Bugün 3 Haziran. Nâzım’ın ölüm yıldönümü… 60 yıldır aramızda değil usta… Birçok yerde onunla ilgili anmalar, sergiler ve toplantılar yapıldı. Nâzım yüceltildi. Anıtlaştırılıp, hayranlık kulesine hapse...
Bugün 3 Haziran. Nâzım’ın ölüm yıldönümü… 60 yıldır aramızda değil usta… Birçok yerde onunla ilgili anmalar, sergiler ve toplantılar yapıldı. Nâzım yüceltildi. Anıtlaştırılıp, hayranlık kulesine hapsedilerek, onu duymamızı zorlaştırdı birileri gene... Bunu yapanların, ölüm yıldönümünde neden böyle bir yazı yazdığımı anlayacaklarını zannetmiyorum. Çünkü, onun dünyanın neredeyse her dilinde okunan şiirlerinin arkasında bir insan olduğunu kabullenmekte güçlük çeker bu tip insanlar. Onu insanüstü bir yaratık falan sanıyorlar herhalde? O bir devdir ya, mavi gözlü bir dev... Oysaki nasıl anlatmalı bilmem, o mavi gözlü dev; sevdi, ağladı, hapis yattı, inat etti, namuslu bir kavga verdi ömrünce, küfretti, aldattı ve kıskançlıktan çılgına döndü bazen. Gel de sonunda güzelleme yapmadan bunu anlat birilerine! O, bazı kadınları çok sevdi, doğrudur, onun sevdiği kadınlardan kat be kat fazla kadın da onu çok sevdi, bu da doğrudur... Sonra küçük oyunlar yaptı Nâzım, yıllar sonra bulsunlar diye eşine dostuna armağanlar alıp sakladı sağa sola. Bir çocuk gibi... Hatta öldüğü gün bile bir yerlere saklandığını sanmadı mı son eşi Vera Tulyakova Hikmet? Onun, giriş kapısına yığılıp kalan cansız bedenini görmeden, banyoya, mutfakta dolapların arkasına bakmadı mı onu bulmak için? Ah Nâzım ah! İlahi sana! Ölme sen, e mi!
“Öldükten sonra yarım saat için uyanmak isterdim, bana bunca acı çektiren yüreğimi görmek, bir de senin ağlayışını işitmek için” diyordu Nâzım, Vera’ya ölmeden bir gün önce... Nâzım bunu göremezdi elbet ama Vera, o acı güne dair gördüklerini yazdı yıllar sonra... Kalbinde inceden ince bir sızı, tarihe çakılı son sözler ve ancak bir dostun anlayabileceği, samimi bir insanın, Nâzım’ın son gecesini anlatarak, büyük bir kalıt bıraktı bizlere. Büyük bir sancı...
2 Haziran 1963 Pazar günü, Vera Tulyakova, aslında Nâzım’dan istenen ama Nâzım’ın Vera’ya yazması için verdiği çocuk oyunuyla ilgili son düzeltmeleri yapmaktadır. Oyunun adı “Turnalar”dır ve 2 Haziran 1963 günü, saat en geç 12’de, Merkez Çocuk Tiyatrosu’na bu oyunu teslim edeceğine dair söz vermiştir Vera... Oyun, Hiroşima’da yanıp küle dönen çocuklardan ve onların yaptığı kâğıttan turnalar masalını konu etmiştir. Bu turnalardan bin tane yapıldığında, ölen birinin canlanacağını anlatan bu masal, insanlık tarihinin en utanç verici olaylarından, atom bombasının yarattığı büyük travmaya dikkat çekmek için hazırlanmaktadır aslında. Oyunda Nâzım’ın ünlü “Kız Çocuğu” şiiri de vardır.
“Kapıları çalan benim / Kapıları birer birer / Gözünüze görünemem / Göze görünmez ölüler”
2 Haziran 1963, Pazar günü, Nâzımların evi, bir zamandır onarımda olduğundan her şey her yerdedir. Camlar perdesizdir ve içeride ağır bir boya kokusu vardır. Duvarlar boş, üstleri örtülmüş tablolar duvar diplerine dizilmişlerdir. Evin hiçbir cazibesi yoktur o gün.
