Balaban bir yazısında şöyle anlatır başına gelenleri: “On altı yaşımdan bu yana, jandarmalar bırakıp polisler alıyor beni. Üç beş yıl değil, on üç yıla yaklaşıyor damda yatmışlığım (…) 1961 yılında, a...

Balaban bir yazısında şöyle anlatır başına gelenleri: “On altı yaşımdan bu yana, jandarmalar bırakıp polisler alıyor beni. Üç beş yıl değil, on üç yıla yaklaşıyor damda yatmışlığım (…) 1961 yılında, adlarını duymadığım yirmi üç arkadaşla beraber, Bursa Emniyet Müdürlüğü’nde birer ay yatmıştık. Yalnız bu tutsakların ikisi; M. Emin Kocabaş ve Hüseyin Topçugil yakın arkadaşımdı. Aynı yılın aynı ayında, beş arkadaşımla Balmumcu’da tutuklandık.” Onlarca hikâye anlatılabilir konu Balaban olunca ama ben size; tarihe vicdan kanaması olarak kayıtlanan ve 1961 yılında açılan ‘28 Nisan Olaylarının Birinci Yıldönümü- Yargılanan Resimler’ dosyasından Balaban bölümünü anlatacağım bu iddiası belli kısacık yazımda. Biraz gülmek istersiniz diye düşündüm. Balmumcu’ya gidiyoruz, hadi! “28 Nisan olaylarında (…) ilerici gençler gericilere karşı durunca bir kınalı kavga oldu. Bu kavganın resmini Türk olan sanatçılar yapmasınlar mıydı dama tıkılacaklar diye? (…) Şairler şiirler yazmışlar, ressamlar resimler yapmışlardı; ben de yapmıştım. Derken biz “Yeni Dal Gurubu” ressamları, 28 Nisan’ın birinci yıldönümünde “28 Nisan” konulu resimlerimizle bir sergi düzenledik. Sergi üç gün sonra kapatıldı ve suç unsuru görülen tablolar derhal alıp götürüldü. İlk araştırma yürüyene değin bizi serbest bıraktılar. Tablolarımızın azametinden midir, soruşturmacıların şiddetinden midir, bilmem. Bizim gıyabımızda tutukluluk kararı kesilmiş. O günler ben ayrı cins bir töhmetle (Şiirler teksir edip yaymaktan sanık iki arkadaşımla; M. Emin Kocabaş ve Hüseyin Topcugillerle beraber) Bursa Emniyet Müdürlüğü’nde otuz gün geceli gündüzlü sorgu sual altındaydım. (O zamanlar bir sanığı adliyeye sevk etmeden önce, karakollarda otuz gün tutabiliyorlardı.) O gün; yirmi dokuzuncu gecenin çilesini çekmekteyken ben hücremin deliği usulca ışıdı. Baktım kapıda nöbet tutan bekçinin ağzı delikten bir şeyler fısıldıyor: “Senin gibi ressamları yazıyor bu günkü gazeteler. Komünistlik yaparken yakalanmışlar.” “Aman o gazeteleri bana getirebilir misin?” (Bu bekçiyle iyiden anlaşmıştık, kapının deliğinden konuşurduk ara sıra: “Bizim müdüre erkekçe cevaplar verdin aşk olsun!” deyip her isteğimi saklı saklı yapıyordu bu bekçi.) Bekçinin getirdiği gazeteleri soluk soluğa açtım. Amanın, gazetelerin içinden alaf çıkıyordu: “Altı komünist ressam yakalandı!” (Sayfanın bir kenarından öbür kenarına değiyordu bu başlık) “Altısı da tevkif edildiği halde biri hâlâ firardır. Tevkif edilenler şunlar şunlar şunlardır… Yakalanması için emir çıkarılan da şudur. (Yakalanması için emir çıkarılan azılı sanık da ben ve otuz gündür delikteyim.) Meğer biz ne kadar çirkin adammışız. İyi ki yakalanmışız. Gazeteleri okudukça kendimden kuşkulanmaya başladım: “Acaba ben, ben miyim?” Baktıkça korkulandım. Okudukça öfkelendim (…) Ve bir anda gazetelerin hepsini yırttıktan sonra rahat bir soluk aldım: İşte şimdi yargılasınlardı; kaçıncı bu, ne bu? Otuz gün dolunca oradaki tutsaklığım sırasında, gâvurca sorulara dişimi sıkarak Türkçe cevap verdiğim için sorgu yargıcı beni serbest bırakmıştı.” (Balaban, “İzdüşümü”, Öncü Kitabevi Yayınları, Mart 1969, 1. Baskı, sf. 103-104) Sözü edilen sergi, 1961 yılının Nisan ayında, İstanbul’da, İstanbul