1999 yılında kadına yönelik şiddete karşı toplumda farkındalık oluşturmak amacıyla Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu kararı ile ilan edilen 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü etkinlikleri ile 5 Aralık Türk kadınına seçme ve seçilme hakkı tanınmasının 90. yılı dolayısıyla yerel yönetimler ve demokratik kitle örgütlerinin çalışmalarına tanık olduğumuz hayli yoğun bir 3 hafta geçirdik.
Asırlardır kadın cinsiyetinin de insan olduğu temelinden eşitlik ve adalet arayışları tüm dünyada sürdürülüyor. Durumu değiştirecek bir sihirli değnek tabi ki yok ama Gazi Mustafa Kemal Atatürk gibi düşünce ve sözlerini eyleme döken, insan yönü derin ve güçlü lider ihtiyacımızın her geçen gün daha da arttığı yadsınamaz.
Farklı boyutlarıyla kadına yönelik şiddettin konuşulduğu etkinliklerde çözüm yollarının bilinmesine rağmen tıkandığını, olay ve sözcüklerin ardına dolandırıldığını üzülerek izledim. Hak ve özgürlüklerden yararlanma noktasında cinsiyet eşitliğinin sağlandığı bir yaşamı bu yüzyılda da mücadelesini veren insanlar olarak görebilir miyiz, bilmiyorum! Karar mekanizmalarındaki erkeklerin dizi dizi söz hakkı kullanarak kürsülere geçip “kadınlarımıza eşitlik” derlerken, kadını öncelikle bir meta gibi sahiplenme güdüsünden vaz geçmelerini öneririm.
Bir de bu tür toplantılarda ısrarla yanlış kullanılan sözün özellikle erkekler tarafından sürüldüğünü fark ettim. “Kadın kadının kurdudur” diyorlar. Hayır efendim, o sözün doğrusu; “İnsan insanın kurdudur.” Thomas Hobbes, bu sözü kullanıldığı tarihten bu yana yaygın kanıyla doğa durumundaki insanı betimlemek için ifade etmiş olduğu kabul edilmektedir. Hobbes’a göre; “Devlet olmadıkça, herkes herkese karşı daima savaş halindedir.” Yaşam mücadelesinde ihtiyaç talepleri doğrultusunda “herkesin herkese karşı savaşı” durumunu açıklayabilir. Bu bakış açısıyla da doğanın kanunları tek bir cinse yönelemez. Yalnızlık, yoksulluk, kötülük, vahşilik sadece insanın bir türü için geçerli değildir. Dolayısıyla bu sözü evirip çevirip kadın cinsiyetine yöneltemezsiniz. Kadını yurttaş statüsüne almayıp doğa durumunda gösterme çabasına koyan da erkektir, bu durumdan “kadına zarar verenin en çok yine kadın olduğu” üzerinden şikâyet eden de… Oysa erkek hegemonyasını aşamayan kadınlar, karar mekanizmalarında yer bulamamaktadır.
1642’de yayımladığı De Cive eserinin ithaf kısmında Thomas Hobbes şöyle der:
“İkisi de kesinkes doğru olan iki ilke vardır: İnsan insan için Tanrıdır ve insan insanın kurdudur. Bunlardan ilki yurttaşların birbirleriyle olan ilişkisinde; ikincisiyse devletler arasındaki ilişkide doğrudur. Adalet ve hayırseverlikte, barışın erdemlerinde yurttaşlar, Tanrı’ya bazı benzerlikler gösterir. Gelgelelim, devletler arasında, kötü insanların habisliği, korunmaları için iyileri savaşın erdemlerine, yani canavarların yırtıcı doğasına başvurmaya mecbur bırakır (Hobbes 2003: 3-4).”
“Bu paragrafı, Dergi Park’taki ‘Homo Homini Lupus’ Sözü Üzerine Kaygı, adlı makalesinde yorumlayan Dr. Utku Özmakas, Hobbes’un “İnsan insanın kurdudur” ifadesini doğa durumundaki insanlar arasındaki ilişkiyi tasvir etmek üzere değil; tam aksine doğa durumu sözleşmeyle aşılıp devletler kurulduktan sonra bu devletler arasındaki ilişkiyi anlatmak üzere kullanmış (SS.211) olduğuna dikkat çeker. Özmakas, bu sözde anlatılanın; birbirine düşman olan insanları betimlemek üzere değil ya da bireyler arasındaki bir mücadele ya da herkesin herkese karşı savaşı değil de tam aksine devletler (ve dolayısıyla yurttaşlar) arasındaki bir savaş durumu (S.212) olduğunu anlatır. “İnsan insanın kurdudur” derken Hobbes’un, doğa durumuna gönderme yapmadığı gibi, insanın doğasına ilişkin de olumsuz bir fikir belirtmediğini (S.214) kaydeder.
Hobbes’un ‘Tanrı’ ve ‘kurt’ metaforları üzerinden devlete ikili rol verdiğini belirten Özmakas, bu durumu şöyle açıklar: “İç ve dışı birbirinden ayıran aygıt olarak devlet hem yurttaşlığı yaratır hem de ‘başka’ yurttaşları birbirine düşman kılar. Bu anlamda ‘Tanrı’, barış içinde yaşayan bir devlette yurttaşların birbirine karşı beslediği anlayış ve şefkate; ‘kurt’ ise şiddet ve desiseyi barındıran hasmane bir tutuma gönderme yapar; ancak her ikisi de sözleşme sonrası tutumlardır.”
‘Karar mekanizmalarında kadın’ başlıklı bir önceki yazımızda, yurttaşlar arasındaki eşitliği sağlaması gerekenin devlet olduğuna dikkat çekmiştik. Siyasi karar mekanizmalarında eşitliği bulmak üzere siyasi parti tüzüklerinde geçen kota uygulamasına da değinerek, adaylaşma sürecinde seçilebilir sıraya konulmadıkları için kadınların yine yer bulamadıklarına rakamlarla vurgu yapmış ve “fermuar sistemi şart” demiştik. Kadınların yaşam içinde; “Ben de varım” mücadelesi, zorlu hatta hayatı pahasına kanlı bir mücadeledir. Uzaktan izleyip “mış” gibi sözlerle geçemezsiniz. Aileden mahalleye, yerel yönetimlerden ulusala ve dünyaya, sürdürülebilir ve uygulanabilir toplumsal cinsiyet eşitliği mücadelesi verilmelidir. Kadınların karşı karşıya kaldığı fiziksel, ekonomik ve psikolojik şiddetlerin her biri, birer insan hakları sorunudur. Tüm mesele; ataerkiyi bırakıp laik-çağdaş demokrasiyi hazmetmektedir.