Cehennem acı çektiğimiz yer değil, acı çektiğimizi kimsenin duymadığı yerdir
1947’de “Karanlık Yollar” ve Selami İzzet Sedes’in senaryosunu yazdığı “Kerim’in Çilesi” adlı filmlerde oynar Mümtaz Ener....
Cehennem acı çektiğimiz yer değil, acı çektiğimizi kimsenin duymadığı yerdir
1947’de “Karanlık Yollar” ve Selami İzzet Sedes’in senaryosunu yazdığı “Kerim’in Çilesi” adlı filmlerde oynar Mümtaz Ener. Kerim’in Çilesi’ni Ferdi Tayfur yönetmiştir. 1949 yılında dört filmde adına rastlarız Ener’in: “Baba Katili”, “Fedakâr Ana”, “Kanatlardan Türbe” ve “Karadeniz Postası”… Bu filmlerden “Kanatlardan Türbe”, Türk havacılık tarihi adına çekilen ilk sinema filmi olarak tarihe geçer. Filmin senaryosu da Mümtaz Ener tarafından yazılmıştır. Sonrası uzun bir koşu! Taaa 1987’ye kadar!
Mümtaz Ener, son filmi olan “Yakışıklı”da Kemal Sunal ve Ayşegül Uygurer ile birlikte oynamıştır, 1987’de, ölümünden iki yıl önce, 80 yaşındayken! Bu, oyuncu olarak beyazperdede göründüğü son filmi olur ustanın. Kalan zamanında ne kapısını çalan vardır ne de ona sahip çıkan. Darülaceze’de bir başına ölür Mümtaz Ener. Aynı, Beyoğlu’nda bir otel odasında ölüme yalnız giden Cahide Sonku ya da İstanbul’da bir parkta cesedi bulunan figüran Yadigâr Ejder gibi… Beyazperdenin vefasızlık dersinden sınıfta kaldığı, gökyüzünün yağlı bir sisle karardığı günlerden biridir, Mümtaz Ener’in sessizce öldüğü 11 Temmuz 1989 günü!
12 Temmuz 1989’da, -pis bir alışkanlık gibi- şöyle yazar Cumhuriyet gazetesi, 7. sayfasında :
“66 yıllık sahne ve 49 yıllık sinema yaşamını sığdırdığı 82 yıllık bir ömrü noktaladı Mümtaz Ener (…) Soyu giderek tükenen bir büyük acılı kuşağın son temsilcilerinden biriydi. Cumhuriyet’in ilânıyla yaşıt bir zaman diliminde; önce oyunculuk, tiyatro yöneticiliği, sonra senaryo yazarlığı, film yönetmenliği, seslendirme sanatçılığı gibi çeşitli uğraşlar vererek bir tutku uğruna yıllar boyu uğraşıp bir ömür tüketti (…) Hiçbir güç onu baş koyduğu tutkularından koparıp ayıramamıştı. Mümtaz Ener'in en önemli özelliği, sürekli bir tiyatro öğrenimi görmeden, sahne literatürünü öğrenmeden, Batılı ülkelerdeki sanat etkinliklerini izlemeden, sırf içindeki sanat ateşini, kişisel yetenekleriyle körükleyip geliştirmesi, kendi kendini yetiştirmiş olmasıydı. “Alaylı” bir sanatçı olduğu halde çağdaş meslektaşlanyla her alanda boy ölçüşebilecek bir düzeye erişmişti (…) Her rolün ayrı bir değeri ve özelliği olduğunu bilerek oynardı. Önemsiz ve küçük sanılan rollere bir başkalık vermek, onları hemen ön plana çıkarmak başlıca ilkesiydi. Sert, keskin çizgiler okunan güneş yanığı yüzüyle, taklitçilikten kaçınan, rol kesmeyen, davranışlarını bir mantık inceliği içinde çizmesini bilen bir kişiliğe sahipti (…) Mikrofonik sesi, kusursuz doğal konuşmasıyla seslendirme alanında da haklı bir ünü vardı.”
Bir şeylere sövesim var, bildiniz mi onu? Düğün geçti diyesim var, getirdiğiniz kınayı nerenize sürerseniz sürün artık! Değişsin artık bu kepazelik, bu palavradan gözyaşları bitsin artık diyesim var! ‘Yalancılaaarrrr’ diye bağırasımvar! Sesim kopsun, gözümden okyanuslar kadar su gelsin ama yeter! Yeter, yaşarken sahip çıkın sanatçıya diye bağırsam, olmadı, bir daha bağırsam, kim duyar ki beni?