Belediyesi Şehir Galerisi’nde açılır. İbrahim Balaban, İhsan İncesu, Kemal İncesu, Avni Mehmedoğlu, Marta Tözge ve yontu sanatçısı Vahi İncesu’nun katıldığı ortak bir sergidir bu. Adı da, Yeni Dal Gurubu / 28 Nisan Sergisi! Sergi, açıldığından üç gün sonra sıkıyönetim tarafından kapatılır ve sanatçılar tutuklanarak, elli gün kalacakları Balmumcu’ya gönderilirken, eserleri de ‘bilirkişi’ adındaki ‘sanatbilmezlerin’ vahşi algılarına teslim edilir. İstanbul Örfi İdare Kumandanlığı Bölge Adli Amirliği / Balmumcu Ad: 961/260 Esas: 961/260 Karar: 961 Tarih: 18 Temmuz 1961 İDDİANAME (*Özetlenerek) SUÇ: 1- Sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde tahakkümünü tesis etmek veya sosyal bir sınıfı ortadan kaldırmak için propaganda yapmak 2- Halkı askerlik hizmetinden soğutmak yoluyla telkinde bulunmak SANIKLAR: Marta Tözge, Kemal İncesu, İhsan İncesu, Vahi İncesu, Avni Mehmedoğlu ve İbrahim Balaban. Sanıkların (…) müştereken açtıkları resim sergisinde teşhir etmiş oldukları muhtelif resimler Emniyet makamlarınca mahiyetleri calibi dikkat görülerek zabıt tanzim edilmiş ve savcılığa yapılan müracaat sonunda İstanbul 9’uncu Sulh Ceza Mahkemesi kararı ile tablolar zabtedilmiş ve İstanbul 2’nci Sulh Ceza Hâkimliğince tâyin edilen bilirkişiler vermiş oldukları raporda: Yukarıda adları geçen ressamların vücuda getirdikleri resimler hakikaten menşei Sovyet Rusya’da olan sosyal realizm cereyanının esaslarına uygundur. Resimde sosyal realizm cereyanını Fransa’da temsil eden komünist sanatkârlar dahi aynı şekilde ve istikamette resim yapmaktadırlar. Teşhir edilen resimler ile Fransa’da komünistlerin yaptıkları resimler arasında dikkate şayan benzerlikler vardır. Bununla beraber teşhir edilen resimlerin arz edilen cereyana mutabık olması dolayısıyla komünist propagandası yapıldığını kati olarak ifade edebilmek de mümkün değildir; zira mevzubahis istikametteki resimlerin, komünist propagandası maksadı ile yapılıp yapılmadığını tâyin için bunu yapanların maksatlarına nüfuz etmek lazım gelir. Bir sanatkârın herhangi bir propaganda gayret ve maksadı dışında işçi köylü sefaletini eserine mevzu ittihaz etmesi, sınıf tezatlarını tasvir eylemesi mümkün ve caizdir. Sefaletin sanatta mevzu teşkil edemeyeceği tarzında bir neticeye sevk edecek mütalaaların verilmesi elbette mümkün olmaz. Binnetice çeşitli suretlerde tefsire müsait mahiyet arz eden tetkik konumuz resimleri, sırf komünist propagandası şeklinde telâkki edebilmek mümkün gözükmez. Yukarıda arz olunduğu üzere sosyal realizm cereyanına mutabık mahiyet arz eden bu resimlerin teşhiri bazı mütefekkirler üzerinde gayrı müsait tesirler yaratabilir. Sanat ve estetik bakımından ise teşhirlerinde bir faydaya intizar edilemeyeceği kanaati hâsıl olmuştur. Bu hukuk güldürüsü, ressamlara tek tek ‘suç uydurmaya’ çalışsa da, biz konumuz gereği sadece Balaban’a yöneltilen suçlamalara değineceğiz. Balaban’ın suçlanan tablosunda, 28 Nisan olaylarında yaşanan polis-öğrenci çatışmalarındaki polisin sert tavrı eleştirilmektedir. (Meraklısına Not: 28 Nisan olaylarında, İstanbul Beyazıt Meydanı’nda, Orman Fakültesi birinci sınıf öğrencisi Turan Emeksiz polis kurşunuyla vurularak öldürülmüş; olayların büyümesi üzerine daha nice gencin kanı acımasızca dökülmüştür.) “Bu sanık (*Balaban) 10 numarayı taşıyan tablosu ile 29 Nisan (*28 Nisan olmalı) talebe hareketini temsil ettiğini ifade etmiş ise de iki