11 Nisan 1941 tarihli Yeni Mecmua’da “Çocuk Tiyatrosu” başlıklı bir yazı yayımlanır. Yazının sahibi; Mebrure Sami’nin (Alevok) bir Fransız masalından uyarladığı ‘Bir Varmış Bir Yokmuş’ adlı çocuk oyu...
11 Nisan 1941 tarihli Yeni Mecmua’da “Çocuk Tiyatrosu” başlıklı bir yazı yayımlanır. Yazının sahibi; Mebrure Sami’nin (Alevok) bir Fransız masalından uyarladığı ‘Bir Varmış Bir Yokmuş’ adlı çocuk oyununu izlemeye gitmiştir. Yazısında, izlediği gösteriden edindiği izlenimleri anlatmaktadır yazar. Oyundan çok, çocukların tiyatrodaki davranışlarına dair okuduklarımız; inanılması güç, fantastik ve gerçeküstü bir masaldan alınmış gibidir.
“Bir kenara çekildim. Gözlerim onlarda. Fakat ben, otuz, otuz beş yıl gerilerdeyim: Bizim çocukluğumuz… İpini satmış külhanbeylerle omuz omuza, gözleri dönmüş sarhoşlarla yan yana oturarak Kel Hasan’ın yakası açılmamış tekerlemelerini dinlemeye mecbur olduğumuz günler… Hoş, o kadar arkaya bakmaya da lüzum yok; on beş, yirmi yıl evveli düşününüz (…) Bir kâbuslu rüyadan uyanır gibi, gözlerimi hakikate açarak kendime geliyorum. Paradiyi, locaları ve tâ sahnenin önüne kadar her yeri dolduran Türk çocuklarına; Eyüp’ten gelen Bakkal Ahmet’in, Kasımpaşa’dan gelen Kasap Mehmet’in, Şişli’den gelen Genel Direktör Hasan’ın, Samatya’dan gelen Balıkçı Nuri’nin, Beykoz’dan gelen Tacir Yakup’un, Vefa’dan gelen Kâtip Hüseyin’in… şehrin dört bir tarafından gelen, her mesleğe mensup insanların yavrularına bakıyorum. Ve karşılarında işte, Konservatuvar muallimlerinin, meşhur ses üstadı Muhittin Sadak’ın idare ettiği on yedi kişilik bir orkestra, Çaykovski’nin ‘Şehrazad’ına başlıyor.”
İlk gösterisini, 1935’in 5 Ekim günü, 15 çocuk seyircinin karşısında yapan Türk çocuk tiyatrosunun, altı yılda geldiği yer göz kamaştırıcıdır. Yazıdan öğrendiğimiz; salonu ağzına kadar doldurmuş altı yüz çocuğun, ‘çıt çıkarmadan’ Çaykovski dinlediği değildir sadece. ‘Fatmacık’ oyununda, sevinçten ne yapacağını bilmeyen ve bu coşkusunu arkadaşını yumruklayarak gideren çocuk seyircinin; doğru dokunulduğu zaman, dört sene gibi kısa bir sürede nasıl bir değişim geçirebileceğini göstermesi adına da eşsiz bilgiler sunar bu yazı bizlere. Yarına bakarken içimize umut dolduran, ancak bir fırtınayla yarışacak güçte kültürel bir değişimin temelleri hakkında fikir edinmemizi sağlayan bu yazı; bu temelin oluşmasında, tiyatronun nasıl sihirli bir kuvvet olduğunun kanıtı gibi durur tarih içinde. Üstelik, dünya savaşı yüzünden herkesin birbirini boğazladığı günlerde! Bunları bil de, dur bakalım yerinde! Yok, bana göre değil! Bağışlayın beni, benim yazılarım da bana benziyor dostlarım, hırçın! Nedenlerim var.
“Ağır ağır perde açılıyor (…) Sahneye konma işindeki bütün ağır yükü omuzlarına almış olan değerli dostum, sanatkâr İ. Galip, yavaşça kulağıma eğiliyor:
- Vallahi, büyüklerin seyredeceği bir eserdir. Fakat inan ki; küçüklere gösterdiğimiz için daha çok itina etmiş bulunuyoruz.
