‘İlk Tiyatro Dersi’, ardından ‘Gülmeyen Çocuk’ derken; 1936/37 sezonunda Şehir Tiyatrosu, iki yeni çocuk oyunuyla seyircisini karşılayacağını duyurur. Bunlardan biri Afif Obay’ın “Fatmacık”, diğeri de...
‘İlk Tiyatro Dersi’, ardından ‘Gülmeyen Çocuk’ derken; 1936/37 sezonunda Şehir Tiyatrosu, iki yeni çocuk oyunuyla seyircisini karşılayacağını duyurur. Bunlardan biri Afif Obay’ın “Fatmacık”, diğeri de Halit Fahri Ozansoy’un yazdığı “Doğan’la Selma” isimli çocuk oyunlarıdır.
Yazımızın bu bölümünde, konusunu son derece cesur ve iddialı bulduğumuz için ‘Fatmacık’ adlı oyun üzerine birkaç laf etmekle yetineceğiz. Oyunla ilgili ‘tuhaf’ denecek bir değerlendirme yazısını sizinle paylaşacağım. ‘Fatmacık’ı, çocuk tiyatrosu tarihimizde özel kılan başka bir yeteneği daha vardır, söylemeden geçmeyelim. Sabih Gözen’in yazdığı ve 1942/43 sezonunda 55 kez oynayan “Işıksız Ada” oyunundan sonra, çocuk tiyatrosu tarihimizin, bir sezonda 32 kez oynayarak, en fazla sahne alan ikinci oyunudur ‘Fatmacık’.
“Her zaman büyüklerin tiyatrosuna gidecek değilim ya, geçen gün de çocuk tiyatrosuna gittim. Fransız Tiyatrosu’nun kapısı hınca hınç kalabalıktı. Çocuklar üçer beşer, bazen de tabur halinde muallimleriyle beraber tiyatroya giriyorlar. Sevinçleri yüzlerinden okunuyor. Hepsi neşe içinde (…) Fransız Tiyatrosu yedi yaşından on beş yaşına kadar kız, erkek, boy boy çocuklarla doluydu. Tiyatronun kapısından itişe itişe giriyorlar. Ön sıralarda yer kapmak için koşuşurlarken birbirlerine çelme takıyorlardı. Boyları pek küçük olan ufak çocuk sahneyi daha iyi görebilmek için koltukların üzerine çıkmışlar, ayakta duruyorlardı.
Perde çocukların çılgın alkışlarıyla açıldı. “Fatmacık” isimli bir eser oynanıyor. Sahne çok sevimli, bir köy evinin içerisini görüyoruz. Odanın hemen yanındaki ahırda iki öküz ikamet ediyor. Başlarını dışarıya çıkarmışlar, seyircilere hayretle bakıyorlar. Fatmacık’ın ailesi de beri yanda… Fatmacık bir sürü çocukla şakalaşıyor.
Şeytan gibi, zeki bir kız olan Fatmacık, bu evin üvey kızıdır ve annesinden her fırsatta bol bol dayak yemektedir. (!)
Fakat müthiş bir hadise var. Fatmacık’ın babası Mustafa Ağa’yı eşkıyalar dağa kaldırmışlar, 200 lira göndermezlerse öldüreceklerini bildiriyorlar. Nihayet 200 lira tedarik edildi. Fakat dağ başındaki azgın haydutlara bu parayı kim götürmeye cesaret edecek? Tabii ki ilk akla gelen Fatmacık oluyor. Nasıl olsa üvey bir kızdır. Öldürürlerse de ne olacak sanki… (!)
Fatmacık çok iyi kalpli ve cesur bir kız olduğu için parayı koynuna koyuyor, fenerini yakıyor, şarkılar söyleye söyleye yola düzülüyor. Dağlardaki bütün hayvanlar iyi kalpli Fatmacık’ın haline acıdıkları için ona yardım ediyorlar.
Bir karakuş Fatmacık’ın aradığı haydutların nerede olduğunu anlamak için uçuyor. Avcılar tarafından kafasından yaralanan iri bir boz ayı Fatmacık’ı himayesine alıyor. Fatmacık da bu iyiliğe mukabil boz ayının yarasını tedavi ediyor.
