“Ey cesaret, hep dolu tut bardağımı / Sevgi ve umut birdir; yalnızlık ve cesaret bir!” (Melih Cevdet)
Hamlet Davası - 7 / Öyle Olmaz Böyle Olur! (Muhsin Ertuğrul’un Savunması)
Hamlet davasının üçüncü oturumu 29 Kasım 1941 günü, 1. Ağır Ceza’nın büyük salonunda yapılır. Yine kalabalıktır ama bu kez izdiham yaşanmamıştır. Duruşma saat 10’da başlar. Neyyire Neyir dışındaki bütün ilgililer salonda hazırdır. Neyyire Hanım, mahkemenin 11’de olacağını sandığından o saatte orada değildir ancak avukatı kendisine haber göndermiş, müvekkilinin gelmek üzere olduğunu bildirmiştir hâkime.
Duruşma; kendileri de dahil olduğu halde Hamlet davasını “Hamlet Faciası Adaletin Önünde” başlığıyla ve taraflı bir dille yayınladıkları haber için Tasviri Efkâr gazetesi aleyhine açılan yeni bir davanın konuşulmasıyla başlar. Savcılık sözü edilen yayını, Matbuat Kanunu’nun 42. maddesine ‘mugayir’ görmüş ve gazeteye dava açmıştır. Bir kereye mahsus bu hakları olduğunu bildiren gazete yetkililerine karşı, Savcı Orhan Köni, “davası süren bir dosyayla ilgili hüküm kesinleşinceye kadar hiçbir surette yayın yapılamayacağını” iddia ederek ilgili kanunun 27 ve 42. maddeleri uyarınca, gazete sorumlularının ceza almalarını ister. Gazete sahibi ve yazı işleri müdürü kendilerini savunsa da, inceleme 3 Aralık 1941 gününe bırakılır.
Şimdi asıl davaya gelir sıra… Ünlü Hamlet davasına kaldığı yerden devam edilecektir.
İlk söz, geçen duruşmada savunması yarım kalan Peyami Safa’nın avukatı Reşat Kaynar’a verilir. Bir sürü aynı hikâyeden sonra, müvekkili için beraat ister avukat.
Söz sırası Peyami Safa’nındır şimdi. Yarım saate yakın bir savunma yapar Safa:
“… iddia makamına göre İstanbul matbuatı, Hamlet temsilindeki kudretten ve rejisörün yüksek ehliyetinden bahsetmiş… Fakat iddia makamının huzurunuzda okuduğu makale parçaları, bütün İstanbul matbuatında değil, iki üç gazetede, selâhiyetsiz iki üç kişinin yazılarıdır. İstanbul matbuatı bu gazetelerden ibaret olmadığı gibi, biri müstesna, o imzaların tiyatromuzla da, edebiyatımızla da hiç alakâları yoktur. Bilakis gene İstanbul matbuatında Ismayıl Hakkı Baltacıoğlu, Nurullah Ataç, Nizamettin Nazif, Re’fi Cevat Ulunay ve daha birçok selâhiyetli imzalar Şehir Tiyatrosu rejisörünün kabiliyetsizlikleri üstünde ısrar eden yazılar neşretmişlerdir (…) İddia makamı hepsi bizimle aynı fikirde bulunan bütün bu yazıları ya görmemiş yahut gördüğü halde kasten görmemezlikten gelmiştir. Görmemiş olamaz; çünkü her gün, bütün gazeteleri başından sonuna kadar okumak iddia makamının başlıca vazifeleri cümlesindendir ve bu iş için de İstanbul Cumhuriyet Müddeiumumiliği emrinde matbuat bürosu vardır.
Demek ki yüksek iddia makamı bu yazıları gördüğü halde ve bunları yazanların şöhret ve salâhiyet sahibi ilim adamları, münekkit ve muharrirler olduğunu bildiği halde kasten onları gizleyerek, sporcu arkadaşlarımızın yazılarını bütün İstanbul matbuatını temsil eder mahiyette göstermiş, yüksek mahkemenizi yanlış yola sevketmek istemiştir.
