Çevreye duyarlı olmanın yanı sıra toplumun refah seviyesini artırabilmek, günümüz teknoloji imkanlarını sürdürülebilir yaşam için kullanmayı gerektirir. Bu denklem yeni keşfedilmiş bir olgu değildir....
Çevreye duyarlı olmanın yanı sıra toplumun refah seviyesini artırabilmek, günümüz teknoloji imkanlarını sürdürülebilir yaşam için kullanmayı gerektirir. Bu denklem yeni keşfedilmiş bir olgu değildir. Avrupa’nın ileri derece refah kuzey ülkeleri, İsveç, Norveç, Danimarka, Finlandiya, İzlanda, zorlu iklim koşulları, buz ve kar altına gömülü tarım arazilerine rağmen, sürdürülebilir ekonomi ve kalkınmayı en çok ve en önce kullanan ülkeler. Güneş, rüzgar, jeotermal başta olmak üzere, temiz enerji diye tanımlanan doğal, karbon salımı yapmayan, çevreci, ya da diğer tanımı ile en az zarar veren enerji üretimlerine yönelen ilk çalışmaların başlatıldığı ülkeler de yine aynı İskandinav ülkeleridir. Hatta Birleşmiş Milletler topluluğunda tek dünyamızın hepimizin ortak değeri olduğu ve sürdürülebilir kalkınma hedeflerinin uluslararası anlaşmalarla dünyamıza sahip çıkmak zorunluluğumuz olduğu, 1970’li yıllarda bu ülkelerin önderliğinde gündeme alınmıştı. Habitat zirvelerinin çıkış noktası, bugün tartıştığımız Kent Konseyleri’nin ana fikri yine tek dünya ve sürdürülebilirlik kaygıları ile Kuzey Avrupa ülkeleri önderliğinde yasalaşmıştı.
Bu ülkelerin ekonomik yapıları incelendiğinde, halkın refah seviyelerinin oldukça yüksek standartlar olduğu görülür. Teknolojik gelişmelerin en fazla takip edildiği ve yaşam kalitesine doğrudan nüfus ettiği toplumlardır. Eğitim kalitesi yükseldikçe, gelir seviyesi arttıkça, dünyaya ve ekosisteme zarar veren eğilimlerin ciddi oranda düştüğü buradan da açıkça anlaşılabilir.
Ekonomik koşulların global ekonomi menşeinde gittikçe zorlaştığı dünyamızda, küresel etkilerin en çok yıprattığı ülkeler içinde bizlerin de yer aldığı kalkınmakta olan az gelişmiş ülkelerdir. Bizdeki çevreciler ise çevreciliğin çıkış noktasındaki her ilkeye karşı çıkmakta. Sadece teknolojisini yenilen Danimarka için “Res’leri söküyor” deme cüreti gösterebilmekte! Res ve jeotermal aleyhine boykotlar tanzim etmekteler. Bizlerin elimizdeki kaynakları en doğru ve en akılcı şekilde kullanma zorunluluğumuz kaçınılmaz. Avrupa’nın en büyük dünyanın yedinci büyük jeotermal rezervine sahip ülkesi olan ülkemiz petrolden çok daha kıymetli olan bu doğal kaynağını henüz hak ettiği nispette değerlendiremiyorken çevreciler jeotermali boykot ediyor.
Doğal ve çevreci enerji kaynaklarına karşı çıkan ve çevreci olduklarını iddia eden kanaat önderlerini incelediğimizde, bir ayağı Avrupa’da, varlık seviyesi oldukça yüksek, lüks yaşantıları ile göze çarpan kimseler oldukları dikkat çekiyor.
Jeotermal kaynakları çevre kirliliği yaratmakla, rüzgar türbinlerini doğaya zarar vermekle, güneş enerjisini havayı kurutmakla suçlayabiliyor, son model Mercedes araçlarda, yatlarda gezmeye devam ediyorlar. Ne kadar çok şeye karşı çıkar ve kötülemekte ısrar ederlerse, edindikleri makamlar, danışmanlıklar, popülerlikleri o nispette artıyor. Basın medya peşlerinde koşuyor. İyi niyetli kimselerin çevre kaygılarını, kendi refahlarını ve rütbelerini artırmakta kullanıyorlar. Ekonomik dar boğaz, işsiz gezen gençler ordusu, yükselen maliyetler altında ezildiği için tarımı bırakan çiftçi, tesisine turist bekleyen yatırımcı, müşteri bulamayan esnaf, sürekli daha kötüye giden, daralan ekonomiyi umursamadan, sadece çevrecilikten geçinen bu “yarım Avrupalı” tayfanın refahı yükseliyor. Ne yazık ki bizde, bu tezgâha en fazla düşen; toplumumuzun en aydın kesimidir… Ve bu durum az gelişmişliğimizin en büyük kanıtıdır.
Ekonomik kaygılardan yoksun, sürdürülebilir kalkınmayı hedeflemeyen çevreci bir hareket olamaz.