Bu arada muhtelif eğlenceli tablolar var. Hava rasadatı ile meşgul olan bir metre sakallı müneccimle, cahil bir köylü çocuğuna barometre, sismograf hakkında istifadeli malûmat vererek onun batıl itikatlarını dağıtıyorlar. “Evvela okumak öğren, yoksa adam olmazsın” diyorlar. Cahil köylü, çocuklara bu tavsiyenin faydalı bir şey olup olmadığını soruyor. Çocuklar hep bir ağızdan: “Doğrudur. Köy mektebine git!” diye bağırıyorlar.
Ayının sırtında eşkıyaları arayan Fatmacık, müneccimlere babası Mustafa Ağa’nın nerede haydutların eline düştüğünü soruyorsa da, yalnız yıldızların nerede olduğunu bilen müneccimler katiyen cevap veremiyorlar. Bu arada köylerde film çevirmek için dolaşan gruplar birçok gariplikler yapıyorlar.
Nihayet Fatmacık eşkıyaları buluyor. Bu azılı haydutlara doğru yolu göstererek, insanlar arsına karışmalarını tavsiye ediyor. Kalplerini yumuşatarak babasını kurtarıyor. Hep beraber köye dönüyorlar, ziyafetler, oyunlar, eğlencelerle vakit geçiriyorlar. Fatmacık’ın sadık dostu boz ayı sevimli danslarıyla çocukları katıltıyor.(?)
İyi kalpli Fatmacık köyün gözbebeği oluyor.
Gördünüz mü mevzu ne kadar sevimli! Müşteriler (!)
gayet memnun, şarkıları artistlerle beraber söylüyorlar, dakikalarca el çırparak, ayak vurarak oyunları tekrar ettiriyorlar. Nerede ise sahneye çıkıp beraber oynayacaklar. O kadar coşuyorlar ki, el çırparken heyecana gelip, arada bir yanındaki arkadaşlarının kafasına yumruk vurarak (!)
kasketini kulaklarına kadar geçiriyorlar. Fakat aldıran yok.
Son perde kapandığı zaman çocukların bir kısmı neş’elerinden şapkalarını havaya attılar (…) Ben tiyatrodan çok mahzun çıktım. Bu sonsuz neş’eden ne kadar uzaktım. Çocuklar bir “hiç”e gülüyorlar, kahkahadan kırılıyorlardı.
Birden çocukluk günlerine, o endişesiz ve avare günlere dönmek isterseniz, yanınıza oğlunuzu (!)
alıp çocuk tiyatrosuna gidiniz. Bu sıkıntılı hayatı iki saat olsun unutacaksınız.” (“Ş. H. R.” olarak imzalanmış, “Çocuk Tiyatrosunda İki Saat” başlıklı yazıdan alıntı, Türk Tiyatrosu Dergisi, 1 İkincikânun (Ocak) 1937, Sayı: 76, ss. 12-13)
Çocuk tiyatrosundaki seyirci tepkilerini hayretle izlediğimiz bu yazının iyi niyet taşıdığından kuşkumuz olmasa da; okuduklarımızdan rahatsızlık duyduğumuz da ortadadır. “Acaba çocuk seyircisi böyleyse, yetişkin seyircisi nasıldır?” diye düşünmeden edemiyor insan.
Muhsin Ertuğrul’un, 1936/37 tiyatro sezonunun hemen başlarında, 1 Kasım 1936 tarihli bir yazısı, hem dönem seyircisinin -en azından bir bölümünün- karakterini, hem de dönemi içinde tiyatronun başına musallat olan bir sorunun hâlâ sürdüğünü göstermektedir. “Fındık ve Fıstık” başlıklı yazısında, ağzından alevler püskürtmektedir Hoca.