- Neden? diye gülümsüyorum.
O, sanat aşkıyla yanan kalbinin bütün temiz duygularını belirten bir bakışla ve olanca ciddiyetiyle cevap veriyor:
- Verebileceğimiz en güzeli onlara arz ediyoruz ki; yarın bunu da beğenmesinler, daha güzeli, çok güzeli, en mükemmeli, fevkalâdeyi istesinler, bulsunlar diye…
Dikkat ediyorum; hiç kimsede “Adam sende, seyirciler çocuk değil mi, bir aksaklık, bir pürüz olsa da kim farkedecek?” düşüncesi yok. Bilâkis, en ufak bir falsoya düşmemek için herkes tetikte (…)
Küçükler, kimi iyice görebilmek için koltuğun üstünde ufacıcık bacaklarını maharetle kıvırarak bağdaş kurmuş, kimi çenesini avuçlarının içine alarak dalmış, kimi adamakıllı koltuğa yaslanarak kendinden geçmiş, kimi başını anasının koluna dayamış… Sahnede parıl parıl, renk renk kıyafetleriyle bir efsane hayatı canlandıran artistlerden gözlerini ayıramıyorlar. Sonra coşuyorlar, fakat bu coşkunluklarında bile öyle temiz bir vekara bürünüyorlar, çocukluğun mazur saydırabileceği hiçbir hafifliğe, pervasızlığa düşmeden öyle yerinde ve öyle usulle bir alkışa başlıyorlar ki (…)
Perde kapanıp da ortalık aydınlandığı zaman çocuk tiyatrosunun bir hususiyeti daha göze çarpıyor: Kimse yerinden kıpırdamıyor. Büyüklerin perde arası boyladıkları fümvar, burada bomboştur.” (*Yazarın ‘fümvar’ dediği, Fransızca kökenli bir sözcüktür. Kendi dilinde yazılışı ‘Fümoir’ olan sözcük; ‘Sigara içmeye uygun alan, sigara içilen salon’ anlamında kullanılmaktadır. -HF-)
Hazır bir çay içme arası vermişken, size dikkatimi çeken bir şeyi söylemeliyim. Baktım; bulabildiğim kaynakların tümüne baktım ve gördüm ki; bu yazıyı yazan kişinin anlattığı “Bir Varmış Bir Yokmuş” adlı çocuk oyunu, Şehir Tiyatrosu’nun oyun arşivine alınmamış; yani en azından bu isimle alınmamış. Sanki bu oyun hiç oynanmamış gibi… Bir varmış bir yokmuştan, bir yokmuş bir yokmuşa!
Okuduğumuz yazıya dayanarak söyleyebiliriz ki; Charles Perrault’dan uyarlanan bu oyun, 1940/41 sezonunda Şehir Tiyatrosu’nda oynanmıştır. Doğal olarak o sezon oynanan oyun listelerini inceledim ben de ama… yok! Ne; 29 Kasım 1974 tarihli, Türk Tiyatrosu dergisinin 411 numaralı sayısında yayımlanmış “Çocuk Tiyatrosunun Kuruluşundan Bugüne Oynanan Oyunların Listesi”nde (s.20-26), ne de aynı derginin Kasım 1963 tarihli 352. sayısına ek olarak verilen Beyoğlu-Fatih-Üsküdar Çocuk Bölümleri isimli broşürün dördüncü sayfasında yayımlanan listede, ‘Bir Varmış Bir Yokmuş’ adında bir çocuk oyunu yok! Onun yerine ne var; “Sinderella” var… Oyunun afişlerinde ‘Bir Varmış Bir Yokmuş’ adıyla tanıtılan oyunun, listeye ‘Sinderella’ adıyla kaydedilmesini neyle açıklamalı bilmem ki! Şu arşiv kültürü konusundaki eksikliğimizden, bir şeyleri rahat rahat okuyamaz oldum. Kendimi hafiye gibi hissediyorum çoğu zaman, kötü bir şey bu! Zevk almak için, sadece bunun için bir şeyler okumaya benim de hakkım yok mu? Keşke işini doğru dürüst yapsa herkes!