Vera, önce yazdığı oyunu Merkez Çocuk Tiyatrosu’na bırakıp, oradan da annesinin yazlığına giderek kızı Anyuta’yı görmek için öğle saatlerinde ayrılır Nâzım’dan... Nâzım’ın da verilmiş bir sözü vardır; Naum Mar adlı genç bir Rus gazetecinin yayımlanmak üzere olan kitabına yazdığı önsözü Rusçaya çevirtmek için, dostu, çocuğu gibi sevdiği çevirmeni Ekber Babayev’in evine gitmek üzere yola düşer Nâzım. Naum Mar’ın kitabı, çeşitli uluslardan önde gelen elli toplum lideriyle yaptığı konuşmaları içeren bir kitaptır. Nâzım’ın yazdığı önsözün başlığı “Yeni Dünyanın Destanına Önsöz”, önsözün altındaki tarihse, 1 Haziran 1963’tür. Bu Nâzım’ın yazdığı son yazıdır aynı zamanda. Peki ne anlatır bu yazısında Nâzım? Bunu da Refik Durbaş’ın bir yazısından öğreniyoruz: “Nâzım Hikmet, Mar’ın kitabı üzerine düşüncelerini aktarırken gazete yazarlığının da bir sanat olduğunu vurguluyor, bu arada Türk edebiyatı hakkındaki düşüncelerini satır aralarına yerleştiriyor: “Türk okurlar Doğu Anadolu’yu (...) en seçkin çağdaş Türk yazarlarından biri olan Yaşar Kemal’in röportajları sayesinde öğrendi. Onun röportajları gerçek yaşamı yansıtan film karelerinden ibaret değildir sadece, aynı zamanda sanat değeri yüksek birer tablo gibidir.”
Nâzım, Ekber Babayev’in evinde fenalaşır. Ama çok sevdiği Babayev’i telaşlandırmamak için biraz uzanıp, ağrılarının geçtiğini söyler oğlu gibi sevdiği çevirmenine. Ağrısının geçtiğini ama biraz bitkin olduğunu... Sonra da Babayev’i etkilemek için, “Şimdi tamamen düzeldim. Yarın polikliniğe gidip bir kan tahlili ve elektrografi yaptıracağım” der.
Akşam saat 20 civarı evlerine döner Nâzım ve Vera... Vera’nın annesinin gönderdiği böreklerle birlikte çay içerler. Nâzım, gündüz saatlerinde fenalaştığını şimdi de çok iyi hissetmediğini söyler Vera’ya. Evin içinde dolanıp durmaktadır. Sonra konuk odasına geçip televizyonu açarlar. Bükreş’ten yayın yapan bir kanalda, Romenlerin bir caz gurubunun programı vardır ekranda. Bir süre sonra, yorgun Nâzım, yavaşça Vera’nın dizi dibine oturur ve onun elini tutarak, “Veracığım, gel tabloları evinde nereye asacağını düşünelim” der. Vera şaşırır: “Neden sadece benim ‘evime’ymiş Nâzım?” Nâzım sakindir; “Çünkü” der usulca, “çünkü uzun süre kalamayacağımı hissediyorum burada... Ama sen o-hooo! Öyle çok yaşayacaksın ki daha! İşte bu nedenle öyle söyledim. Bağışla, canım benim...”
Vera ağlamaya başlar aniden. Sarsılmıştır bu konuşmadan. Zaten yorgun ve bitkin olan Nâzım’ın böyle konuşmasına içerlemiş, üzülmüştür. Nâzım, rüzgârdan bile kıskandığı Verasının ağlamasına dayanamaz ve özür dilemeye başlar: “Seni üzmek istememiştim Veracığım. Bu düşünceye kendini alıştırmanı istiyorum, o zaman daha kolay karşılarsın. Bir gün olacak bu iş, yarın değil kuşkusuz, bir ay sonra da değil. Belki bir yıl sonra bile değil! Söz, iki yıl yaşamaya çalışacağım... İnan bana, iki yıl, söz! Göreceksin bak!” Neşelenmiştir Nâzım, şakalar yapıp Vera’nın kederini azaltmaya çalışır sonra. Müzik dinlemeye başlarlar. Aniden, Nâzım, “Bağışla beni” diye Vera’ya döner yüzünü: “Bağışla beni, kıskançlığımla çok üzdüm seni. Şimdi öyle utanıyorum ki... Ne aptalmışım. Bağışlayacaksın beni, bağışlayacaksın değil mi? Şimdi artık o kadar güç değil benimle yaşamak, ha? Bütün o aptallıklarım için bağışla beni Veracığım, olur mu, bağışlıyorsun değil mi?”
