Kraliçe Osman ve Polonius Bedri
Doğu mistizmine yakın, anlaşılmaz dizeler yazan Âsaf Hâlet Çelebi, hem koskocaman göbeği, hem de katmerli gerdanıyla, özellikle güldürü dergilerinin, karikatü...
Kraliçe Osman ve Polonius Bedri
Doğu mistizmine yakın, anlaşılmaz dizeler yazan Âsaf Hâlet Çelebi, hem koskocaman göbeği, hem de katmerli gerdanıyla, özellikle güldürü dergilerinin, karikatür çizerlerinin vazgeçilmezi olur yaşadığı dönemlerde. Yeni Adam’da, Karikatür dergisinde ya da Akbaba’da sayısız kere konu edilir şair. Kendine özgü, dalıp giderek şiir okuyuşu, aşağı sarkan uzun bıyıkları, yakasından hiç eksik etmediği çiçeği, dar ve paçaları kısa pantolonlarıyla, herkes için iyi bir ‘dalga geçme malzemesidir’ Âsaf Hâlet. Öyle ki; dönemin çok okunan dergilerinden Akbaba’nın, 5 Haziran 1941 tarihli, 385. sayısında şairin bir şiiri ve şiirin hemen altında da, yayıncılık etiğine çok da uygun olmayan bir yorum yayımlanmıştır:
“Yeni şairlerden Âsaf Hâlet Çelebi’nin, Galatasaray’da pilav yiyenler için yazdığı son şiirini gelin beraber okuyalım.
GALATASARAY
İçim açılıyor
Pilav kokan koridorlarda
Grand-Cour’a çıkınca
İçim kapanıyor
Çocuk olamayacaksın artık
Ebedî vakansta
Allâsmarladık
Neuf-Cent-Dix-Neuf
Bu şiiri bizzat Galatasaraylılar okudukları zaman memnuniyetlerinden kahkahalarla gülerken yedikleri pilav genizlerine kaçmazsa çok iyi!”
(Meraklısına Not: Şiirdeki Fransızca yazılan son dize, ‘Neuf-Cent-Dix-Neuf’, yani 919, Galatasaray Lisesi’de sekiz yıl eğitim almış olan şairin öğrencilik numarasıdır.)
Okuduğu okulun özel bir gününe katılan ve duygulanan şairin yazdığı bu şiir bile; hem okuyucunun hem de sanat çevresinin gözüne batmış; ‘camia’, anlayamadığı, ne dediği belli olmayan dizelerin sahibi şairi dışlamıştır sanki. Çelebi, dönem edebiyat dünyasında bir ‘şamar oğlanı’, bir ‘soytarı’dan farksızdır artık. Ya da şöyle mi deseydik; şair, sanatsal bir lince uğramıştır.
Bu kadarla kalsa iyi; Fransa’da psikiyatri eğitimi almış, dönemin ünlü doktorlarından biri olan Freudcu Doktor İzzettin Şadan; şairin “Mısrı Kadîm” şiiri üzerine, Yeni Adam dergisinin, İlkteşrin (Ekim) 1940’da yayımlanan 305. sayısında, “Muasır Türk Edebiyatında Tereddi Tezahürleri” başlıklı yazısında Âsaf Hâlet için çok ağır bir suçlamada bulunur: “… son günlerde ‘Kama pet Kama tâ’ şairlerini görünce ‘erken bunama’ teşhisini koymakta tereddüt etmedim. Bu bir hezeyandır.”
(Meraklısına Not: İzzettin Şadan’ın ‘Kama pet Kama tâ’ diyerek aşağıladığı dizeler, büyük olasılıkla eski Mısır uygarlığı kalıntılarındaki dua sözleridir ve şiirin son kıtasındadır: “… seninle bir bahçedeyiz geliyor bana / orada hem var hem yok gibiyim / daha doğrusu bütün bir bahçe oluyorum / insanlığımdan çıkarak / kama pet / kama tâ”)
Peki, bu sonu gelmez, yapılan bu vahşi, ateşli saldırıların karşısında Âsaf Hâlet bir şey yapmamış mıdır? Şiirini savunmamış mıdır?