“Bu yazı 39 lira 88 kuruşluk insan müsveddeleri için yazılmıştır” üst seslenişiyle başlayan yazısında Muhsin Ertuğrul, tiyatroya saygısızlık eden bu “insan müsveddelerini” topa tutar:
“Eğer her iyi giyinen, yaka, kravat ve gözlük takana insan diyeceksek, ben size 39 lira seksen sekiz kuruşa böyle bir sürü insanlar hazırlarım. Bir elbise 30 lira, kundura 5 lira, gözlük 1 lira, kravat 88 kuruş. Bunları bir insan kalıbı üzerine giydirin, alın size bir insan taslağı.
İşte geçen akşam bu cinsten 39 lira seksen sekiz kuruşluk üç adam müsveddesi küpler gibi içmişler, zıkkımlandıkları yetmiyormuş gibi bir de tiyatroya gelmişler, locaya kurulmuşlar, hepsinin elinde bir kese kââdı… Ahmetinkinde fıstık, Mehmedinkinde fındık, Samedinkinde kabak çekirdeği… Ha babam ha, çatır çatır kırıp, çıtır çıtır yiyorlar, boyuna atıştırıyorlar… Beride bütün bir tiyatro halkı bu izânsız, bu kravatlı saygısızlar karşısında susup oturdu… da içlerinden hiçbir babayiğit çıkıp da: “Behey insan alacası, sonra ziftlenirsin, işkembeni sonra doldurursun” diyemedi (…)
Acaba kılıklarından mı çekindiler? 39 lira 88 kuruşluk takıp takıştırdıklarına baktılar da sahici insana mı benzettiler? Öyleyse hemen şunu haber vereyim ki insanı bir yabaniden ayıran şeylerden başlıcaları umumî yerlerdeki terbiyesi, oturuşu, kalkışı, nezaketi, iyi muamelesidir. Bence; bir tiyatroda nasıl oturulur, piyes nasıl seyredilir, nasıl girilir, nasıl çıkılır bilmeyen bir adam henüz insan değil, insan karalamasıdır. Onu bir insan yerine koyabilmek için, yukarıda saydıklarımdan birçoğunu öğrenerek tiyatroya gelmesi lâzımdır.
Geçenlerde bir akşam “Makbet” oynanırken seyirciler arasında birinin çatlata çatlata fındık fıstık yediğini tâ sahneden duydum, hemen koşa koşa bu zâtı bulmak için dışarı çıktım. Salona girdim, hazret hâlâ mısır patlatır gibi gümlete gümlete fındıklarını kırıyor (…) Yanına yaklaştım, kısık bir sesle: “Tiyatroda fıstık fındık yenmez” dedim. Genç birden doğruldu (…) “Afedersiniz” dedi (…) Muhakkaktır ki bu genç iyi ve makûl bir insan. “Afedersiniz” diye bilmeden yaptığı kusurunu tamir ettiğinden belli… Fakat o gece tiyatroyu seyre gelen ecnebi gazete muhabirleri vardı. Piyesi gördüler, memleketlerine döndüler ve farzedin ki gazetelerine de şöyle bir yazı yazdılar:
“Türkiye’de Makbet piyesini gördüm. Seyirciler bu faciayı seyrederken mütemadiyen Şam fıstığı, Arabistan fıstığı, tuzlu badem, kabak çekirdeği, kestane, fındık ve sâire yiyorlar ve bunlardan çıkan çatırtı, sahne üzerinde konuşulanları işittirmiyordu, ve sâire ve sâire…”
Bu hoşa giden bir yazı mıdır? Birkaç münasebetsiz yüzünden niçin kötü gözle görülelim?
Senelerdir iddiam şu:
Fındık fıstık yiyenlerin hepsine bir kere ihtar edelim, bunun kötü bir şey olduğunu söyleyelim, yapılmaması lâzım geldiğini anlatalım, tiyatroda piyes oynanırken çıt bile duyulmaması icap ettiğini öğretelim, eğer bu samimi ihtarımıza kabalıkla mukabele eden olursa, yani bunun ayıp bir şey olduğunu bildiği halde yapana rastgelirsek onu, bilet parasını avucuna sıkıştırarak, tiyatrodan dışarı atalım, tâ ki bu herkese güzel bir ders olsun ve bir izânsız, bir saygısız yüzünden, bizim, hepimizin yüzü yere düşmesin, sıkılıp utanmayalım, onun hatasına bütün bir millet kurban edilmesin.