polisin yakaladığı şahsın talebeye benzer bir tarafı görülememiştir. Sanık ressamın bu resmi ile memleketimizde işçiye hak ve hürriyet verilmediği, polisin yakalayıp götürdüğünü ancak polisin yani dolayısı ile rejimin (komünistlere göre memleketimizdeki idarî bir polis rejimidir) ayağının kaymakta olduğunu, er geç yıkılacağını ve işçinin üzerinde bulunduğu zemini yıkmak üzere olduğunu ifade etmek istediği kanaati hâsıl olmuştur. Öndeki polisle ortadaki beyaz gömlekli gencin kol hareketleri bir mengeneye benzemektedir. Ortadaki gencin talebe olduğuna delâlet eden en ufak bir emare mevcut değildir. Bu bakımdan sanığın bu yoldaki iddiası yerinde görülmemiştir. Sanığın bu tablosu ile işçi sınıfının hareketini yani ayaklanmasını (!) kastettiğini, bu itibarla T.C.K.’nun 142 /1-4 fıkralarına uygun bulunduğu mütalaa edilmiştir (…) İzah edilen sebeplerden ötürü (…) uyan kanun maddeleri gereğince tecziyelerine…” İmza: Yusuf Alpmansü, Tuğgeneral, Örfî İdare Bölge Komutanı, Adlî Amir “Nedir bu senden çektiğim! Neden kapadılar seni gene? Ne suçun vardı da? Damda yatmak zor mu kolay mı bilmem? Ya bizim çektiklerimiz… Ben dayanamayacağım artık: Bitmeyen tükenmeyen yollarda yürümek. Karakoldan karakola sormak. Duvarların diplerinde beklemek. Kapılardan kapılara; karanlık, karanlık! Seni orada buluverince nasıl da aydınlandı gözlerim. Yüreğim bir hoş oldu, sevindim… Sevinmek, mahpusluğa sevinmek? Tövbe ya Rabbim! (…) Köylüler, “bu sefer öldürürler” demiştiler. Nasıl bir laftı o öyle? Az daha bayılacaktım. Onun için seni mahpus damında görüverince sevinmiştim işte.” (Balaban’ın annesini anlattığı “Duvarların Önü” adlı yazısından) Karanlık bir duvara burnu dayanmadan kişinin kendisiyle ilgili atıp tuttuğu karakter tahlilleri fasa fisodur ya, geldik duvara dayandık. Aklın bittiği yerdeyiz. Derin bir soluk alıp, Balaban’ın savunmasını okuyalım ve kafamızı iki elimiz arasına alıp biraz düşünelim şimdi. Delikanlılık nedir, liberalizm ne menem bir şeydir, oportünizmin cazibesine neden karşı çıkmalıyız, insan olmak ne demek falan filan… “Sayın yargıçlar, sayın savcı iddianamesinde “İbrahim Balaban’ın 28 Nisan tablosu ile 28 Nisan talebe hareketlerini temsil ettiğini ifade etmiş ise de iki polisin yakaladığı şahsın talebeye benzer bir tarafı görülmemiştir” demektedir. Öyleyse, polislerin yakalayıp götürdükleri gencin talebe olduğunu ispat edersem, bu tablonun 28 Nisan tablosu olduğu öylece meydana çıkar. (Allahım, bu ne zırvalık? Bir sanat adamı nelere maruz bırakılıyor?) 1- Polislerin yakaladıkları genç, polislere göre ufak tefektir. Boyu onlardan daha kısa, elleri ve ayakları çocuk elleri kadar küçük, vücudu incedir. Halbuki işçi tulum giyer, gömlek de giyer ama vücudu iri yarıdır. Elleri kocaman kocaman, ayakları iri iridir. Demek ki bu bir işçi değil, öğrencidir. Yani 28 Nisan olaylarından yapılmıştır. 2- Bu tablomu, 30 Mayıs 1960 tarihli “Dünya” gazetesinde çıkan bir fotoğrafı örnek alarak yaptığımdan bu fotoğraftaki görüntü tablomdaki görüntünün aynıdır (…) 3- “İmece” dergisinin 4. sayısında bu tablomun deseni neşredilmiştir ve altında 28 Nisan 1960 yazmaktadır. 4- “Cumhuriyet” gazetesinin 30 Nisan 1961 günlü Yaşar Kemal’in yazısında: “Ben bu sergiyi gördüm. Karakola götürülen resimleri de gördüm, bakın size anlatayım: Bir, bu tabloda üç kişi var, ikisi polis biri genç bir adam. Genç adam polislerin arasında. Polisler kollarından tutmuşlar, delikanlıyı götürüyorlar. 