Vera her şeyi unuttuğunu, kendisini bağışladığını söyleyinceye kadar da bırakmaz yakasını sevdiğinin. O sırada, akşamın ileri bir saati olmakla beraber, alışmadıkları bir şey olur; kapılarının zili çalar. Şaşırsalar da, kapıyı açar Nâzım. Gelen komşularının küçük çocuklarıdır. Yanlışlıkla kendilerine gelen gazetelerin arasına, Nâzım’a gönderilmiş bir mektup karışmıştır. Nâzım teşekkür edip mektubu alır komşunun çocuğundan. 19 Mayıs 1963 tarihli bu mektup, İngiltere’den gelmektedir, Yaşar Kemal’den... Hills Road, Cambridge 238... Nâzım, okuyacağı son mektup olduğunu bilmeden, heyecanla açar gece gelen mektubu.
“Ustam Nâzım, aslan baba! Ay başında ayrılıyorum buradan, bir hafta Paris’te kalacağım, sonra Macaristan’a geçeceğim. Böylece, sizin de istediğiniz gibi 15 Haziran’da Budapeşte’de görüşebiliriz. Benim kararım ve önerdiğim program bu (...) Sütten ağzı yananın yoğurdu üfleyerek yemesi gibi ve bir kere yandığım için, Tanganika işinde olduğu gibi, Macaristan’da da görüşemeyeceğiz belki diye düşünüyorum (...) Beni ve bazı arkadaşları gazeteden attıklarını bilmem işittiniz mi? (...) Bence Türkiye’nin durumu oldukça karışık. Korkunç acımasız ve fırsatçı bir burjuvazi palazlanıyor. Gözünü hırs bürümüş bir burjuvazi! Benim ev sahibi de evini hemen boşaltmam için ‘ültimatom’ gönderdi. Bir Avrupa’ya çıkayım dedim, hem evsiz, hem işsiz kaldım. Neyse, bunları bırakalım şimdi, yakında ayrıntılı olarak konuşuruz. Bütün bunların çok önemli olduğunu da düşünmüyorum. Türkiye’ye dönünce hepsini yoluna koyarım. Gelinimiz nasıl? Siz yazıyor musunuz? (...) “
Nâzım, Yaşar Kemal’den gelen bu mektupla dirilmiştir sanki. Ertesi gün gideceği doktor randevusunu bile hiçe sayıp, “Canı cehenneme, Macar konsolosluğuna gitmeli, Yaşar’ın kâğıtlarını çabuklaştırsınlar” diye diye, ertesi sabah 9 için Cambridge’e bir telefon konuşması yazdırır: “Bay Kemal – 47509”. Bir yandan, dağınık duran kitaplarının, gazetelerin içinde Yaşar Kemal’in kitabını aramakta, bir yandan sürekli konuşmaktadır Nâzım.
“Ah, zavallı evlat, zavallı oğlum, cezalandırıyorlar onu. Gördüler ki güçlü, başına buyruk oldu delikanlı. Hiç önemi yok, bütün güçlüklerin üstesinden gelecektir. Eminim buna. Belli oldu artık. Harikulâde bir ağaç gibi gelişti yeteneği ve şimdi insanlar zevkle tadına bakıyorlar yemişlerinin... Çok seviniyorum, çok.”
