakiyei istihkakı olarak tahakkuk eden 556 liranın Türk-İtalyan kliringi kanalıyla ödenmesi; Adliye Vekilliğinin 26/10/938 tarih ve 434/137 sayılı teklifi ve Maliye Vekilliğinin 1/12/938 tarih ve 17532 sayılı mutâalanamesi üzerine İcra Vekilleri Heyetince 3/12/938 tarihinde onanmıştır.

3 Aralık 1938 / İmza: İsmet İnönü - Reisicumhur”

Başbakanlık Cumhuriyet Arşivinde bulduğumuz belgeye sırtımızı yaslayarak söyleyebiliriz ki; Mutahhar Şerif Başoğlu, Saraçoğlu başkanlığında yapılacak ikinci İmralı ziyareti sırasında Roma’dadır ve İtalyan cezaevleri üstüne bir inceleme yapmaktadır.

Nedense, bunları yazarken Anadolumuzun enfes bir deyişi düştü aklımıza. Denir ki; “Yükü öküz çeker ama kağnının tekerleği bağırır!”