Geçtiğimiz hafta sizlerle bu sütunda buluşamadık. Nedeni de Kurban Bayramı ile yıllık iznimin bir bölümünü birleştirip Doğu Karadeniz turunda olmamdı. Bir karış boş toprak göremediğiniz, fındık ve çay bahçeleri ile zirvelere tırmanan zümrüt ormanlarla kaplı yemyeşil bir coğrafya. Sıcaklık derseniz Karadeniz kıyısında 25’i geçmiyor. Yaylalara tırmandığınızda da 10’lara kadar düşüyor.

Ulu Önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Kurtuluş Savaşımızı başlattığı Samsun’dan başladık turumuza. Ordu, Giresun, Trabzon, Rize, Artvin ve ver elini Batum. Karadeniz’in hırçın dalgalarının çırpınışları arasında, zaman zaman Ayder, Uzungöl, Pokut, Sal yaylalarını gördük. Sümela’yı da ziyaret ettik.

Gürcistan’ın Batumi’si ise bambaşka. Sınırdan çipli kimlik ve bir belge doldurarak geçtik. Korkumuz eli kulağında artırılması beklenen Yurt Dışı Çıkış Harcı idi. Şansımızdan karar çıkmadı. 150’şer lira ödeyerek geçtik. Şayet artırılsaydı kişi başı bin 500 veya 3 bin lira ödemek zorunda kalacaktık ki, eyvah ki eyvah. O zaman ne yapardık bilemem.

Bizim “Batum”, Gürcülerin ise “Batumi” dediği kentte Sovyetler döneminden kalma binalar tamamen korunmuş. Binalara dışarıdan baktığınızda yıkık dökük zannedersiniz ama içlerinin çok modern olduğunu söylüyorlar. O binalarla iç içe onlarca gökdelen. Hem çok katlı hem de çok büyük. Eskileri, geçmişi unutmamak için koruyorlarmış. Helal olsun. Bizde olsa çoktan yıkılıp yerlerine gökdelenler dikilmişti bile.

Altı gün süren bu turun son günü Batum’dan başlayan sağanak bir yağmura yakalandık. Karadeniz’in yağmuru da bir başka oluyormuş. O kadar yoğun yağmasına rağmen, deniz kenarındaki kentte bir tane su birikintisi görmek mümkün olmadı. Bizim Karadeniz kentleri ise derelerin kenarlarına kurulu bulunduğunda sularla göl haline gelmiyor. Böylece Karadeniz’in hem güneşli hem de yağmurlu havasını yaşayarak İzmir’e döndük.

Uçaktan İzmir’e iner inmez o bunaltıcı sıcak vurdu yüzlerimize. İçimizden “Keşke Karadeniz’de kalsaydık” diye hayıflandık ama nafile. Anılarla Karadeniz geride kalmıştı. Bir daha nasip olur mu, ne zaman olur Allah bilir. Yörenin sıcak kanlı ve sevecen insanlarına buradan bir kez daha bize gösterdikleri misafirperverlikten dolayı teşekkür ediyoruz.

Karadeniz’in o güzellikleri henüz dilimizden düşmeden, İzmir’de üzerimize dumanı ve ateşi ile kabus gibi çöken orman yangınlarıyla karşılaştık. Menderes, Kuşadası, Çeşme, Urla ve diğerleri. Hele hele Kuşadası-Selçuk arasındaki o ağaçlandırılmış zümrüt ormanlarımız artık karalar bağlamışçasına öylece bizlere bakıyor. O yangınları söndürmek uğruna, havadan ve karadan var güçleriyle mücadele eden yüzlerce işçi, ormancı, belediyeci ve AFAD görevlisi canla başla çalıştı. Allah onlardan razı olsun.

Hemen hemen her yıl tekrarlanan bu manzara, yüreklerimizi dağlıyor. Bu yangınlar neden çıkıyor? Neden çıkmasının önüne geçilemiyor? Bu yangınları aynı gün ve aynı saatlerde çıkartanlar mı var? Bu soruların cevaplarının bir an önce bulunması gerekiyor.

Her yıl 1 Haziran’dan itibaren “ormanlara giriş yasağı” getiriliyor. Anlaşılan bu yasak yetmiyor. “Anız yakmak” yasaklanıyor ana yine de yakılıyor. Yollardan geçerken “sönmemiş sigara izmariti atmayın” uyarısı yapılıyor ama adam arabasının camından izmariti fırlatıp atıyor. Ve tüm bu tehlikeli hareketler neredeyse cezasız kalıyor. Kısacası daha caydırıcı cezalarla bu felaketlerin önüne geçilmesi gerekiyor.

Birkaç cümle de orman yangınlarıyla mücadele ederken, Torbalı Ayrancılar’da yaşanan tüp patlaması faciasına edelim. Burada da soru işaretleri var. Neden sanayi tüpü? Neden 8 katlı 16 daireli bir apartmanın altında tehlikeli bir işyeri? Kim denetliyor. Denetlendi mi? 5 vefat, 60’ın üstünde yaralı var. Evler ve dükkanlar perişan. Şimdi ne olacak? Kafalarda deli sorular. Ah bu cennet vatana ne yapıyoruz biz!