Bu davalarda kefelerden birine, bilkıyas, yirmi otuz gram tutan bu salâhiyetleri, öteki kefeye de en az bin kilo tutan öteki salâhiyetleri koyarsanız, yüksek iddia makamının müdaafa ettiği kefe, altına yumrukla vurulmuş gibi teraziden ayrılıp havaya fırlar (…) İddia makamı asıl salâhiyet sahiplerinin isimlerini bile ağzına almamaya itina etmiş, kefelerden birini amamıyla boş bırakmak hünerini göstermiştir. Fakat hiç şüphe edilmez ki yüksek mahkemeniz, davaya mevzu olan hakları böyle ustalıklı, fakat bozuk bir adalet terazisiyle tartacak değildir.
Sayın hâkim! Neticeyi hülâsa ediyorum. Benim Muhsin Ertuğrul’la hiçbir geçmişim yoktur… kendisinin yüksek vasıfta sanat kabiliyetlerini methetmişimdir. Ömrümde bir kere bile kendi arzumla semtine uğramamışımdır (…) Onun sahnemize aktör olarak tiyatro tarihimize geçecek büyük hizmetleri vardır. Fakat rejisör olarak, Profesör Ismayıl Hakkı Baltacıoğlu’nun da yazdığı gibi kendisini, Türk sahnesinin millî ihtiyaçlarıyla bağdaşmayan sathî bir taklit özentisiyle illetli görüyorum. Tiyatromuza getirdiği söylenen disiplin de sahnemizi kalem odası haline koyarak hür ve yaratıcı sanatkârdan, otomatik memur itaati isteyen bir mümeyyiz bey disiplinidir. Şehir Tiyatrosu bu mekanik inzıbat altında, rejisörün kötü mukallitleriyle dolu, gittikçe tereddiye koşan bir tekke haline geldi.
Hiçbir halef yetiştirilmediği ve sayılı kabiliyetlerin sahnemizden uzaklaştırıldığı (…) bu müessesenin medeni bir taazzuva kavuşturulması ve ıslahı lazımdır (…) Bütün yazılarımda tek maksat vardır; Şehir Tiyatrosu’nun ıslahı!.. Şehir Tiyatrosu’nun resmi mecmuasında bana jurnalcilik isnat eden ve hiçbir fikir unsuru ihtiva etmeyen çirkin tezyif satırları çıkmıştır. Yüksek mahkemenin aleyhime açılan bu davaya benim kadar hayret ettiğine ve tereddütsüz hakkımda beraat kararı vereceğine eminim.”(En Son Dakika gazetesi, 29 İkinciteşrin (*Kasım) 1941, Cumartesi, Sene: 3, Gazete yayın no: 807, s. 2)
Peyami Safa savunmasını yaparken, izleyiciler arasında bulunan Şehir Tiyatrosu oyuncularından Hamlet oyuncusu Talât Artemel ve Muammer Karaca’nın arasında sessizce fısıldaşmalar olur. Safa, konu hakkında yazılanlardan örnekler verirken kullandığı “Çoban” kelimesi üzerine, Muammer Karaca, Talât Artemel’e dönerek: “Muhsin çoban, biz de koyunlarıyız değil mi?” diye sorar. İncecik gülüşürler. Az sonra da belli belirsiz şu sözler duyulur iki arkadaşın olduğu yerden: “Peyami’nin sahneye çıkmaya hevesi var. Baksana şu yaptıklarına, o kadar laf ettiği aktörlüğüne bizi inandıracak neredeyse!”
