İmralı Sosyal Sanatoryumu’nun haklı başarısı ülkedeki bütün hapishanelere heyecanlı bir verimlilik, coşkulu bir dirilik getirmişken, İmralı’daki reform hareketleri de hız kesmeden devam etmektedir. 1930’ların ikinci diliminde ulusal basının en çok haber yaptığı konu, Mutahhar Şerif Başoğlu’nun başlattığı İmralı ıslah mucizesidir dersek abartmış olmayız. O yazıların bizce etkileyici olduğunu düşündüğümüz iki tanesini görüşlerinize açmak istiyoruz. İlk yazı, Ercüment Ekrem Talû’dan:

Eşin, dostun haberi olsun; bugün yarın elimden bir kaza çıkarsa, ağır cezayı icap ettiren bir suç işlersem, günahı, vebali bana ait değildir! Birisine mi kızdım? Bir kimseden alınacak öcüm mü var? Geceleyin bir yere girip de kasa soymanın heyecanını mı tatmak istiyorum?

Hayır, hiçbiri değil! Ben esasen ömrümde tavuk kesmemiş, başkasının malına ne göz, ne de el koymamış adamım. Fakat İmralı adasındaki ağır ceza mahkûmlarının sürmekte oldukları cennet hayatını, orayı gören arkadaşlar o kadar ballandıra ballandıra anlattılar, öyle cazip şekilde tasvir ettiler ki, artık her gece rüyama giriyor. Ne yapıp yapıp oraya kapağı atmanın, bu kadar yıllık nauskârane bir ömrün bana sağlayamadığı nimetlere kavuşmanın çaresine bakacağım.

Eminim ki bu düşünce yalnız benim kafama, bu emel sadece benim gönlüme doğmuş değildir. Bu mahkûmlar edebiyatının mazarratı, çok korkarım ki az zamanda memleket içinde kendini gösterecek, canından bıkmış zayıf karakterli nice insanda, İmralı’ya sürülüp de ömrünün bakiyesini o tarif edilen cennette geçirmek arzusu doğacaktır. Bunun da yegâne yolu cinayet işlemek olduğuna göre, hâsıl olacak sosyal mazarratın hududunu artık siz çiziniz.

İmralı hakikaten bir cennet olabilir. Tabiatın ve hadisâtın mağdurlarını düşünmek, onların ıslahı için çalışmak, onlara hasbelkader düştükleri elim vaziyette iyi bakmak, sıhhî ve muntazam, nispeten rahat bir hayat temin etmek de hükümetin borcudur (…) Arkadaşlarımın hiçbiri bana darılmasın. Bilakis benim onlara darılmaya hakkım olabilir. Zira İmralı mahpuslar kolonisini bana, Babıâli muhitinden daha cazip gösterip, ağzımın suyunu akıttıran, gıpta ile, gizli gizli bana iç çektiren onlardır!” (Son Posta gazetesi, 3 Birinciteşrin (*Ekim) 1936, Cumartesi, Yıl: 7, Gazete Yayın no: 2218, Ercüment E. Talû’nun ‘Sözün Kısası’ adlı köşesindeki “Canîlik Sultanlık!” başlıklı yazısından alıntı)

Talû, konuyu mizahî bir dille ele alırken, bu yazıdan dört gün sonra, Sadri Ertem’in “Bir Hapishanenin Tahlili” başlıklı yazısı, bu verimli ıslah hareketinin kökeninde değişenin sadece binalar ya da uygulama biçimi olmadığını, asıl değişenin Mutahhar Şerif’le başlayan konuya bakış açısı olduğunun altını çizer.

0183Debc C34F 4D97 96Ad 6632Df5Fbaae

İmralı hapishanesi hakkında çok şeyler söylendi. Adeta bir peri masalı halini aldı. Bir hapishanenin bu kadar medeni ve insanca bir kılık ve kıyafet almasını anlamakta müşkülat çekenler de vardır. Onlara hak veririm. Çünkü onların insana ve insanın hayatına dair işittikleri, gördükleri, bildikleri ile İmralı adasındaki hayat şartları arasında ne büyük tezatlar vardır. Bu tezatlar mücrimliği ve cezayı anlayış farkından ileri geliyor.