Derin bir nefes çekip, bir de kendime bir bardak çay koyup yazmaya devam ediyorum.
İlk 43 yılına onlarca sanat eylemi sıkıştıran Mümtaz Ener’in adına neden bir jübile yapıldığını sormuyorum şimdi! İyi ki yapmışlar hatta. Anladığım kadarıyla; Şubat 1950’de yapılan ve yazımıza konu olan jübileden başka, 1948’de 25.Sanat Yılı, 1973’de de 50.Sanat Yılı Jübilesi adıyla iki jübile daha yapılmıştır Ener’e.
Kafamız iyice karışmadan, şu jübile yapmanın ne demek olduğunu konuşamalıyız bence. Jübile deyince, mesleğin ustalığına ermiş, bir çeşit bilge olmuş kişinin artık sahadan çekildiğine dair bir şeyler canlanıyor kafamızda, değil mi? Evet, genel kanı bu doğrultuda,biliyorum. Ama bu iş sanatta öyle işlemiyormuş bir zamanlar. Zor günlere düşen; parasızlık, iş bulamamak ya da egemen iktidarla çatışan sanat adamları için bir araya toplanmak gibi algılanırmış jübileler eskiden. Ben öyle anlıyorum ki; zor durumda kalan sanatçıya yardım etmek, onun değerli olduğunu hatırlatmak, ona sahip çıkmak ve algılananın tam tersine, sahada kalması için bir çeşit yüreklendirme gibiymiş jübileler. Bir imece, bir dayanışma töreni gibi!
“Cehennem acı çektiğimiz yer değil; acı çektiğimizi kimsenin duymadığı yerdir.” (Hallâc-ı Mansur)
Evet, kuşkusuz bir imecedir Mümtaz Ener’e yapılan bu jübile! Bu imeceye önayak olan, -ilânda yazıldığı gibi söyleyecek olursak- jübile gecesini ‘himaye eden’ oluşum ise Sanat Dostları Cemiyeti adlı bir sanatçılar derneğidir.
Sanat Dostları Cemiyeti’ni; bazen düzenledikleri gecelerle sanatçıya sahip çıkan, bazen de sanat adamlarının zor günlerinde, hastalık ya da ölümünde; onların yarınki kuşaklara kalması için el yazmalarını, eserlerini koruyan, onun adına etkinlikler yapan ya da mulajını (ölüm maskesi) çıkarıp saklayan sanatçı kardeşliğiyle hatırlarız. Orhan Veli’nin cenaze törenini organize eden, Sanat Dostları Cemiyeti’dir örneğin. Şairin mulajını çıkaran ise Bedri Rahmi’dir ve o da cemiyetin bir üyesidir. Cemiyetin bütün ‘marifeti’, dönemi içinde bir sanatçı dayanışması sağlamaktır.
Başkanlığını Fikret Adil’in (1901-1973) yaptığı Sanat Dostları Cemiyeti’nin kurucularından biri de, gazete ilânında bildirilen Hamlet oyununda ‘Ofelia’yı oynayacak olan ‘Fitne-Fücur’ ya da gerçek adıyla söylersek, Adalet Cimcoz’dur. Cimcoz, cemiyetin hem toplantılarını kaçırmaz hem de yazılarıyla destek verir bütün girişimlerine. O dönem sanatın kalbi, Beyoğlu- İstiklâl Caddesi’nde attığından, orada buluşur ‘cemiyetin’ üyeleri: 2. Aybar Apartmanı, Numara 12 Tarlabaşı-Taksim adresindeki derneğin bürosunda! Telefonları bile vardır kendilerine ait: 82 766!
