Cezaevinden Mektup

Şükrü Saraçoğlu ve 150 kişilik bir topluluğun, 1938 yılının 1 Eylül günü İmralı’ya yaptığı ziyaret ülke çapında o kadar önemsenir ki, bütün gazeteler İmralı’da gözler önüne serilmiş devrim nitelikli ıslahat uygulamalarını manşetten birinci haber olarak girdiği gibi, bazı gazeteciler de gördüklerine sanatsal bir gömlek giydirerek gazetelerine değişik formlarda yazılar yazarlar. Aynı günlerde, 11 Kasım 1938 günü göreve getirilen Adalet Bakanı Hilmi Uran iki ay sonra, tam olarak 3 Ocak 1939 günü yerini beş ay kadar (3 Ocak 1939-26 Mayıs 1939) bakanlık yapacak olan Tevfik Fikret Sılay’a bırakır. O günlerin gözde konusu, devlet mekanizmasındaki bu sık değişiklikten çok, jandarma eşliği olmadığı halde bazı mahkûmların kendi başlarına serbestçe İmralı’dan ayrılıp, başka hapishanelere gidip teslim olmalarıdır. Bu yazılara örnek olarak, Hikmet Feridun Bey’in yazdığı duygusal bir hikâyeyle, Cemal Nadir’in “Haftanın Mizahı” başlıklı köşesinde yazdığı iki yazıyı birlikte okumak isteriz.  
Önce Hikmet Feridun’un “Cezaevinden Mektup” başlıklı hikâyesini okuyalım.
“Naciye Bandırma yoluyla İzmir’den İstanbul’a dönüyordu. Genç kadın Bandırma’dan vapura bindi. İzmir’den beri devam eden tren yolculuğunda epeyce başı ağrımıştı. Bunun için biraz deniz havası almak istiyordu. Vapura biner binmez kamarasına kapanmadı. Güverteye çıktı. Harikulâde güzel bir yaz gecesi idi. Deniz çarşaf gibi idi. Genç kadın güvertenin parmaklıklarına dirseklerini dayadı. Bu güzel yaz gecesini, ay ışığını, denizi seyre daldı.
Bir ara kulağına bir ıslık sesi çalındı. Etrafına baktı. Biraz ileride güvertenin üzerinde geniş adımlarla dolaşan uzun boylu bir erkek gölgesi farketti. Vapurda aşağı yukarı bütün yolcular kamaralarına çekilip yattıkları halde bu uzun boylu adam -pek şair tabiatlı olacak ki- güvertede ıslık çalarak dolaşıyor, ara sıra duruyor, Naciye gibi gözlerini denize, yıldızlarla dolu göğe dikiyordu.
Naciye biraz da vapurun burun tarafına doğru gitmek istedi. İlerledi. Vapurun burun tarafına geldi. Biraz sonra arkasında bir ayak sesi işitti. Döndü, baktı. Güvertedeki uzun boylu yolcu idi. Elinde bir eşarp tutuyordu:
-    Bunu düşürdünüz efendim!
Hakikaten biraz evvel Naciye koltuğunun altına sıkıştırdığı eşarpı farkında olmadan düşürmüştü. Genç kadın: “Teşekkür ederim” diyerek uzun boylu adamın elinden eşarpı aldı. Şimdi yan yana duruyorlardı. Genç adam laf olsun diye “Ne güzel gece, değil mi efendim?” dedi. Naciye cevap verdi: “Evet, harikulâde…”
 Bu esnada gökyüzünde bir yıldız kaydı, boşlukta kayboldu. Naciye gayri ihtiyarî: “Gördünüz mü” dedi, “Yıldız kaydı.” Genç adam gülümsedi: “Evet, insan böyle bir yıldızın kayışını seyrederken, gönlünden ne murat geçirirse o mutlaka olurmuş” dedi. Biraz durduktan sonra ilave etti: “Ne yazık” dedi, “Yıldızın kayması o kadar çabuk oluyor ki, insan içinden bir murat geçiremiyor.”
Naciye şimdi yanındaki meçhul adama daha dikkatle bakıyordu. Bu hakikaten yakışıklı bir erkekti. Gece o kadar aydınlıktı ki, genç kadın yanında duran erkeğin yüzündeki bütün hatları seçebiliyordu. 
Bir aralık genç adam bir sigara yaktı. Sonra paketini Naciye’ye uzatırken: “Bilmem içer misiniz?” dedi, “en ucuz sigaradır.” Vakıâ, Naciye pek seyrek sigara içerdi. Fakat genç adamın “En ucuz sigaradır” sözünden sonra onun paketinden bir sigara almamayı ayıp gördü. Uzandı, bir sigara aldı, dudaklarına yerleştirdi. Meçhul adam hemen Naciye’nin sigarasını yaktı. 