Bir kez daha bana iç çekmek düştü. Olsun, n’edek; saptamamızın, birilerini bilimsel kuşku çerçevesinde, çocuk tiyatrosu tarihimizi bir kez daha gözden geçirmeye yönlendirmesini dileyerek, anlatmaya devam edelim biz.
Yazar, oyunun ilk perdesi bittiğinde, oradaki seyirci çocuklardan birine sorar:
- Oyunun nesini konuşuyorsunuz?
- Kusur bulan varsa söylüyor.
- Ne gibi kusurlar buldunuz bakayım?
- Bu perdede bir şey bulamadık.
- Bulduğunuz zaman ne yapıyorsunuz?
- Ne yapacağız, Zeki Coşkun Ağabeye yahut Muhsin Ertuğrul Ağabeye yazıyoruz.
Neeee? Oyunu izleyen çocuklar, oyunla ilgili görüşlerini tutup Muhsin Ertuğrul’a mı bildiriyorlar? Elleriniz havaya kalkmadıysa, ne okuduğunuz anlamadınız demektir. Bir daha okuyun lütfen!
“Görüyor musunuz; çocuk tiyatrosu deyip geçtiğimiz bu yavrular muhitinde yepyeni ve bambaşka bir hava esiyor, muhakkak ki; yarının sahne sanatkârı da, münekkidi de (*Eleştirmen),
müellifi de (*Yazar)
hatta belki bestekârı da bu havada beslenerek yetişiyor.
Son perde yine bir alkış tufanıyla kapandı (…) Çıkarken, Şehir Tiyatrosu’nun değerli Direktörü Zeki Coşkun’a sordum:
- Çocuk tiyatrosunun bu seneki vaziyeti nasıl?
- Mükemmel… Biliyorsunuz ki Cumartesi ve Çarşamba günleri olmak üzere, haftada iki temsilimiz var. Bu sene 21 defa “Çizmeli Kedi” ve 23 defa “Bir Varmış Bir Yokmuş” oynandı. Hepsi 2930 lira hâsılat yaptı. Ancak düşününüz ki yavrular için duhuliye sadece yedi buçuk kuruştur. Buna rağmen bu sene, geçen seneye nazaran 800 lira fazla hâsılatımız var. Yani küçük seyircilerimiz günden güne artıyor. Bizi sevindiren de işte budur.
Buna kim sevinmez ki!
Fakat, o mini minilerin arasına katılıp, çocuk tiyatrosundan ayrılırken, dünyaya biraz erken gelmiş olduğumu hatırlayarak bir parça da hüzün duyduğumu neden gizleyeyim?” (‘Kandemir’ imzasıyla (Feridun) Kandemir, “Çocuk Tiyatrosu” başlıklı yazısından alıntı, Yeni Mecmua Dergisi, 11 Nisan 1941, Sene: 2, Cilt: 6, Sayı: 102, ss. 8-10)
(Meraklısına Not: Çocukların izlediği oyunlarla ilgili görüş ve eleştirilerini mektup yazarak bildirdiği iki kişiden birini tanıyoruz, Muhsin Ertuğrul! Diğer kişi olan Zeki Coşkun Bey ise; Nusret Safa Coşkun’un ağabeyi, Şehir Tiyatrosu Müdürü ve aynı zamanda Türk Tiyatrosu dergisinin sahibidir.)
Şimdi isterseniz, hızlı bir yolculuğa çıkalım. Çocuk tiyatrosu tarihimizin, 1936/37 sezonunda oynanan ‘Fatmacık’ ve ‘Doğan’la Selma’ oyunlarından sonraki yıllarına gökyüzü yüksekliğinden bakarak, onun nasıl geliştiğini ya da dönüştüğünü inceleyelim. Belki bugün, kepaze etmek için birilerinin çaba harcadığı biricik çocuk tiyatromuzun acıklı hikâyesini o zaman daha iyi anlarız.