“Şiirlerimde kullandığım yabancı kelimeler ve formüllerdir ki mânâlarını anlamaya ihtiyaç yoktur. Çünkü bunların mânâları anlaşılırsa şekil ve âhenklerinin güzelliğine okuyucu dikkat etmez. Bir çan sesi duyulduğu vakit, bir bülbül öterken dinlendiği zaman bunların hangi notadan çalındığı düşünülebilir mi?”
I-ıh! Ne yapsa kurtulamaz diğerlerinin elinden Âsaf Hâlet…
Ya memurluk, orada durum nedir?
“- Sizce şair için en iyi yardımcı iş nedir?
- Herhalde memuriyet değildir. Meselâ ben memurum. Şefim benden on yaş küçük olduğu halde bir şaire gösterilmesi gereken saygıyı göstermiyor bana. Yanında sigara içmemi bile aykırı buluyor. Her şair memura öteki memurlardan daha çok saygı göstersin demiyorum. Ama yazılarıyla, kitaplarıyla memleket sanatında gerçek değeri tanınmış bir sanatkâra sıra memuru muamelesi yapmak ayıptır. Bir memleket sanata, sanatkâra gösterdiği saygı ölçüsünde yükselir.” (“Asaf Halet Çelebi ile Bir Konuşma”, Akşam gazetesi, 19 Ekim 1953, sf.5)
Memurluk demişken, Melih Cevdet de bir hikâye anlatır şairle ilgili. Nâzım Hikmet, Kuvayi Milliye Destanı’nı yazdığı sıralarda, 16 Mart Şehitleri’yle başlayacağı bölüm için Anday’a, “Belgeler lazım, ben rahat dolaşamıyorum, ne olur, bir kitaplıktan gerekli bilgileri buluver” deyince, Melih Cevdet kalkıp Beyazıt Kitaplığı’na gider.
“Müdüre 1920 yılının gazetelerini görmek istediğimi söyledim. Müdür, ‘İlgili memuru çağırayım,’ diyerek zile bastı. A… Biraz sonra içeri Âsaf Hâlet Çelebi girmez mi? ‘Emrediniz efendim!’ dedi müdüre. Durumu anlayınca da beni kendi odasına götürdü. (…) Beyazıt Kitaplığı’nda Âsaf Hâlet Çelebi’nin odasında çalışmıştım o gün. Ozan dostum bana boyuna müdürden yakınıp durmuştu. Ters davranıyormuş adam Çelebi’ye, belki de hatta işinden attırmak istiyormuş. Ben işimi bitirdim. Çelebi’ye veda edip çıkarken, kolumu tuttu, ‘Sizden bir ricada bulunabilir miyim?’ diye sordu. ‘Hayhay, buyurun!’ dedim. ‘Müdüre benim için, çok çalışkan bir memurunuz var, kendisinden büyük yardım gördüm, der misiniz?’ ‘Baş üstüne!’ Âsaf Hâlet Çelebi ceketinin önünü ilikledi, beni yerden temennalar ve iyiliğim için dualarla uğurladı.” (Melih Cevdet Anday, “Bir Şiirin Doğuşu”, Cumhuriyet, 12 Nisan 1982)
29 Aralık 1907’de doğan bu ilginç şair, 15 Ekim 1958 günü hayata veda eder. Ardında hâlâ süren bir “Om mani padme hum” tartışması bırakarak… (Meraklısına Not: Unutmadan söyleyelim; “Om mani padme hum” dizelerinin içinde geçtiği şiir olan “Sidharta”nın anlamı; ‘mırıldanılan bütün duaların kabul edildiği’ anlamına gelen Sanskritçe ‘Saravârthasiddha’ sözcüğünün kısaltılmışıdır. Peki, yeri göğü birbirine katan “Om mani padme hum” ne demektir? Bu söz gurubu, yine Sanskritçe olan bir çeşit duadır: “Lotus çiçeği içindeki mücevher… Yani Buda!”)