Kimi zaman fikir tartışmaları yaparlar, kimi zaman havadan sudan sohbetler; kimi zaman bir sergi yapmanın öneminden söz ederler, kimi zaman da desteğe ihtiyacı olan bir sanatçı için neler yapılabileceğinden! Gururlu ve kendilerinden emindir Sanat Dostları! Onlar, sanatın halkla buluşması için vazgeçmeyen insanlar olarak hatırlanıyorsa bugün; belki de cemiyetin organize ettiği bir resim sergisini haber verdiği gazete yazısında, Adalet Cimcoz’un hüzünlü ama asla eğilmeyen dik seslenişini bir daha düşünmeliyiz:
“Bu hafta Sanat Dostları Cemiyeti Türk Kadın Ressamları Sergisi ismi altında, mütevazı galerisinde 61 resim teşhir etti. İstanbul şehri hâlâ bir galeri bekleyedursun, cemiyetin, döşemeleri sallanan sempatik odaları pekâla iş görüyor.” (Mine Söğüt, “Adalet Cimcoz, Bir Yaşam Öyküsü Denemesi”, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2000, sf.64)
Sıkı kadınmış Adalet Cimcoz, hem de çok sıkı! Türk Dil Kurumu çeviri ödülü sahibi ilk kadın çevirmen, gazeteci, eleştirmen, ses verdiği Yeşilçam’ın ünlü kadın oyuncuları üstünden, hepimizin hafızasında yer etmiş, ‘Türkiye’nin ilk seslendirme kraliçesi’ payesiyle taçlandırılmış, unutulmaz bir sestir o! Devlete, sanata ve sanatçıya nasıl sahip çıkılması gerektiğini öğreten Maya Sanat Galerisi’nin kurucusudur. Dosttur; herkesin selam vermeye bile çekindiği günlerde, Sabahattin Ali’yi, ölüme gitmeden hemen önce evinde saklayan kadındır. Nâzım’ı Bursa hapisanesinde yalnız bırakmayan vefalı dosttur Adalet Cimcoz. Nâzım’ın burnunda tüten, kendisine şiirler gönderdiği gerçek bir dost!
“Adaletçiğim,
Seni dehşetli göresim geldi. Hasret çekmenin ne demek olduğunu ancak bu yıl anladım. İnsan hasrete erince sükuti oluyor. Seni dehşetli göresim geldi. Sana (…) şiir yolluyorum (…)
Yaprakları arslan pençeli çınarlar bin yıl yaşamakta
Kestaneler üç bin
Ve serviler beş bin sene ayakta.
Kavaklar bile yedi yüz yıl yeşil ve beyaz
Halbuki biz ne kadar az yaşıyoruz, kardeşlerim, ne kadar az yaşıyoruz.
Ne kadar az!
Beygirle bir ayardayız henüz bu en mühim meselede,
hatta onun kadar bile doyamıyor dünyasına
beygirden çok yük taşıyan çoğunluğumuz”
(Şükran Kurdakul, “Nâzım’ın Bilinmeyen Mektupları, Adalet Cimcoz’a Mektuplar”, Broy Yayınları, İstanbul, 1986, sf. 28)
Çevirmendir aynı zamanda, dostlarının deyimiyle “Ada”! Berthold Brecht, Knut Hamsun, Georg Büchner, Traven, Lope de Vega, Franz Kafka, Max Frisch gibi yazarları Türkçe’ye kazandırandır, o nefis diliyle! Öyle ki; bu çevirilerinden biri olan “Franz Kafka’nın Mektupları”, 1962 yılında Türk Dil Kurumu Çeviri Ödülü kazandırmıştır Adalet Cimcoz’a.
Seslendirme sanatçısıdır. Hatta bu işin ‘kraliçesidir.’
“Çok yönlü bir sesi vardı Adalet Cimcoz’un. Türkân Şoray’ı da, Hülya Koçyiğit’i de, Belgin Doruk’u da dile getirirdi o. Radyoda sabundan, diş macunundan ya da kılık kıyafetten söz etti miydi bir “şey” söylerdi hepimize. Kulağımızı diker, sesi bir yandan zevkimizi okşarken, öte yandan da sözü söz ve öz olarak çın çın dolaşırdı beynimizin kıvrımlarında, incecik bir gonk gibi bir oraya, bir buraya vurur, bir kıpırtı, bir canlılık uyandırırdı kafamızda.” (Azra Erhat, “Adalet’in Sesi”, Yeni Ufuklar, Mayıs 1970)
Dalları yemyeşil bir sanat ağacı olan Cimcoz’un; korkusuz, çağdaş, cesur ya da öncü sıfatlarıyla adlandırılması ne kadar da yetersiz tanımlamalardır. Ada’nın Türk sanatına -ama her dalıyla Türk sanatına- onlarca katkısından söz edebiliriz. Ancak 25 Aralık 1950'de, Beyoğlu’nda Kallavi Sokak, 20 numaralı, iki katlı bir apartmanın birinci katında açmış olduğu Maya Sanat Galerisi’nin yeri bir başkadır. Kendisine sorulduğunda, o akarsu gibi billur sesiyle şöyle yanıtlar Adalet Hanım yaptığını:
“Eğer giriştiğim teşebbüste muvaffak olur, halkla sanatkâr arasında bir köprü kurabilirsem hayatımın en büyük zevkini duyacağım. Böyle bir yerin yokluğunu hissettiğimiz içindir ki bu işi yapmaya karar verdim. Muvaffak olacağımı ümid ediyorum. Zaten fazla bir şey beklemiyorum. Galerinin masraflarını çıkardığım takdirde burası ilelebet açık duracaktır. Aksi halde ancak imkânlarımın müsaadesi nisbetinde galeriyi açık tutmaya gayret edeceğim.”