Türkiye’de cürmün ve cezanın medenî bir manada anlaşılması yeni bir hadisedir. Cürmün ve cezanın bu yeni manada anlaşılmasının bütün hayatımıza şamil bir hal almasını gerçekten dileriz. Çünkü cürmün bir hastalık, hapishanenin bir ıslahhane telakki olunması insan zekâsının ve insan şahsiyetinin inkişaf seviyesini gösterir. Beşeri hislerin inkişaf edebilmesi ancak yüksek seviyeli sosyetelerin harcıdır (…) Bu yüksek seviyeye ermiş olan sosyeteler cürümleri de cezaları da geri seviyedeki insanlardan ve sosyetelerden başka manada anlarlar. İptidaî seviyedeki insanlar için ceza, bir aksülâmel, bir intikam almadır. Mücrimin fena muamelelere uğraması, sosyetenin onu kendi hududu haricine atması, bir daha ona yaklaşmaması, onu yaşatırsa da çok fena şartlar içinde gün geçirtirdi. İmralı hapishanesi bir sosyetenin ilerleme seyrinde bir merhalenin işaretidir.” (Kurun gazetesi, 7 Birinciteşrin (*Ekim) 1936, Çarşamba, Yıl: 19-2, Gazete Yayın no: 6733-673)

Ülkenin aydınları, İmralı’daki girişimi destekledikçe, cezaevleri ıslah programı da yeni atılımlar için cesaret kazanır. Acaba bu verimli deneyim, daha da genişletilebilir mi?

9 Mart 1937 tarihli Cumhuriyet gazetesinde bu konuda kafa patlatıldığına dair minicik bir haber yayınlanır:

İmralı Adası’ndaki hapishane mevcudunun hazirandan itibaren beş yüze çıkarılması kararlaştırılmıştır. Bunun için hazırlıklar yapılmaktadır. Şehrimizdeki (*İstanbul) umumi hapishaneden yeniden 25 mahkûm İmralı’ya gönderilmiştir” (Yıl: 13, Gazete Yayın no: 4603)

Çok geçmez, İmralı’daki yeni kapasite için sayı ve işin başındaki kişiyle ilgili de bilgiler görülmeye başlar gazetelerde. O günlerde Mutahhar Şerif inceleme yapmak üzere sıklıkla yurt dışına çıktığından, bu işleri Bursa Savcısı Cemil Bey yürütmektedir.

Bu konuda birkaç haber kırığından sözedebiliriz. Örneğin 25 Mart 1937 tarihli Cumhuriyet gazetesinde, “Bursa Müddeiumumisi B. Cemil’in İmralı adasındaki Eylül limanı denen bölgede kurulacak yeni asrî cezaevi için malzeme mubaaya ettiği ve Büyükdere Fidanlığından altı bin adet fidan satın aldığı” yazılırken, aynı tarihli Akşam gazetesinde biraz daha ayrıntı vardır: “Bu sene adanın muhtelif semtlerinde ağaç yetiştirilmesi için yeni tedbirler alınmaktadır (…) Diğer taraftan adada mahkûmlara ait paviyon, kulübe, yemek ve istirahat yerlerinin genişletilmesi kararlaştırılmıştır.”

Akşam gazetesi, on gün geçmeden yaptığı haberi günceller:

İmralı’daki tesisatın genişletilmesi kararlaştırılmış ve bu işle meşgul olan Bursa Müddeiumumisi B. Cemil İstanbul’a gelerek İmralı’da yapılacak yeni tesisat ve inşaat için lazım olan şeyleri götürmüştür. Bu inşaat süratle yapılarak bu yaz içinde tamamıyla bitirilecek ve yazın İmralı’ya yeniden 245 mahkûm gönderilerek oradaki mahkûmların adedi dört yüze çıkarılacaktır. İmralı’ya gidecek mahkûmlar İstanbul, Bursa, İzmir, Eskişehir ve Balıkesir hapishanelerindeki mahkûmlar arasından seçilecektir.” (Akşam gazetesi, 4 Nisan 1937, Pazar, Sene: 19, Gazete Yayın no: 6630)

İmralı ağaçlarla bezenirken, sözü edilen şeylerin ne kadarının gerçek kılındığını Adliye Bakanlığının 1937 yılının Temmuz ayında kamuya açtığı bir ihaleye dayanarak teyit edebiliriz: Gazetelerde yayınlanan ihale bilgilendirmesinde, istatistikî bilgiler vardır:

Adliye Bakanlığından / İmralı adası ve Edirne cezaevlerinde bulunan mahkûmlara dairede mevcut numune ve şartnamesi veçhile muhtelif beden ve boyda 1200 adet iş gömleği ile beher takımı; bir şapka, bir ceket, bir pantolon, iki tozluktan ibaret 600 takım kışlık elbise kapalı zarf usuluyle eksiltmeye konmuştur. Kışlık elbisenin beher takımı on üç lira, iş tulumları 660 kuruştan mecmuu 15.720 lira bedel tahmin edilmiştir.