Aradığı kitabı, İnce Memed’i bulamaz Nâzım. O ara Vera uyumaya gider. Nâzım da aramayı kesip, televizyonda son haberleri izlemeye diğer odaya... Yarım saat geçmeden Nâzım, Vera’nın yanına gelir. “Kalk Veracığım, kalk da parka gidelim, kestane ağaçlarının altında otururuz. Baştan aşağı çiçek içindeler. Ev boya kokuyor, çok boğucu bir hava.”
Vera pencereden dışarı bakar, karanlıktır. Nâzım’ın coşkun çağrısını kırmaz ve üstüne büyük bir şal, ayağına terliklerini geçirip, dışarı çıkar Nâzım’la. Nâzım, orada sıradan bir oturağın üstünde havadan-sudan konuşur Verasıyla. Sakin bir sesi vardır. Sabaha kadar konuşurlar. Annesi, hapis günleri, sabırsızlığı, hayata ve kavgasına olan tutkusu,memleket hasreti, heyecanı, düş kırıklıklarıdır Nâzım’ın anlattıkları. “Biz komünistler sabırsızız biraz. İnsan bilincinin gelişme sürecini çabuklaştırmak istedik ömrümüzce. Fakat bir baba çocuğunun doğumunu ne kadar çabuklaştırmayı hayâl ederse etsin, yine de dokuz ay beklemek zorundadır. Yoksa düşük olur.”
Sanki bir umutsuzluk hali vardır anlattıklarında Nâzım’ın. Bir yorgunluk, bir bitkinlik hali... Sesi bile yorulmuştur ağzının içinde. Anlatabildiklerini anlatır şair... Bir yandan çiçek açmış kestane ağaçları dinler onu, bir yandan gözünden uyku akan Vera...
Sonra gün aydınlanmaya başlar. Aydınlanan gün, 3 Haziran 1963, Pazartesi sabahıdır. Eve dönerler. Vera yatağına uzanır. Nâzım yatağın kenarına oturur ve rahat uyuması için Vera’ya, ‘Siba’ markalı uyku ilacından bir tane verir. Vera uyuduktan sonra Nâzım da uzanır yanına. Uyurlar.
“Her zamankinden erken kalktım sabahleyin, güneş uyandırmıştı beni. Perdeleri asılmamış pencerelerden doğruca gözlerime geliyordu. Ev sessizdi. Kalkmadım. Seni uyandırmak istemiyordum. On beş dakika sonra kutumuza sabah postasının konduğunu işittim, saat 7.20’ydi. Sabahları tıkırdamasın diye kapağını özel olarak çıkarmıştım onun, fakat sen yine de her sabah posta kutusunun önündeki kıpırdanışlardan uyanır, uykunda bile kaçırmaktan korkardın bu anı. Beş dakika sonra sıçrayıp kalktın ve koşarcasına fırlayıp gittin kapıya doğru. Seslenmek istedim arkandan, fakat sustum, azıcık daha kestirmek istiyordum. Dönmedin. Bir dakika geçti, iki dakika – nedense kapıyı açıp girmiyordun ve kuşku uyandırıcı bir sessizliğe bürünmüştün. Azıcık daha yattım, sonra kalkıp yine de nereye saklandığına bir göz atmaya karar verdim. Kalkıp mutfağa gittim, bir şey ya da belki bir sigara içmek istemiş olabileceğini düşünüyordum. Yoktun orada. Banyo kapısını açtım, tuvaleti açtım ardına kadar, ansızın korkunç bir duygu kapladı içimi. Öyle korkunç bir duygu ki, sanki kaynar, kızgın sular dökülüyordu başımdan aşağıya... Koridora fırladım ve askılığın yanında, yerde gördüm seni. Sırtınla kapıya yaslanmış, elinle yere dayanmış, bir bacağını Türk usulünce altına almış, ötekini hafifçe ileriye uzatmış, oturuyordun. Beyaz ve alışılmadık biçimde sakin yüzünün anlatımından daha ilk saniyede anladım ölmüş olduğunu.”
Yine de konuşmaya çalışır Vera Nâzım’la... Yanıt alamayınca, sevgili dostları Ekber Babayev’in sevgilisi Tosiya gelir aklına. Telefonu kaldırır ve çok kısa konuşur Vera: “Tosiya, Nâzım öldü!”