Türk kültür ve sanat dünyası, Maya Sanat Galerisi sayesinde sadece bir galeriye değil, her türlü sanat dalına kapılarını açan, sanatçıların ve sanatseverlerin bir araya geldikleri bir kültür merkezine kavuşmuştur. Adalet Cimcoz, beş yıl boyunca galeriyi ayakta tutabilmek için büyük bir mücadele verir. Sanatseverlere sanat eser satın alma alışkanlığı kazandırmaya çalışır, yeri geldiğinde taksitli satış yöntemini bile dener.
“İç içe iki oda ve bir hôl (...) Önüne paravan konmuş bir soba ile uzun ve genişçe bir sedir (...) Tablolar, bacakları kolları budanmış heykeller, tahta oymalar, yazmalar, kilimler (...) İki odada da iğne atsan yere düşmeyecek (...) Akademi profesörleri, ressamlar, heykelciler, dekoratörler, münekkidler, muharrirler, romancılar, aktristler, gazeteciler, aktörler, senaryocular, rejisörler, piyes muharrirleri, ses artistleri, sopranolar, tenorlar, film dublörleri (...) Dâvet eden Adalet Cimcoz olmasaydı şu insanların hepsini bir araya getirmek mümkün olmazdı.” (Nizamettin Nazif, “Dublaj Kraliçesi Adalet Cimcoz”, Radyo Magazin Dergisi, 29 Nisan 1951, sf.19-21)
Maya Sanat Galerisi, Türkiye’nin, kurucusu kadın olan ilk özel sanat galerisidir. Parasızlıktan ötürü kapandığı 31 Temmuz 1955 gününe kadar! Adalet Cimcoz, Maya Sanat’ta; şiir ya da müzikten esinlenen resimlerle sergiler hazırlamış, karikatürün de bir sanat olarak kabul görmesini desteklemek için karikatür sergileri açmış, resim sergileri yanında heykel, mozaik, seramik, fotoğraf, desen ve halk sanatları gibi konuları bir arada sunarak, aynı zamanda sanatta ilk kez disiplinlerarası bir buluşmayı da gerçekleştirmiştir. Galerinin giriş kapısının camına, Şah Hatayî’nin bir deyişini yazmıştır Adalet Cimcoz; Maya Sanat’ın nasıl bir yer olduğunu bu deyişten daha doğru biçimde hiçbir şey anlatamazdı bence.
“Vardım kırklar meclisine
Gel beru ey can dediler
İzzet ile selam verdim
Gir işte meydan dediler”
(Meraklısına Not: Maya Sanat Galerisi’nde açılan ilk sergide; Bedri Rahmi Eyüboğlu, Eren Eyüboğlu, İbrahim Çallı, Cemal Tollu, Balaban ve Agop Arad gibi sanatçıların eserleri yer alırken, bugün aynı yerde lüks bir yemekevi bulunmaktadır, ne acı!)