Ölümünün ardından, “Onun şiirleri soyut resim sergisi gibidir. Belli bir birikimi olmayan için saçmalıktır!” diyerek, bir çeşit özür dileyen edebiyat harâmileri, onu- bunu, ellerine geçirdikleri her şeyi tanımlama mengenesine sokup ezmeye devam etsinler; biz, şairin defin törenine gidelim.
16 Ekim 1958, Perşembe günü gömülür Âsaf Hâlet Çelebi: “Bir iki şair, hikâyeci, fıkracı, üç beş dost, akraba, Beylerbeyi halkından birkaç hayırsever. İşte hepsi bu… Ne çelenk, ne bando, ne mızıka… Sessiz bir gidiş bu… Gösterişsiz, sapsade… Fakirce, kimsesizce, öksüzce…” (İbrahim Minnetoğlu, “Âsaf Hâlet Çelebi İçin”, Yeditepe dergisi, Sayı: 166, 15 Kasım 1958)
En kısa tarafından anlatmaya çabaladığım Hamlet Âsaf Hâlet’ten başka, oyundaki diğer oyunculardan da söz edelim biraz. Daha önceki bölümlerde ‘Ofelia’ oyuncusu Fitne-Fücur Adalet Cimcoz’u anlatmıştık; şimdi sıra, ‘Erkek kraliçe’ Osman Zıt ve Polonius Bedri Rahmi’de!
Osman Zıt ya da gerçek adıyla Osman Altınay hakkında ne yazık ki çok bilgimiz yok. İlk olarak, 1947 yılında, Ferdi Tayfur’un hem çekip hem de oyuncu olarak görev yaptığı müzikal-güldürü olan ‘Kerim’in Çilesi’ filminde karşımıza çıkar Zıt Osman. Kerim ve Selim adlı ikiz kardeşin gülünç maceralarının anlatıldığı bir filmdir ‘Kerim’in Çilesi’. Osman Zıt; Hulûsi Kentmen, Tevhid Bilge, Aliye Rona, Suavi Tedü, Vahdi Ersin, Ferdi Tayfur, Cevat Kurtuluş ve Mümtaz Ener’le aynı seti paylaşmıştır bu filmde. (Belki dikkatinizden kaçmıştır; Mümtaz Ener’e yapılan jübile gecesindeki ikinci oyun olan ‘Naylon Nigâr’da oynayan dokuz oyuncudan dördü, bu filmde de vardır: Ferdi Tayfur, Hulûsi Kentmen, Tevhid Bilge ve Vahdi Ersin) Ancak; oyunculuğundan öte, daha çok 160 kiloluk gövdesi ve 1946 yılında, Edebiyat Fakültesi’nden arkadaşı olan ‘sıska’ Mehdi Özgürel’le birlikte kurduğu ve 1948’den sonra da radyo şovları yapan “Zıt Kardeşler” ikilisinden biri olarak hatırlanır Osman Zıt. Bir çeşit, Türkiye’nin ‘Laurel-Hardy’sidir Zıt Kardeşler. Zamanında çok sevgi görmüşler; Amerikalı meslektaşlarının yaptığına benzer sinema filmleri çekmişlerdir.
1950 yılında, oyuncu olarak görev aldıkları ikinci sinema filmi olan İstanbul Geceleri de bir güldürüdür ve dönemin en ünlü iki güldürü sanatçısıyla birlikte kamera önündedir Zıt Kardeşler: Sadri Alışık ve Vahi Öz’le! Kimler yoktur ki filmin kadrosunda: Hamiyet Yüceses, Müzeyyen Senar, Ziya Keskiner, Bayram Aracı, Jac Biçaci Balesi, diğerleri… 99 dakikalık İstanbul Geceleri filmini Abidin Doran yazmış, Mehmet Muhtar yönetmiştir.