1937/38 tiyatro sezonunda, iki yeni çocuk oyunu vardır sahnede: Mümtaz Zeki Taşkın’ın yazdığı “Mavi Boncuk” ve Ekrem Reşit Rey’in kaleminden “Lafonten Baba”! Bu sezon, önceki sezondan daha az seyirci toplar çocuk oyunları. İki oyun toplamda 47 kez perde açar ve 16.818 seyirciye oynar. Bunun nedeni, programlama ya da duyuru eksikliği olabileceği gibi sezonun en hareketli döneminde, Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümü de bu seyirci kaybına etki etmiş olabilir.
1938/39 sezonunda iki yeni çocuk oyunu daha katılır Şehir Tiyatrosu repertuvarına: Mümtaz Zeki Taşkın’dan “Uçman Yalçın” ve Ragıp Tok’tan “Küçük Komutan” … “Uçman Yalçın” 22, “Küçük Komutan” 18 kez seyirci karşısına çıkar ve toplamda 11.252 seyirci tarafından izlenir.
1939/40 sezonu, öncekilere göre daha iyi bir sezondur ve iki yeni oyun daha vardır sahnede: Sami Ayanoğlu’ndan “Kel Oğlan” ve Mümtaz Zeki Taşkın’dan “Efe Ali”… “Kel Oğlan” 27, “Efe Ali” 21 kez sahnelenir ve bu sezon toplamda 15.600 seyirciye ulaşılır.
Bir ara toplam almak gerekirse; başlangıcından 1940 yılına kadar, ilk beş yılda; 10 çocuk oyunu seyirci önüne çıkmış ve 79.347 çocuk bu oyunları izlemiştir. Bu oran, o dönem nüfusumuzun 20 milyon civarında olduğu düşünülürse; nüfusun yüzde birinin yarısından bile aşağıdadır.
1940 sonrası, tam anlamıyla altın bir çağ yaşanır çocuk tiyatromuzda. 40’lı yıllarda 16 yeni çocuk oyunu üretir Şehir Tiyatrosu. 16 yeni oyuna ek olarak, ‘İlk Tiyatro Dersi’, ‘Gülmeyen Çocuk’ ve ‘Fatmacık’ da yeniden sahnelenir. Böylece, 10 yılda çocuklarla buluşan oyun sayısı 19’a çıkar. Oyunların künyesini tek tek anlatmak yerine, en iyisi ben sizin için, 1940/41 sezonundan, 1949/50 sezonuna kadar olan bölümü, 10 yıllık bir çizelge halinde hazırlayayım. Böylece sizin okumanız kolaylaşacağı gibi karşılaştırma yapma olanağınız da artacaktır.
Sezon Oyun Adı Yazarı Gösteri Sayısı Seyirci Sayısı
1940-41 Çizmeli Kedi E.A. Hermann - Sabih Gözen 21 12.016
Bir Varmış Bir Yokmuş Mebrure Sami Alevok 23 16.964
1941/42 Parmak Çocuk Selâhattin Küçük 23 10.327
Mavi Gözlük Sabih Gözen 23 9.944
1942/43 Işıksız Ada Sabih Gözen 55 11.775
1943/44 Şeytan Sabih Gözen 28 12.843
Karabulut Selâhattin Küçük 21 13.215
1944/45 Ben Çalmadım Ferih Egemen 28 19.020
Herşeyden Biraz Sabih Gözen 21 14.455
1945/46 Memişin Rüyası Neşet Berküren 28 21.263
Nar Tanesi Mümtaz Zeki Taşkın 21 15.814
1946/47 İlk Tiyatro Dersi (T) M. Kemal Küçük 24 17.768
Fırtına Shakespeare-Celâl Balkır 9 6.448
1947/48 Gülmeyen Çocuk (T) M. Kemal Küçük 23 15.766
Yalancının Mumu Celâl Balkır 24 17.794
1948/49 Apti ile Memiş İstanbul’da Neşet Berküren 25 18.447
Sihirli Kılıç Nurettin Işılay 22 15.817
1949/50 Artist Aranıyor Kadri Ögelman 28 14.531
Fatmacık (T) Afif Obay 29 16.287
Evet, 10 yıllık altın çağ tablosu böyle! Peki, bu tabloyu nasıl okumalıyız?