Gelelim, jübile programında oynanacağı bildirilen Hamlet’teki ‘Ofelia’ rolünü oynayacak kişinin karşısında yazan “Fitne-Fücur” lâkabına! Adalet Cimcoz, 1945 yılının başlarından itibaren, önce Yıldız adlı dergide, daha sonra da; Tasvir, Tef, Aydede, Salon, 20. Asır, Ayda Bir, Hafta, Senaryo, Yenilik gibi farklı dergilerde ‘Fitne Fücur’ takma adıyla yazılar yazar: Moda, bolca dedikodu, açılışlar, davetler, defileler, tiyatro eleştirileri… Bu yazılar, kentin sosyal hayatından kesitler sunan cesur, kışkırtıcı, küstah, alaycı ama zekice kaleme alınmış yazılardır. Cimcoz, ilk yıllarda kimliğini saklasa da dikkatli okurlar zamanla Fitne-Fücur’un kim olduğunu anlarlar. Kendisi de dönem dönem ipuçlarını vermekten geri durmaz gerçi. Neredeyse hepsi yakın arkadaşı olan edebiyatçılar, ressamlar, tiyatro ve sinema adamları, kendisi gibi seslendirme sanatçısı olan arkadaşları, şarkıcılar, sosyetenin kadınları…hepsi, herkes değişik zamanlarda Fitne Fücur’un köşesine konuk olurlar. Örneğin, Fikret Adil’in güzel el falı baktığını, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Avrupa yolculuğundan döndüğünü, bir davette ‘şıpsevdi’ Sait Faik’in gözünün, Fraulein Barbara’dan başka kimseyi görmediğini hep onun köşesinden öğrenir İstanbullu. Kim, kiminle, nerede, ne yapmış, Fitne-Fücur bilir!
1910 yılının 25 Temmuz günü, üç kardeşin en küçüğü olarak Çanakkale Kilitbahir’de dünyaya gelir Adalet Cimcoz: Hayri, Ferdi ve Adalet! Çocukluğu Alman annesinin etkisiyle Almanya’da geçer. Yurda döndüğü ilk zamanlar, Afyon Toprak Mahsulleri Ofisi’nde çevirmen olarak işe girer. Daha sonra İpek Film’de çalışan ağabeyi Ferdi Tayfur’un yanına, İstanbul’a gelir ve bir büroda çevirmenlik yapmaya başlar. Ünlü seslendirme (dublaj) sanatçısı Ferdi Tayfur’un, yine seslendirme sanatçısı olan eşi Melek Tayfur’un bir filme dublaj yapılacağı sıra aniden rahatsızlanması, Adalet Cimcoz’un seslendirme kraliçesi olacağı büyük yolculuğu başlatır. İlk seslendirdiği film 1933 yapımı King Kong’dur.
(Meraklısına Not: Ferdi Tayfur’un eşi Melek (Kobra) Hanım, Mümtaz Ener’in ilk öğretmenlerinden biri olan Muhlis Sabahattin’in kızıdır.)
Adalet Cimcoz neredeyse şans eseri başladığı seslendirme işinde o kadar beğenilir ki, kısa zamanda, bu konuda en beğenilen sanatçılarından biri olur. İlk filmlerinde devlet memuru olduğu için Seniye Sonku takma adını kullanan Cimcoz, İpek Film stüdyolarında bir dönem yöneticilik yapan Nâzım Hikmet’le de bu dönemde tanışır.
Nâzım Hikmet’in hapishanede yaptığı el işi bazı eşyalara, şaire yardım etmek için müşteri bulan, Sait Faik’in sonu gelmez aşk acılarında hikâyeciyi sabırla dinleyen, işin içinde ‘Hocaların Hocası’ Sabahattin Eyüboğlu ya da Orhan Veli varsa olmaz sanılan bütün projelere gözükapalı giren, Azra Erhat’la ağız ağıza dedikodu yapan, fal bakan, Fikret Adil’le Sanat Dostları Cemiyeti’nin bütün işlerini hiç sızlanmadan sırtlanan -hatta Maya Galerisi açıldıktan sonra cemiyet toplantılarını galerisine taşıyan- Adalet Cimcoz; yaşadığı son güne kadar Ahmet Hamdi Tanpınar’la, Bedri Rahmi’yle, Fikret Otyam’la, Balıkçı’yla, Yaşar Kemal’le, dönem dönem İsmail Hakkı Tonguç’la, enstitülü öğrencilerle, Sait Faik’le, Füreya Koral’la ya da adını sayamadığım onlarca kültür ve sanat insanıyla dostluğunu sürdürmüş biri olarak, 13 Mart 1970 günü, -60 yaşındayken henüz- aramızdan ayrılır.
Devamı Var