İstanbul Geceleri’nde, yıldız sağanağı yüzünden her ne kadar geride kalmışlarsa da; 1953 yılında siyah-beyaz çekilen bir film, Zıt Kardeşler’in üstüne kuruludur: “Zıt Kardeşler Polis Hafiyesi”
Bu filmi; Nişan Hançer, Mehdi Özgürel ve Mehmet Muhtar ortaklaşa yönetmişlerdir. Mehdi Özgürel, yani Zıt Osman’ın ortağı, Zıt Mehdi! Oldukça kalabalık bir oyuncu kadrosuyla çekilen “Zıt Kardeşler Polis Hafiyesi” filmi, bir cinayeti çözmeye çalışan, hafiyeliğe merak salmış iki kardeşin gülünç öyküsünü anlatmaktadır. Bu filmde de ustaları yan yana görürüz: Feridun Çölgeçen, Meral Körmükçü, Sadri Karan, Temel Karamahmut, Şükran Suley…
Zıt Kardeşler’den Osman, 1962 yılına kadar sinema sektörünün aradığı biri olarak birçok filmde oynar. Bu filmlerden bazıları bugün bile hatırlanan çalışmalardır. Örneğin, “Hıçkırık” (1953), “Son Beste” (1955), Hulki Saner’in çektiği ve bir Belgin Doruk-Göksel Arsoy klasiği sayılan Bahçıvan ya da orijinal adıyla söylersek “Bir Demet Yasemen” (1961) ve 1962 yapımı “Gol Kralı Cafer” ilk aklıma gelenler…
1922 yılında, İstanbul’da doğar Osman Altınay. Edebiyat Fakültesi’ni bitirir. 1946 yılında, aynı fakülteden arkadaşı olan Zıt Mehdi’yle (Mehdi Özgürel) biraraya gelerek Zıt Kardeşler adıyla bir takım kurarlar. İkilinin kurduğu güldürü ortaklığı, o dönemin en yaygın iletişim aracı olan radyoda program yapma fırsatı yakalayınca da adları tüm ülkede duyulur. Radyoda, gerek yaptıkları kısa skeçler ve gerekse söyledikleri şarkılarla büyük bir üne kavuşan Zıt Kardeşler, radyoda güldürü programı yapan ilk şovmenler olarak geçerler Türkiye sanat tarihine.
Ancak bu ortaklık 1954 yılında biter. Ayrılan çiftten Mehdi Özgürel gazeteciliğe geçerken, Osman Altınay, 1962 yılında son filmini çekene kadar sinemadan kopmaz. Aşırı kiloları yüzünden sürekli kalbinden şikâyetçi olan Osman Altınay, 11 Ağustos 1971 günü geçirdiği kalp krizi sonucu hayata gözlerini yumar. 12 Ağustos 1971 günü, öğleden sonra Kızıltoprak Camiisi’nde yapılan defin töreninden sonra Bostancı’daki aile mezarlığına gömülür. Ölümünü küçücük bir sütunda bildiren Cumhuriyet gazetesi, sanatçının ardından çok kısa bir tümce yazar: “İlk mikrofon komedyenleri “Zıt Kardeşler”den Osman Zıt öldü.” (12 Ağustos 1971)
Osman Altınay’ın, jübile gecesi Kraliçe Gertrud rolünü oynamasına gelirsek; aşırı şişmanlığı ve dönemi içinde yıldızının parlak olması nedeniyle geceye katılımı arttıracağı düşünülmüş olmalı ki; bu rol ona verilmiş diye düşünüyorum. Teatral deyimle bir çeşit ‘satir’ yapıldığını! Kaba güldürüye dayalı bir hile, hepsi bu!
Ve sahne sırası Polonius Bedri’nin!