Öncelikle, yepyeni çocuk oyunu yazarlarının sahneye çıktığını görürüz çizelgeye baktığımızda. Mümtaz Zeki Taşkın ve Sabih Gözen, bu konuda daha çok ürün vermiş olsalar da; diğer kalemlerin sayısal varlığı, çocuk tiyatrosuna nasıl sahip çıkıldığının önemli bir göstergesidir. Sonra, altı çizilecek bir kazanım daha elde edilmiştir bu yıllarda; dünya klasiklerini çocuk oyunu sahnesine taşımak! Shakespeare, Hermann, Perrault… Bu kültür, daha sonraki yıllarda da sürdürülecektir. Ta ki, 1980 darbesine kadar! Fark etmişsinizdir; başka bir kazanım da, oyun sayılarındaki dengedir… 1942/43 sezonunu tek başına kaplayan “Işıksız Ada” hariç, bütün oyunlar aşağı yukarı aynı sayıda sahnede kalmayı başarmışlardır. Bunun tek anlamı olabilir; kurulan çocuk tiyatrosu sistemi doğru kurulduğu için doğru doğru, dosdoğru işlemektedir.
“Tiyatromuz, senelerden beri çocuk sahnesinden hiçbir fedekârlığı esirgememiştir. Bu kısma lâyık olduğu değer verilmiş, küçük ve kıymetli seyircilerimize açılan perdenin mükemmeliyeti için son derece titiz davranılmıştır.
İftiharla söyleyebilirim ki; bugünkü çocuk sahnemiz, değil Balkanlarda, hatta dünya çevresinde ön plânda bir yer almıştır. Hele gelecek senelerde yalnız çocuklardan teşkil edilecek bir kadro ile açılacak perdemiz gene dünya çevresinde parmakla gösterilecek bir değerde olacağını, şimdiden müjdeleyebilirim.” (Celâl Balkır, “Çocuk Sahnesinde Önemli Bir Yenilik” başlıklı yazısından alıntı, Türk Tiyatrosu Dergisi, 15 Şubat 1945, Yıl: 17, Sayı: 180, s. 16)
Bu yazıda da gördüğümüz gibi, o yıllarda yapılan çocuk tiyatrosunun yarattığı iklim, o kadar büyük bir güvene yol açmıştır ki; sanırsınız, bundan sonra yetişecek çocuklar için tiyatro, eğitimin en dibine, bir kilim gibi tam da tabanına serilecektir… Ahhh ne güzel bir rüya! Keşke öyle olsaydı!
Yolculuğuna, 15 seyircili bir oyunla başlayan çocuk tiyatromuzun, mucize denecek kadar kısa bir zamanda başardığı bu baş döndürücü yükselişin ardındaki gerçeği durup durup düşünmemiz gerek bana kalırsa. Sadece inanmış, öncü bir sanat adamı yeter mi bunun için? Yetmez! Sadece iyi niyetli bir belediye başkanı ya da diğer yöneticilerin sağladığı avantajlar yeter mi? Yetmez! Sadece oyuncu ve teknik kadroyu kurmak yeter mi? Yetmez! Sahne olması, giriş ücretlerinin ucuzluğu, ailelerin bu girişime çocuklarını getirmeleri, basın desteği, o, bu, şu…yeter mi? Yetmez anam babam, yetmeeez! Bunun bir eğitim programı gibi ele alınıp, ülke çapında desteklenip, örgütlenmesi; karşılaşılan tüm sorunların, çocuklarımızın geleceğidir diyerek, ortak akılla ve ivedilikle çözülmesi gerek, başka yolu yoktur bu işin! Yani sevgili okuyucu, dediğim o ki; bir ülkenin başındakiler çocuğa nasıl bakıyorsa, çocuk tiyatrosu da ona göre şekillenir. Çocuğu sevmeyen iktidar, çocuk tiyatrosuna destek verir mi? Çöküşümüz de işte tam bu noktada başlar.
(DEVAM EDECEK)