Fakat bu ihtarı yapacak olan kim? Tiyatro idaresinden biri mi yahut sahnede vazifesini yapan bir artist mi? Hayır!... Bu vazifeyi; en çok rahatsız olan, herkes gibi para verdiği halde, yeri bir saygısızın yanına düşen talihsize bırakalım. O zat kalkıp, “Tiyatroda fındık fıstık gibi kabuklu, ses çıkaracak şeyler yenmez. Ayıptır, ayıptır, ayıptır, ayıptır” diye bağırsın!” (‘Perdeci’ imzasıyla Muhsin Ertuğrul’un yazmış olduğu “Fındık ve Fıstık” başlıklı yazısından alıntı, Türk Tiyatrosu Dergisi, 1 İkinciteşrin (Kasım) 1936, Sene: 8, Sayı: 72, ss. 1-2)
Muhsin Ertuğrul sözünü hiç esirgememiştir yazısında:
“Elbisesiyle, etiketiyle insan olduğunu sananları, tutup kulağından yallah dışarı atalım” demektedir. Ne de güzel demektedir bence ya; dönem dönem açıksözlü ve kızgın tümceler yazdığım için beni de haşlayanlar, eleştirenler olur. Bazı okuyucular, benim yazılarımın saldırgan olduğunu, dilimin suçlayıcı olduğunu söyler. Buyurun bakalım; bu toplum ve sanat düşmanlarına Muhsin Ertuğrul gibi seslenmeyin de anlatın bakalım derdinizi! Hoca’nın bıraktığı kültürü sürdürmekte kararlı olan ben ve benim gibi tiyatro adamlarının nasıl yazmasını bekliyordunuz ki? Herman Hesse ne güzel demiş:
“Bizzat sorumluluk yüklenmek ve düşünmek istemeyenlerin, her zaman bir lidere ihtiyaçları vardır.” Dünyanın yarısı söyleyecek bir şeyleri olan ama söyleyemeyen / söyletilmeyen, diğer yarısı da söyleyecek bir şeyi olmayan ama hiç durmadan konuşan insanlarla doluyken; bağışlayın beni ama dilimi milimi değiştirmeye niyetim yok benim. Öfkemin içindeki umudu görmeyenler, canım acıdığı için böyle konuştuğumu anlamayanlar, biliniz ki; kapalı kapı yoktur, yanlış anahtar vardır. Ben bütün yazılarımda, o doğru anahtarı bulmak için gecemi gündüze katıp kafa patlatırken, ömrümce aradığım o tek çocuğa bir şeyler anlatmaya çabalarken, Türk tiyatrosuna ne kattığınızı siz de söyleyin de herkes duysun! Benim derdim, çocuklarımız daha güzel bir yarına büyüsünler diyedir. Ayrıca yazılarımın iğne gibi birilerine battığını duymaktan da hoşlanıyorum, yalan yok! Ah diyorum içimden gülümseyerek bazen, ah bir de bana kızgınsın diyen bu insanlar; sözcük çeliğinden dövülmüş kavga kılıcını hiç kınına sokmamış Muhsin Ertuğrul döneminde yaşasalardı da görselerdi kızgınlık nasıl olur, inandığını savunmak nasıl bir cesaret sağlar insana, korkusuzluk insanın neresindedir asıl! Yüzümde kıpkızıl bir gülümseme!
Yeter bu kadar iç dökmek, hadi konuyu değiştirelim. Bu fındık fıstık işi belli ki, Muhsin Ertuğrul’un canını fena sıkmış, hani deyim yerindeyse kanına dokunmuştur. 1936 Kasımında yazdığı yazıdan 37 sene sonra yayımlanan Türk Tiyatrosu Dergisi’nin 406. sayısında bile, Muhsin Hoca’nın bu bitmeyen fındık fıstık kavgasının izlerini görürüz:
“Geçen gün birkaç yaramaz, sahneye kâğıt, kâğıttan tayyare gibi şeyler attılar. Onların adlarını aldık. Bir daha tiyatroya koymayacağız. Siz, ne olursa olsun, nereye olursa olsun sakın bir şey atmayınız. Geçen yıl tiyatroda yemiş yenmeyeceğini sizlere bildirmiştik. Bazılarınız bu öğütleri unuttular galiba. Eğer yanınızda arkadaşınız yemiş yiyorsa ona bunun ayıp olduğunu söyleyiniz.” (Muhsin Ertuğrul’un ‘Perdeci Amca’ imzasıyla yazmış olduğu “Küçük Seyircilerimize Öğütler” başlıklı yazısından alıntı, Türk Tiyatrosu Dergisi-Çocuk Oyunları Sayısı, Aralık 1973, Yıl: 44, Sayı: 406, s.4)
Vay anasını, ne fıstıkmış be! 40 sene bitmedi muhabbeti, değil mi?