Nasıl anlatayım Bedri Rahmi’yi, neresinden başlayayım, bilemedim şimdi… O; herkesin gölgesinden bile işkillendiği DP döneminde, ‘öcü ilân edilen’ Köy Enstitüleri’nin kurucu babası İsmail Hakkı Tonguç’a, hem de çalıştığı Cumhuriyet gazetesinin sayfalarından selam açan delikanlı, o; evindeki kapı tutamacına bile desenler çizecek kadar tutkulu bir sanatçı, o; hiç bilmediği Romen dilinden bir ağıdı dinlerken hıçkıra hıçkıra ağlayacak kadar acının memleketi olmayacağına inanan insancıl değerlere sahip, o; dağı-taşı boyayan, yoksul Anadolu desenlerini UNICEF’e kadar götürmeyi başarmış ressam, o; şiirlerini ezbere bildiğimiz şair, o; Âşık Veysel’i tutup Sivrialan’dan, beyazperdeye taşıyan sinemacı, o… o, o Bedri Rahmi, şimdi de imecede sahneye çıkıp oyunculuk eden dost işte, nesini anlatayım!
Bedri Rahmi’nin tiyatroyla ilişkisi hakkında çok kayıt yok edebiyat tarihimizde. Belki de bu yüzden; arşivde, Mümtaz Ener’e yapılan jübile gecesinin programını incelerken, Bedri Rahmi’nin adını oyuncu olarak gördüğümde, kalbim güp diye yerinden çıkacakmış gibi oldu, aklım gitti. Aynı güneşe bakan çocuklardan biri olarak, Shakespeare’le Bedros’u biraraya getiren bu aydınlık gecenin ayrıntılarını, zaman kaybetmeden siz öteki çocuklara anlatmak istedim. Bilmenizi isterim ki; bir gazete ilânının peşinden çıktığım bu uzun, bu yorucu yolculuğun sorumlusu Bedri Rahmi’dir aslında.
Shakespeare’le, Bedri Rahmi’nin yolu daha önce de kesişmiştir. Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’nde!
Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun, 1 Şubat 1954 günkü Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan “Köy Enstitüleri’ne Selam” başlıklı yazısında şöyle bir bölüm vardır:
“Bir gün Ankara’nın yanı başındaki Hasanoğlan Köy Enstitüsü’ne gitmiştik. Burada gördüklerimin yalnız birkaç sahnesini size anlatacağım. Okulun kocabaş hayvanlarını barındıran ahırda bir çocuk gördüm. Gece nöbeti ona düşmüş, elinde bir kitap vardı, dalmıştı. Shakespeare okuyordu. Okuduklarının nasıl kavradıklarını da ertesi günü oynadıkları piyeste gördük. Ben ömrümde bu kadar güzel tiyatro seyretmedim dersem eş dost gücenmesin... Üç kardeşimin de köy enstitülerinde öğretmen olmasıyla öğünüyor, her fırsatta arı kovanı gibi işleyen yuvalara uğramak için can atıyorum.”
İyi bir izleyici olan Bedri Rahmi’nin tiyatroyla ilişkisi sadece bu kadar da değildir. Örneğin; 1946 yılında, Ankara’daki Opera Sahnesi’nin giriş kapısının üstüne “Kız kaçırma” konulu freski yapan sanatçı da odur. Kültür Bakanlığı binasının karşısındaki yapı, Ankara’daki tek opera salonudur. Ayrıca “Büyük Tiyatro” adıyla Ankara Devlet Tiyatrosu için bir tiyatro sahnesi olarak da hizmet verir.
Cumhuriyetin ilk yıllarında “Sergi evi" olarak tasarlanıp inşa edilen ve daha sonrasında tiyatro ve opera gösterileri için kullanılmaya başlanan Ulus’taki binanın yapım süreci 1931 yılına kadar uzanır. Projesi, Cumhuriyet döneminde açılan ilk uluslararası yarışmayla belirlenen yapıyı, Mimar Şevki Balmumcu tasarlamıştır. O dönemin parasıyla 310 bin liraya mal olan binanın inşaatı 1935'te tamamlanır. Sergi evinin operaya dönüşümü ise 1946 yılında Milli Eğitim Bakanlığının kararından sonra Alman Mimar Paul Bonatz’ın mimari projesiyle 1948’te tamamlanır. (Meraklısına Not: O dönem Milli Eğitim Bakanı, 28 Aralık 1938 – 05 Ağustos 1946 yıllarında görev yapan Hasan Âli Yücel’dir.)