Savunma sırası Muhsin Ertuğrul’a gelmiştir. Son derece heyecanlı bir sesle konuşmaya başlar Hoca:
“Sayın hâkim! Bay Celâleddin Ezine’nin vekili müdaafasında aynen, “Biri Nusret Safa gibi suçluların biraderi, biri hayatını stadyumda geçirmiş bir spor muharriri ve Selim Nüzhet gibi de maruf kütüphane memurundan aldığı parçalarla ispata çalışıyor" diyerek bu zevatın tenkit yazmak için bitaraf ve salâhiyetli olmamalarını ve telif tiyatro eserleri olan Celâleddin Ezine’nin biricik mütehassıs addedileceğini ileri sürdü. Bu suretle tenkit yazılarında biratflılığın ve ihtisasın esas olduğunu kabul etti. Evvela bu nokta üzerinde duralım.
Ben Celâleddin Ezine’yi ticaret âleminde, müseccel bir yazıhanede Musevi bir bankerin ortağı olarak faizcilik ederken tanıdım. Uzun seneler kendisi bu işte, bu meslekte kaldı. Bu bakımdan sanat meselelerinde kalem oynatmaya ve söz söylemeye salâhiyetli olduğunu kabulde mazurum.
Günün birinde Celâleddin Ezine şöhret merakına düştü ve basamak olarak Şehir Tiyatrosu’nu hatırlamış olacak ki, elinde bir piyesle bana geldi. Piyesinin o aralık hazırlamakta olduğum bir ecnebi eserini her bakımdan hatırlattığını söylediğim zaman Celâleddin Ezine bu ecnebi piyesinin temsilinden vazgeçmemi istedi. Tercüme ettirmiş, hazırlatmıştım, oynamaya mecburdum. Nitekim evvela eserin aslı, sonra da Celâleddin Ezine’ninki oynandı. Birincisini seve seve seyreden halk ikincisine rağbet etmedi ve dostumuz Celâleddin Ezine o günden beri düşmanımız oldu.”
Muhsin Ertuğrul buradan hareketle sözü Hamlet’e getirir. Ezine’nin büyük çaba harcayarak ürettikleri Hamlet’i öldürmek istediğini ve bu ölüm yükünü de Şehir Tiyatrosu’nun üstüne yıkmak için çalıştığını söyledikten sonra devam eder konuşmasına:
“Yazımda belki bazı sert kelime ve cümlelere tesadüf edilebilir. Fakat bunlar durup dururken birini tahkir etmek, birine kasten hakarette bulunmak için değildir. Bunlar asıl bir sanat cümlesinin himayesi içinde yanarken, bin bir müşkül içinde kıvranırken haksız bir tarize ve müteammit bir suikaste uğrayan adamın çıkardığı acı istimdat ve müdafaa sesleridir.
Bugün efkârı umumiyede ve yüksek huzurunuzda iftiharla bağırabilirim ki, Amerika’daki dekor müesseselerinin kataloğunda İstanbul Şehir Tiyatrosu’nun Şekspir için yaptığı sahne, en mütekâmil numune olarak alınmış ve bütün dünya tiyatrolarına gönderilmiştir. Şekspir’in Türkiye’de çok iyi oynandığını okyanus ötesindeki insanlar bile takdir ederken, Celâleddin Ezine’nin eski ve haksız bir gayza kapılarak tiyatromuzu liyakatsizlikle ithamı, onu benimseyen halkın şuuruna olduğu kadar ona emek verenlere de hakarettir. (Öyle ya) Ezine’nin vekili Hamlet’in 50 defa oynanmasını da istihfaf ederek aynen dedi ki: “Halk senelerce Kel Hasan’ın tiyatrosunu da doldurmuş ve inen perdeleri alkışla kaldırmıştır. Bu ne ifade eder?”
Bu çok şey ifade eder. İstanbul’da daha on beş sene evvel bir piyesin üst üste oynanmadığı bir şehirde Hamlet üçüncü defa sahneye konuşunda 50 kere üst üste oynanması akıl ve zevkiselimle hareket eden samimi halkın sanat şuurunu olduğu kadar sahnemizin de yükseldiğini ifade eder. Celâleddin Ezine’nin yirmi beş sene evvel Reinhart tiyatrosunda beğendiği Hamlet temsili 4 milyonluk şehirde ancak 31 defa oynanmıştır.