Tosiya, “Olamaz!” diye çığlık atar. Bunun üzerine telefonu elinden bırakıp, bir kez daha kapı eşiğine bakar Vera. Sonra geri gelip, “Evet, öldü!” der Tosiya’ya.
“Nesneler ağırlıklarını yitirdiler. Ayaklarımın üzerinde duramadığımı anımsıyorum. Ve ayaklarım beni dinlemedikleri için değil; sanki büsbütün yoktu onlar. Ve ben kapılara, eşyalara çarparak yürüyordum odalarda, ama oturmayı akıl edemiyordum.”
Botkinskaya Hastanesi’nden bir kalp çalıştırma ekibiyle, Kremlin Hastanesi’nden bir ilk yardım ekibi gelir eve. Kocaman, beyaz renkli bir sağlık otobüsüdür gelen. Daha araba durmadan, beyaz gömlekli sağlıkçıların, arabadan aşağı atladıklarını görür Vera. Sağlıkçılar telaşla 12 numaralı daireyi sormaktadırlar. Vera, balkondan bağırır: “12 değil, 112 numaraya... buraya, bu eve gelmelisiniz!” Gelenler, balkona doğru bağırırlar: “Biz, 12 numaraya geldik, size de gelecekler, bekleyin!”
Kısa bir süre sonra, sağlıkçılar Vera’nın olduğu daireye gelirler koşarak. Ama içeri giremezler. “Neden girmiyorsunuz?” diye sorar Vera. Aldığı yanıt kısadır: ”Kenara çekin onu!” ... “Onu mu?”
Nâzım’ı konuk odasındaki divana taşır sağlıkçılar. O sıra Kremlin Hastanesi’nden birkaç doktor da gelmiştir. Doktorlar Nâzım’ın cansız bedenini dinleyip, kontrol ederler. Sonra onlardan biri Vera’ya sorar: “Genç bayan, karısı nerede ‘bu’nun?” “Karısı benim” “Genç bayan, anlamadınız herhalde. Ölünün karısı nerede diye soruyorum?” “Karısı benim” Doktor ısrarla anlamaz ya da kabullenmez Vera’nın Nâzım’ın eşi olduğunu. Vera hiçbir şey demeden dışarı çıkar.
Çok geçmeden aynı kadın doktor, Vera’yı yakalayıp,”Nâzım” adının nasıl yazıldığını sorar. Vera yanıtlar ama doktor bir türlü anlamaz. Dönüp dönüp bir daha sorar. En sonunda patlayacak kadar üzgün olan Vera, sehpanın üstünde duran bir şiir kitabını uzatır doktora. Doktor sormayı kesip, kitabın üstünden “Nâzım”ın adını evrağa yazmaya başlar. Bu sıra aynı hastaneden gelen diğer kadın doktor yanına gelir evrağı işleyen doktorun. Bir yandan, yapmaları gerekenleri yaparken, diğer yandan sözü birbirlerinin ağzından alarak, katıldıkları bir konferans sırasında geçen gülünç bir olayı anımsayıp gülüşmeye başlarlar. Yanıbaşlarında Nâzım kıpırtısız yatmaktadır.
İşlerini bitiren sağlıkçılar çıkarken, kimin aklına geldiyse, biri: ”Yalnız kalmaktan korkar mısınız?” diye sorar Vera’ya. “İsterseniz birileri gelinceye kadar bekleyelim?”
O sabah ağlamaz Vera. Ta ki, Nâzım’ın evladım dediği, Azeri balası Ekber Babayev’in gırtlağını yırtıp çıkan o acıdan dokunmuş korkunç sesi duyuncaya kadar...
Nâzım, 3 Haziran sabahı, o kapı eşiğinde, yere dayalı elinin yanıbaşında posta kutusu anahtarı olduğu halde, üstelik güneş de doğmuşken, apartmanın otomat elektriğini yakmış olarak çekilip gitti dünyadan. Giderken bile aydınlık arıyordu sanki? Sizin de çınnnnn etti mi yüreğinizde bir nokta?