Naciye  oldukça macera seven bir kadındı. Gecenin bu saatinde küçük bir vapurun güvertesinde denize karşı âdeta içinde bir macera hevesi uyanmıştı. Bunun için genç adamla çene çalmakta hiçbir mahzur görmüyordu. Üstelik bu şair ruhlu bir insan olarak tasavvur ettiği erkeği de merak etmeye başlamıştı. Biraz sonra meçhul erkek kendisini sadece “Mehmed” diye takdim etti. Naciye onunla konuştuktan sonra Mehmed’i büsbütün merek etmeye başlamıştı. Onda o kadar garip bir hal vardı ki… Zaman zaman söylediği sözlerden derin bir yeis içinde yaşadığı anlaşılıyordu. 
Naciye âdeta küçük vapurda, gece yarısı güverte üstünde rastgeldiği bu meçhul adamı bir roman kahramanına benzetiyordu. Mehmed bir aralık etrafına bakarak: “Hayat ne güzel!” dedi, sonra derin derin nefes aldı. 
Gecenin ve denizin güzelliği onlara kamaralarına dönmeyi hatırlatmıyordu bile… Bunun için yan yana, uzun uzun konuştular. Güverte üzerinde dolaştılar. Hatta bir aralık aşktan bile bahsettiler. Genç adam içinde gizli bir acı varmış gibi: “Sevmek ne kadar güzel şeydir” dedi, “hele sevebilmek imkânı bulabilenler için…”
Tuhaf şey… Mehmed’in bu sözleri Naciye’yi düşündürmüştü. Genç adam için sevebilmek imkânı yok mu idi? Kamaralarına dönerken arkalarında âdeta bir samimiyet başlamıştı. 
Sabahleyin erkenden vapur İstanbul Limanı’na girmişti. Fakat yolcular saat sekize doğru çıkacaklardı. Mehmed’le Naciye geç yattıkları halde en erken kalkanlar gene onlardı. 
Naciye İstanbul’a geldiği için sevinç içindeydi. Halbuki Mehmed’in yüzü sapsarı idi. Fakat Naciye onu bu sararmış yüzüyle de çok güzel ve hülyalı buluyordu. İstanbul’a çıkarlarken genç kadın Mehmed’e adresini verdi. Ondan çok hoşlanmştı. Fakat Mehmed adres kâğıdı elinde mahzun mahzun genç kadının yüzüne bakıyordu. Nihayet: “Adresini pek kıymetli bir hatıra olarak saklayacağım. Fakat sizi ziyaret edeceğimi hiç ummuyorum” dedi. Naciye hayretle sordu:
-    Sebep?
-    Belki buna imkân bulamayacağım, ondan…
-    Yoksa uzun bir seyahate mi çıkacaksınız?
Mehmed başını önüne eğdi:
-    Onun gibi bir şey… 
Naciye Mehmed’ten ayrıldıktan sonra: “Çok garip adam! Fakat pek ziyade dikkate değer… Bilmece gibi bir erkek… Bu bilmecenin sırrını çözmeyi pek isterim” diyordu.
Aradan günler haftalar geçtiği halde Mehmed’ten hiç ses çıkmıyordu. Bir gün postacı Naciye’nin evine bir mektup getirdi. Naciye zarfın üstüne bakınca şaşırdı. Çünkü mektubun üstünde İmralı Cezaevi yazıyordu. İmralı’dan Naciye’ye bir mektup? .. Ne münasebet!
Genç kadın mektubu açtı, okumaya başladı:
“Bu mektubu aldığınız zaman kim bilir ne kadar hayret edeceksinizdir. Bu satırları size vapurda, gece yarısı güvertede konuştuğunuz Mehmed İmralı adasından yazıyor. Evet, ben bir katilim!.. Fakat bugün vicdan azabı içinde yaşayan ve çok pişman olmuş bir vaziyette bulunan bir mücrim… Kabahatimin kefaretini İmralı adasında ödüyorum. 
Bundan bir müddet evvel benim günden güne ıslah olduğumu gören hapishane idarecileri bir tecrübe yapmaya karar vermişler. Beni yalnız olarak Edirne hapishanesine göndermeyi düşünmüşler. Yalnız ve jandarmasız olarak…
İmralı’dan Bandırma’ya motorla gelmiş, İstanbul’a gidecek olan vapura binmiştim. O gece hürriyetin bütün zevkini çıkarmak için saatlerce güvertede dolaştım durdum. İşte bu esnada size rastgeldim. Üç senelik bir hapishane hayatından sonra ilk konuştuğum kadın sizdiniz. Ertesi gün bana adresinizi verdiğiniz zaman ne derin bir yeise düştüğümü herhalde farketmişsinizdir. İstanbul’dan Edirne’ye gittim. Orada bir gece kaldıktan sonra tekrar jandarmasız olarak İmralı’ya döndüm. Yeni hapishanecilik tecrübesi bu suretle iyi netice vermişti. Şimdi sizi niçin rahatsız etmemek mecburiyetinde olduğumu anlıyorsunuz değil mi?