İhale 29/7/937 Perşembe günü saat 15’tedir. Eksilmeye iştirak edeceklerin % 7,5 muvakkat teminatı olan 1179 lirayı havi maliye veznesi makbuzu veya banka mektubu ile teklif mektubunun ihale günü olan 28/7/937 Çarşamba günü saat 14’e kadar Eksiltme Komisyon Reisliği’ne makbuz ukabilinde verilmesi, isteklilerin 2490 sayılı kanunun 2, 3. maddelerinde yazılı şeraiti ve vesaiki haiz ve hâmil olmaları lâzımdır. İhale, Ankara Yenişehir Temyiz Binası’nda Vekâlet Levazım ve Daire Müdürlüğü odasında yapılacaktır.” (Son Posta gazetesi, 18 Temmuz 1937, Pazar, Sene: 7, Gazete Yayın no: 2501)

İmralı’daki ağaçlandırma konusundan sözederken, aynı konuda 1949 yılının 1 Nisan günü yayınlanan İmralı Hükümlü gazetesinde bir mahkûm tarafından kaleme alınan ‘Aklıma Geliyor’ başlıklı bir fıkrayı da anmadan geçmek istemiyoruz. Bu fıkrayı anlatmamızın nedeni, temeli sağlam atılan bir yapının, özellikle yıkılması için çaba harcanmadıkça, senelerce ayakta kalacağını hatırlatmak içindir.

Son günlerde adamızda ağaç dikme seferberliği hız aldı. Hepimizin iftiharla göğsümüzü kabartacak olan bu olay karşısında daima şu fıkrayı hatırlarım:

Padişahlardan biri Mısır’a gidiyormuş. Yolda hurma eken birisine rastlamış.

  • Kolay gele, ne ekiyorsun?

  • Hurma

  • Fakat hurma geç yetişir, sen onun meyvesini yiyemezsin

Adam gülerek:

  • Benden evvelkiler sizin gibi düşünseydi, ben bugün hurma yiyemezdim. Dedelerim nasıl beni düşünmüşse ben de çocuk ve torunlarımı düşünmeliyim.

Padişahın hoşuna gelen bu iyi düşünceli insan, bir kese altınla mükâfatlandırılmıştır.

Ha gayret arkadaşlar! Bunlar da bizim yadigârımız olsun!” (İmralı Hükümlü Gazetesi, 1 Nisan 1949, Yıl: 2, Sayı: 61)

Cezaevlerinin ıslahı için 1937 yılında yapılanlar verimli sonuçlar verince, Cumhuriyetin 15. yıldönümü olan 1938’de ‘hükümet bir genel af çıkarır mı acaba?’ sorusu düşüverir akıllara. Öyle ya, devlet iyiden iyiye hımbıllaşan ceza infaz sisteminin yükünü, iş esasına dayalı bir uygulamayla çiçeklendirirken, hem daha sağlıklı bir toplum kurmakta, hem de üretim ilişkileriyle toplumsal önyargıları tedavi etmektedir. Bir de cezaevlerindeki hafif suçluları salıverse, taşıyacağı yük azalmaz mı? Ya da çözeceği sorunlar için eli kuvvetlenmez mi?

Nizemettin Nazif tam da bugünlerde, bu konuda Adliye Bakanı Şükrü Saraçoğlu ile bir söyleşi yapar.

  • Cezaevlerindeki ıslahatın seyrinden memnun musunuz?

  • Son derece memnunum. ‘Elde edilen neticeler atılan adımın doğruluğunu isbat etmiştir’ diyebilirim. Zonguldak’ta olsun, Edirne’de olsun, İmralı’da olsun eski sistemden çekip aldığımız her mahkûm, geçen kısa zaman içinde bize tahminlerimizden üstün bir salâh ve tekâmül göstermiştir.

  • İmralı, Edirne ve Zonguldak’ta kaç mahkûm bulunduruyorsunuz?

  • Takriben 1000 kadar

  • Bunları ayırırken kullanılan metodu doğru buluyor musunuz?

  • Sualinizle neyi istihdaf ettiğinizi anlayamadım?

  • Öğrenmek istediğim şey şudur ekselans: İyi hatırımda kaldıysa vekâlet bu tecrübe için yaptığı seçmede hep ağır ceza mahkûmlarını tercih etmiştir.

  • Evet efendim, bilhassa katil suçlularını!

  • Hafif cezalılar üstünde bu tecrübenin faydalı bir netice veremeyeceği mi tahmin ediliyor?