Peyami Safa’ye gelince;
Onun “Tiyatromuzun Hali Ne Olacak?” başlığıyla yazdığı edebî fıkrada sahnemizin en müsteit, en değerli genç sanatkârı olan Hamlet mümessili Talât’a “hışır sesli” ve “tahta yapılı” tabirlerinin kullanılması bugüne kadar bütün dünya matbuatında hiçbir sanatkâra, hiçbir muharririn reva görmediği ve bir eşine daha rastlanmamış en ağır hakarettir.
Peyami’nin ikinci yazısında Vali ve Belediye Reisine hitaben neşrettiği “Şehir Tiyatrosu Nasıl Islah Edilir?” başlıklı açık mektubuna geçiyorum. Bu yazı baştan başa ıslah perdesi arkasında sinsi bir maksatla şahsa hücum için yazılmıştır.
Bir müesseseyi ıslah için orada tedenni ve inhitat görmek lazımdır. Yoksa Şehir Tiyatrosu gibi seneden seneye dev adımlarıyla terakki ve inkişaf eden bir müseseseyi “Hamlet” muvaffakiyeti esnasında ıslaha kalkmak gizli ve şahsi bir menfaat peşinde koşmaktır. Çünkü Şehir Tiyatrosu hakkında 1 İkinciteşrin (*Kasım) 1941 tarihinde İstanbul Umumi Meclisi önünde senelik mesaiyi izah eden Vali ve Belediye Reisinin rakamların beliğ ifadesinden sonra, “Bu müessesemizin devamlı ve verimli mesaisinde gösterdiği terakki ve tekâmülden cidden memnunuz” dediğine bakılırsa Şehir Tiyatrosu’nda tedenni ve inhitat yerine terakki ve inkişaf olduğu resmi bir ağızdan tasdik edilmiş demektir. Buna şunları da ilave etmek kabildir:
Peyami diyor ki: “On beş seneden beri tek adamın eline teslim edilerek başı tamamıyla boş bırakılan Şehir Tiyatrosu’nun hemen bütün sanat mensupları tarafından hummalı bir özleyişle beklenen ıslahını sizden bekliyorum”… Bu satırlardan anlıyoruz ki, Peyami hücumunu on beş senedir Şehir Tiyatrosu’nu muvaffakiyetten muvaffakiyete ulaştıran tek bir adam üzerinden teksif etmek istiyor. On senede on defa tiyatroya gitmeyen Peyami Safa’nın bu arzusuna diğer sanat mensupları da iştirak ediyormuş. Bu sanat mensupları kimlerdir? Hangi sanatın mensuplarıdırlar? Onu yazmıyor.
Nihayet Peyami Safa doğrudan doğruya şahsımdan bahsederek “Dilediği gibi rol almak, maaş aldığı halde dilediği gibi oynamak” diye benim para aldığım halde sahneye çıkmadığımı söylemek ve efkârı umumiyede beni küçük düşürmek istiyor.
Halbuki ben sahneye çıkmak, rol almak için Şehir Tiyatrosu’ndan para almıyorum. Sahneye çıkmak benim için zevktir. Şahsi sanat susuzluğumu gidermek için ara sıra rol alırım, fakat bunu tamamıyla fahri olarak yaparım, aktörlük için para almam. Bu bir iftiradır. Ve matbuat kanununun 34. maddesine temas eden bir iftiradır.
Peyami Safa yazısında Şehir Tiyatrosu’nu niçin ıslah etmek istediğine ait maskeyi nihayet yüzünden çıkarıyor ki: “Ben bir değil, birkaç idare ve mütalaa komitesi dolduracak salâhiyetli isim sayabilirim” … İşte ıslah teşebbüsünün esası! Komiteler kurmak, kendini ve arkadaşlarını kayırmak, huzur hakkı almak ve saire ve saire gibi şahsi ve hasis menfaatler…
Peyami diyor ki: “(Bu nasıl iştir ki, koskoca Şehir Tiyatrosu) derebeyi usulüyle çalışan, derebeyi ağzıyla konuşan tek adamın eline teslim edilebilsin”…
Bütün dünya tiyatrolarının bilâistisna hepsini tek adam idare eder. Dünyanın her yerinde her vapurun bir tek süvarisi olduğu gibi… Sanat mensupları bilirler ki, sanata şahsiyet hâkimdir.