Herhalde bir gün ziyaretinize gelmek isterim. Lâkin bunun için biraz beklemek lâzım… Tam 11 sene 3 ay ve 7 gün sonra tahliye edileceğim… Eğer kim olduğumu öğrendikten sonra da gene kapınızı bana açarsanız ziyaretinizde bulunmak benim için büyük bir şereftir.” (Akşam gazetesi, 14 Şubat 1939, Salı, Sene: 21, Gazete Yayın no: 7301, s. 12)  
Mutahhar Şerif Başoğlu’nun sistem ettiği İmralı Sosyal Sanatoryumu, suç ve ceza konusunda toplumda gözle görülür değişikliklere neden olmuş, en sert toplumsal tabulardan biri yerle bir edilmiş gibidir. Hikmet Feridun Es bu değişikliği hikâye şeklinde yazarken, Cemal Nadir kendi sesiyle, mizahla bu durumu gazete sütunlarına taşır.
“Ankara trenindeyiz. Kompartıman arkadaşım günün en mühim adamı: İmralı adasındaki hapishaneden Ankara hapishanesine yalnız başına giden bir mahkûm!.. Onu derin bir hayranlıkla seyrediyorum. O da ara sıra bana bakıyor. Fakat kendisine bir fenalığım dokunacakmış gibi korka korka! 
Nihayet cigaramı cigarasından yakmak bahanesiyle konuşabildik: “Çok pişmanım” dedi, “keşke muhafızsız çıkmasaydım!”… “Aman bayım” dedim, “hürriyet gibi bir nimet dururken?” “Korkuyorum! Bir kazaya kurban gitmekten korkuyorum!” dedi ve anlatmaya başladı:
İmralı’dan İstanbul’a gelince hürriyetten istifade için biraz dolaşayım dedim.Köprünün bir tarafından bir tarafına geçiyordum. Fıııırrrttttt!.. Bir düdük: “Oradan geçilmez!” Döndüm, kıyıdan kıyıya Karaköy’e geldim. Tan Tünel’e sapacağım yerde bir otomobille tramvay arasında kalmayayım mı? Güçbelâ kurtuldum!.. Tünel bileti alırken bir delikanlının elini benim ceketin cebinden çıkardılar!.. Bir tütüncüden cigara alırken herif verdiğim elli kuruşu on kuruşluk diye iç etti!.. Ertesi gün Haydarpaşa’ya bilet alırken gişe önünde yolcularla boğazlaştık!.. Valizimi hamalların elinden kurtarıncaya kadar akla karayı seçtim!
Düşündü ve devam etti: Halbuki yanımda jandarma olsaydı böyle mi olurdu? Her geçtiğim yerde insanlar bir koleralı görmüş gibi kaçışırlar, yol açarlardı!.. Asıl o zaman ben elimi kolumu sallayıp, yürür geçerdim!.. Kaza belâ semtime uğramazdı!.. Hırlı, hırsız, yalancı, dolandırıcı yanımdaki muhafızın süngüsü hürmetine benden uzaklaşırdı!.. Hatta… hatta zâtıâliniz bile cigaranızı cigaramdan yakmak için beni rahatsız etmeye cesaret edemezdiniz!
Mahkûmu haklı buldum ve af dileyerek başka bir kompartımana geçtim!” (Akşam gazetesi, 20 Haziran 1939, Salı, Cemal Nadir’in “Haftanın Mizahı” köşesinde, “Bir Mahkûmla Mülâkat” başlıklı yazısı, Sene: 21, Gazete Yayın no: 7421, s. 9) 
Mahkûmların bir başına bir hapishaneden çıkıp, diğer bir hapishaneye giderek teslim olması konusunda Suat Derviş’in de bir yazısı vardır:
“İmralı adasındaki mahkûmlardan biri tek başına olarak İmralı’dan Ankara hapishanesine yollanmış. Bu seyahatin gayesi de mahkûmun Ankara hapishanesinde mürettiplik (*Dizgicilik) öğrenmesi ve avdette İmralı’daki mahkûmlara bunu öğretmesi imiş.
Katilden mahkûm olan bu adam serbest bırakılınca firarı düşünmemiş, şurada burada vakit geçirmeye kalkışmamış. Hemen Ankara’ya gitmiş ve ailesi Ankara’da oturmakta bulunduğu halde, evine bile kaçamak suretiyle uğramadan doğru Ankara hapishanesine giderek kâğıtlarını teslim etmiş. 