  • Hayır, bu tecrübe onlara da teşkil edilirse iyi neticeler alınmaması için bir sebep göremiyorum. Yalnız hafif cezalı bir mahkûm üzerinde uğraşmaya zaman bırakmaz. İki, üç, beş, ve on iki aylık cezası olan bir mahkûm tam istediğiniz yola girmek üzere iken mahkûmiyet müddeti bitmiş olur ve elinizden çıkar. Bunun için ceza müddeti bu nevi tecrübelere imkân ve zaman verebilecek mahkûmları ayırmayı doğru bulmuştuk.

  • Mahkûmlar arasında ne nevi cürümlerde bulunmuş olanlar daha kolaylıkla salâha sevkedilebiliyorlar?

  • Katiller!

  • Yeni sistemde en mühim rolü oynayacak olan veya oynayan devlet unsuru kimdir?

  • Cezaevi direktörü! Vekâlet yeni cezaevlerine ne kadar mükemmel direktörler temin edebilirse, bu sistemden o derece fayda temin edeceğimize inanıyorum (…) Faraza bizim İmralı müessesemizi ele alınız. Orada ancak iki gardiyan vardır ve bunların biricik vazifeleri mahkûmların hariçle temasına mâni olmaktan ibarettir. Tecrübemizi genişlettikçe gardiyanı mahkûmun içinde de yaratacağız. Şimdi 1000 mahkûmu kurtarmış bulunuyoruz (…) Tecrübemizden kuvvet aldıkça 8000, 10.000 mahkûmu kurtarmak yoluna gideceğiz. Zaten elimizdeki mahkûm yekûnu 18.000 kişiden ibarettir.

  • Bizim cemiyetimizdeki cinayetlerin sebepleri nelerdir?

  • Cezaevlerinin ıslahına karar verirken’Acaba Vekâlette bu esas etrafında bir tetkik yapılmış mıdır?’ diye de düşünmüştüm. Fakat yaptığım araştırma müsbet netice vermedi (…) Mevcut istatistikler bize, bu yıl işlenen cürümlerin geçen yıllara olan nisbeti, son on yılda esmerlerin mi yoksa sarışınların mı daha çok evlendiklerini tetkike imkân veriyordu fakat cinayetlerin sebepleri etrafında en ufak bir çalışma hissolunmuyordu. Bunun üzerine vekâletin ihtisası dahilinde bir istatistik çalışması tanzimine karar verdim. Bu istatistik, bizi cinayetlerin sebepleri üzerine götürürse, “cinayetleri doğuran iktisadi ve içtimaî sebepleri” ortadan kaldırmak suretiyle cinayetleri daha ziyade azaltmak mümkün olacaktı… Azaltmak diye kullandığım kayıttan maksadım, refah seviyesinin artması ve köylünün toprak sahibi olması nisbetinde cinayetlerin azalmakta olduğunu söylemektir. Düşününüz bir kere; bizde mürettep cinayetler pek nadirdir. Ekseriyetle cinayet incir çekirdeğini doldurmaz şeylerden çıkıyor. Faraza bazı köylerde tarlaların sulanması meselesi bir belâ! Demek ki tarlayı sulamak için kolaylık gösterdiğimiz anda o köyde bu nevi cinayetlere sebep kalmayacak.

(…)

  • Cumhuriyetin on beşinci yıldönümünde hafif cezalılara yapılacak bir aftan bahsediliyor.

  • Henüz böyle bir tasavvurdan haberdar değilim. Bir gazetede mi okudunuz?

  • Hayır… Yalnız on beşinci yıldönümünün, onuncu yıldönümü gibi neşe ve debdebe içinde te’sit edileceği söyleniyor. Sonra 1938 ilkteşrin ayının sonuna doğru Ankara’da bir sergi açılacağına dair rivayetler de var.

  • Evet, bütün bunlar yan yana gelince hükümetin onuncu yılda olduğu gibi bir af ilan edeceğine de ihtimal verilebildiğini söylemek istediğinizi anlıyorum… Şimdilik bir şey yok.” (Haber gazetesi, 24 Eylül 1937, Cuma, Sene: 6, Gazete Yayın no: 2045, ss. 1 ve 7)

1937 yılının sonbaharı, Cumhuriyetin on beşinci yılına doğru akarken, af söylentileri bütün ülkeye yayılmıştır. Gazetelerin başyazarları bu konuda anlaşmış gibi, Mutahhar Şerif Başoğlu’nun başlattığı ıslah hareketini bayrak yaparak, hükümeti öneri bombardımanına tutmaya başlarlar.