2 Nisan 1948 akşamı açılışı yapılan Opera, tarihi bir gün yaşar: Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası, Adnan Saygun, Necil Kâzım Akses, Ulvi Cemal Erkin ve Cemal Reşit Rey’in eserlerinden oluşan müthiş bir repertuarla açılış konseri verir. Ardından “Kerem Operası” sahneye çıkar.
1951 yılında, Demokratların yılbaşı partisi yapmak için Muhsin Hoca’dan sahne istemeleri üstüne; “Burası gazino değil, tiyatrodur” diyen Hoca, Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğünden ayrılıp İstanbul’a gider. Orada, Yapı ve Kredi Bankasının desteğiyle, Beyoğlu’ndaki Atlas Sineması Pasajı’nın asma katında, 295 koltuklu bir tiyatro kurar Muhsin Ertuğrul: Küçük Sahne’yi! İşte bu, iktidarla sanatçı kavgasının kıvılcımından doğan Küçük Sahne’yi de desenleriyle süsleyen yine Bedri Rahmi’dir.
Sözü çok uzatmaya gerek yok aslında! Bedri Rahmi; içinden Anadolu fışkıran türkülerin, ninnilerin, kilimlerin, desenlerin, insan olmakla eşit olmak gerektiğine inanmış Anadolu köylülerinin; büyük şehirlerde oturan kimi vefasız egemenlerin elinde oyuncak olmasına, bunu yapan kepazeleri topluma, yabancı memleketlerdekilere, havadaki kuşa, topraktaki solucana, denizdeki balığa, hatta Allah’a anlatmanın bir sanatçının hem görevi hem de borcu olduğuna inandığından; bu borcu unutanlara, kulakarkası yapanlara, iş zamanı ortadan sıvışanlara, sadece laklak edenlere, kurnazlık yapanlara; kalemle, replikle, fırçayla, notayla karşı koymak gerektiğine, insanlar arası eşitsizliğin ancak sanatçıların vazgeçmez çalışkanlıklarıyla, hep bu imecenin gücüyle giderilebileceğine çocuk sesleriyle dolu kalbinden inandığı için belki; belki de sırf bu yüzden, Mümtaz Ener’in jübile gecesine en önde koşarak giden o olmuştur. O tüm kalbiyle bilir ki; insan dostu olmadan mutlu olamaz ama mutsuz olmadan da dostundan emin olamaz. Dostun derdine bu yüzden koşarak gider! Darısı başımıza!
O kadar heyecanlı biridir ki Bedri Rahmi; eminim, sahnede heyecandan dizlerini zangır zangır bir titreme tutmuştur. Repliğini unutmamak için gözlerini sımsıkı yummuştur. Şairdir, repliklerinden kuşlar uçmuştur; ressamdır, Shakespeare replikleri, onun sesinin donunu giyince Anadolu kokmuştur; hah, tek eksik oyuncu olmaktı, o da tamam; Polonius Bedri o güne dek şahtı, şimdi şahbaz olmuştur.
“Niçin köylünün bir avuç kelime ile söylediği türkü dağları deler bize kadar gelir de, bizim şiirlerimiz, bir türlü ona kadar ulaşamaz? Niçin köylüden aldığımız kadarını köylüye veremiyoruz? Tereyağına karşılık mazot, buğdayına karşılık çikolata, arpasına çavdarına elektrik, halayına horonuna, sazına türküsüne karşılık da sinema, tiyatro, roman verebildiğimiz gün güzel bir alışveriş olacak!”
Devamı Var