Herkesin nazarı dikkatini celbedecek ve üzerinde ehemmiyetle durulacak bir hâdise…
 Bu, Türk ceza sisteminde pek kısa bir mazisi olan bir tecrübenin zaferi ve dünya mikyasındaki bir davanın cevabıdır: Hapishaneler cezaevi mi yoksa ıslâhane mi olmalı?
Bu son hâdise bize öğretti ki İmralı’da ilmî ve şuurlu bir sistem hâkimdir. İmralı müdürü; şüphesiz idare ettiği işin ehlidir ve İmralı hakkında şimdiye kadar rivayet ve laf halinde işittiğimiz methiyelerin mübalâğa olmadığını bize son hâdise, hem de fazlasıyla ispat etmiş bulunuyor. 
İmralı tecrübesi ve bu tecrübenin muvaffakiyeti suçlunun tecziyesini değil, ıslahını isteyen bizleri çok sevindirmiştir. Bu işi muvaffakiyetle başarmakta olanları tebrik etmekten kendimizi alamıyoruz.” (Haber-Akşam Postası gazetesi, 19 Haziran 1939, Pazartesi, Suat Derviş’in “Düşündüğüm Gibi” başlıklı köşesindeki “Cezaevi mi, Islahhane mi?” adlı yazısından alıntı, Sene: 8, Gazete Yayın no: 2639, s.3) 
1939 yılının Haziran ayı, İmralı mahkûm kolonisiyle ilgili birçok haberle doludur. Bunların kimileri magazin değeri taşısa da, kimileri Mutahhar Şerif’in uygulama başarısının nerelere kadar ulaştığını göstermesi adına son derece önemlidir.
“Cumhurreisimiz İsmet İnönü dün saat üç buçukta Yalova’dan Savarona Yatı ile ayrılmış ve İmralı adasını teşrif etmiştir. Cumhurreisimiz adaya çıkarak tetkikatta bulunmuştur. 
İnönünü’nün Mudanya’yı teşrifini ümit eden halk, Milli Şefi görmek üzere Mudanya İskelesi’nde toplanmıştır. Fakat bilâhare Bursa valisinden alınan bir telgrafta, İnönü’nün vakti müsait olmadığı için Mudanya’ya gelemeyeceğini bildirmiş ve Milli Şef’in Mudanya ve Bursalılara selam ve muhabbetleri tebliğ olunmuştur. 
Cumhurreisimiz İmralı’dan ayrıldıktan sonra Marmara’da bir gezinti yapmıştır.” (Cumhuriyet gazetesi, 29 Haziran 1939, Perşembe, Yıl: 16, Gazete Yayın no: 5434) 
İnönü’nün İmralı’ya yaptığı tek ziyaret bu da değildir üstelik. 22 Ekim 1948 tarihli İmralı Hükümlü gazetesinde gözümüze ilişen minicik bir haber, İnönü’nün Saffet Omay döneminde de İmralı’ya gittiğini göstermektedir.
“Sus vapuru İmralı adasının değirmenli burnundan limana doğru dönüyor. Hayret, sanki sahildekilerle konuşacakmış gibi yaklaştıkça yaklaşıyor. Birdenbire iskeleden bir ses yükseliyor: 
-    Direklere bakın! Bayrak çekmiş. Gemide Reisicumhurumuz var!
Bir anda ada elektriklenmiş gibi sarsılıyor. Herkes onu görmek üzere aynı sevgi ve muhabbetle sahile koşuyor. Şu dakikada Sus vapurunun penceresinden İnönü, elinde dürbün İmralı’yı seyrediyor.  Yanında kıymetli müdürümüz Saffet Omay ada hakkında izahat veriyor. Bir aralık müdürümüze doğru dönerek soruyorlar:
-    Nasıl, hükümlülerden memnun musunuz?
-    Hepsi de yaptıklarıdan pişman!
Hükümlüler bu konuşmayı duymuş gibi hepsi de mahçup, önlerine bakıyorlar. 
Bundan 26 sene evvel Mudanya Mütarekesi’ni imzalayan İnönü’yü aynı kuvvet ve enerjiyle gördüğümüze hepimiz seviniyoruz (…) Sus vapurunun penceresinden İmralı’yı seyreden İnönü’yü ani geçişlerinden dolayı karşılayamamız bizler için büyük bir üzüntü kaynağı oldu. Sizin karşınıza çıkıp, elinizi öpüp af dilemek hepimizin emeliydi.” (İmralı Hükümlü gazetesi, 22 Ekim 1948, Yıl: 1, Sayı: 38)