28 Nisan olaylarının resmi. Bence ustalıklı bir resim bu. Bir ressamımız çıkmış da bu güzel günümüzün resmini yapmış diye sevinmeli değil miyiz? Sonra bu resme benzer fotoğraflar, iki polis arasında götürülen delikanlıların fotoğraflarını, şehir şehir alanlara asmış değil miyiz? Öyleyse bu resmi alıp da nasıl karakola götürürüz, buna aklım ermiyor?” Bu yazıda gösteriyor ki, resmim 28 Nisan tablosudur. Mahkeme 12 Eylül 1961, Salı günü biter. T.C. Milli Savunma Bakanlığı Örfî İdare Kumandanlığı 1 No.lu Askeri Mahkemesi Esas no: 61/260 Karar: 61/158 Reis: Kurmay Yb. Mehmet Bozkurt (943-99) Duruşma Hâkimi: As. Ad. Hâkim Kd. Ütğm. Günay Gencer (956-6) Aza: P. Kd. Bnb. Abidin Dokuyucu Şahin (941-43) Savcı: As. Ad. Hâkim Macit Erdemir (949-1) Zabıt Kâtibi: Niyazi Duru … vicahlarında cereyan eden aleni muhakemeleri neticesinde hâsıl olan vicdanî ve hukukî kanaate göre (…) maznun İbrahim Balaban’ın suç konusu resminin gerek bizzat tetkikinden ve gerekse ehlivukufların kati olarak komünizm propagandası yapılmadığının bildirilmesinden beraatine… Serbest olmasına serbesttir Balaban ama bu gülünç davadan elimize sadece cehaletin iktidar olduğunda tarihi bile güldüren anıları kalmaz; gerçek bir sanat adamının zekâ dolu, alaycı sözleri de kalır. “Sayın yargıçlar ve sayın savcım (…) yüksek mahkeme heyetinden beraat talebine uymalarını, bana ait olan tablomun iadesini (…) Türk adaletinin ve mahkemelerinin doğru tecelli edişine inanarak ve kati surette suçsuz olup, bu tabloyu yapmakla tebrike şayan olmam lazım geldiğinden beraatimi dilerim.” “Anam- Gazeteler gene seni yazıyormuş. Kurtulmuşun şükür. Ama neme gerek; âleme seyir lazım. Köyde herkes bir başka söylüyor senin için. Kendim- Ne diyorlar? Hırsız, uğursuz, vatanı satan demezler herhalde? Anam- Ben şaştım artık (…) Sen hökümetin istemediği bir işi yapmayıversen olmaz mı? Kendim- Ana neler söylüyorsun? Sen de el âlem gibi konuşuyorsun. Neymiş yasak olan şey? Neyi yapmayayım? Anam- Kim icat etti bilmem bu orak çekiç’i? Nedir ondan çektiğimiz? Hışım insin ellerine naha! Kendim- Artık ben bu konuda anam da olsan cevap vermeyeceğim (…) Ama şimdi öfkelendim nedense, kusura bakma ana. Anam- Ben anayım. Ne gül ne öfkelen bana. En doğruyu bana söyle n’olursun? Yüreğim yanıyor. Kendim- Ben sana doğrusunu söyleyeyim mi? Anam- Söyleyeceksin elbet. Kendim- Sen beni niye doğurdun? Anam- Kötü mü ettim doğurduysam? Ben pişman değilim. Kendim- Ben de pişman değilim dünyaya geldiğime. İyi ki doğurmuşsun. Bundan ötürü, tüm anaları seviyorum. Anaları sevmem bile bir kabahat olup çıkıveriyor karşıma bazı kereler. Ne demeye geliyor bu? Tüm kabahat sende. Anam- Dolaşık laflardan hiçbir şey anlamıyorum ben. Niçin hep seni tutup atıyorlar deliğe? Bu köyde başka adam mı yok? Senin suçun ne, onu söyle bana. Kendim- Beni tartaklayanlara bakılırsa; kabahat seninle başlıyor. Yani dünyaya gelişim suç! Anam- Bagas bagas konuşma! Kendim- Beni nakışların içinde doğurmadın mı? Anam- Doğurduysam… Kendim- Karasabanın yanında büyütmedin mi? Anam- Büyüttüysem… Kendim- Dama düşüp ressam olmadım mı? Anam- Olduysan… Kendim- İşte al sana bir ‘sanık’!” (Balaban, “İzdüşümü”, Öncü Kitabevi Yayınları, Mart 1969, 1. Baskı, sf. 112-113) Bu yazımızda Hasan Hüseyin’in adını anamadık ama sanmayın ki, bu olup bitenden uzaktır şair. İki dost, değişik şehirlerde ‘dama davet edilirken’ bile inandıklarından bir milim geri adım atmazlar.