Derebeyi ağzıyla konuşmaya gelince, sanattan zerre kadar haberi olmayan birtakım kimseler sanat hududumuza tecavüz eder ve bize taaruz ederlerse onlara harimine taaruz edilen bir adamın ağzıyla cevap veririz. Biz kimsenin ihtisas ve mesai şubesine müdahale etmiyoruz. Mukabilinde de herkesten de kendi şubemiz ve ihtisasımız için aynı muameleyi bekliyoruz. İşmizi ve sanatımızı o kadar seviyoruz ki her haksızlık ve şiddet karşısında daima onu müdaafa ediyoruz.
Peyami Safa şöyle bitiriyor: “Türk sahnesinin bu kurtuluş gününü siz yaratacaksınız”… Türk sahnesinin kurtuluş günü, Peyami’ye göre, benim tiyatrodan ayrıldığım ve onların bütün arkadaşlarıyla tiyatroya postu serdikleri gündür. İşte ıslah projesinde esas, işte ıslahın bana âmil vesaiki… Kendilerine tiyatroda bir yer temin etmek ve bu yeri temin edebilmek için de yalanlar, isnadlar, iftiralarla şahsımı, haysiyetimi zedelemek… Bütün makalenin hedefi yalnız benim şahsımdır.
Bunun için ceza kanununun hükümlerine tevfikan Peyami Safa’nın ve gazete sahibi ile neşriyat müdürünün cezalandırılmasını yüksek Cumhuriyet Adliyesinden beklerim.” (Vatan gazetesi, 30 İkinciteşrin (*Kasım) 1941, Pazar, Sene: 2, Gazete yayın no: 455, s. 1)
Hamlet davasının üçüncü oturumuna geç de olsa katılan Neyyire Ertuğrul’a söz verildiğinde, Neyyire Hanım çok kısa konuşup yerine oturur:
“Muhsin Ertuğrul’un dediklerine külliyen katılıyorum, ilâve edecek bir şeyim yoktur. Beraatime…”
Artık sağır sultanın bile duyduğu Hamlet davasına dair dönem gazetelerinde onlarca yazı yazılmış olsa da, bir tanesi hayli dikkat çekicidir. Üçüncü celsenin yapılacağı günü, bir gazete şöyle bir yazıyı birinci sayfasından yayınlamıştır:
“Hamlet davası bugün sona eriyor. Bugün, muhtelif görüş farklarından ve insanın zaafından doğan bu dava nasıl neticelenecek? Orasını adaleti tevzi makamında oturan Birinci Asliye Ceza Mahkemesi hâkimi tayin edecek.
Hamlet dünya çağında büyük bir eser olduğu halde, eğer bu dava meydana çıkmamış olsaydı, eğer her iki tarafın karşılıklı atışmaları vuhua gelmeseydi, Hamlet yine çok az insanın bildiği, takdir ettiği bir eser olarak kalacaktı.
Çirkin de olsa Hamlet’ten doğan bu dava, memlekete büyük bir hizmette bulunmuştur. Eğer Hamlet davası hâdisesi olmasaydı, Şekspir’in adı muhakkak ki bugünkünden daha az kimseler tarafından bilinecekti. Hamlet davası sinirden meydana gelen bir davadır. İki sert kayanın birbirine çarpmasından doğmuştur.” (Vatan gazetesi, 29 İkinciteşrin (*Kasım) 1941, Cumartesi, Sene: 2, Gazete yayın no: 454, s.1)
Herkesin üçüncü celsede biteceğini sandığı Hamlet davası, yazılı olarak verilen savunmaların incelenmesi ve sonra da nihaî karara bağlanması için 3 Aralık 1941 Çarşamba günü, saat 10’a bırakılır.