Konuyu değiştirmeye çabalayarak kendimden uzaklaşmayı denedim ama beceremedim; itiraf ediyorum ki, fokur fokur kaynıyor içim. Size bir şeyler anlatırken bile yüreğim serinlemedi şu hırçınlık konusunda. Mesleğimizin nasıl kavgacı bir meslek olduğunu anlatan bir örnek daha vermek istiyorum sizlere. İnandığı iş uğruna yapılan tüm hırçın kavgaların ve o kavgaların sonuçlarının bu denli görünür olduğu az örnek çıkar karşımıza. Hem de dün değil, on yıl önce değil, çok zaman önce, eskiden!
1941 yılında, Cemal Erksan’ın sahibi olduğu ‘Yeni Mecmua’ adlı bir dergi yayımlanmaktadır ülkemizde. Arşivimi kurcalarken, sözünü ettiğim dergide “Çocuk Tiyatrosu” başlıklı bir yazı ilişti gözüme. Yazının içine girdiğimde bir de ne göreyim; 1935 yılında Muhsin Ertuğrul’un öncülüğünde başlatılan çocuk tiyatrosunun, sadece altı yıl sonra, 1941’de, çocuklar üzerinde nasıl sonuç verdiği ve gerçekçi bir etki bıraktığı apaçık gözümüzün önüne seriliyor. Görünen sadece o da değil üstelik; yazıda, yetişkinlerin çocuk tiyatrosu konusundaki çalımlı ukalâlığının yerle bir olduğunu da görürüz!
Yazının giriş bölümünde, çerçeve içinde, koyulaştırılmış harflerle şöyle yazmaktadır:
“Çocuk tiyatrosuna gittiniz mi?” diye bir sual soracak değiliz. Çünkü böyle bir şey belki hiç aklınıza gelmemiştir.”
Bakar mısınız şunun dediğine!
“Belki de hiç aklınıza gelmemiştir!”… Halt eden yetişkinin, o tutamadığı, kopası çenesi iş başındadır gene! Yazıyı korkuyla okumaya başladım. Neyse ki; yazıda okuduklarım, girişteki bu küstah yaklaşımı unutturacak kadar güzeldi.
“Gelişlerini görseniz… Pek küçükler, analarına, ablalarına sokularak, biraz büyücekler el ele, kol kola, kimi yapayalnız… Fakat hepsi tertemiz, hepsi birdenbire çocukluğunu unutmuş gibi ağırbaşlı ve bütün bu hazırlıkların kendileri için yapılmış olduğunu sezişten olacak, hepsi mağrur…”
Yazarımız, döneminin tanınmış, ünlü kalemlerinden biridir ve izleyip, üstüne değerlendirme yaptığı çocuk oyununu, daha fuayeden, bilet alan çocukları anlattığı yerden başlatır.
“Ya bilet alışları? O mini mini avuçlarında yedi buçuğu bir sayışları, sonra parmaklarının ucuna basarak, boylarının yetişemediği gişeye bir uzanışları... Ve bileti alınca, yanlışlık olmasın diye dikkatli dikkatli bir tetkik edişleri, nihayet etrafı süze süze, telaşsız ve vakur içeri girip, koltuklara bir kuruluşları var ki…”
Yazının sahibi, Şehir Tiyatrosu oyuncularından biriyle, İ. Galip Arcan’la birlikte izlemektedir oyunu. Oyun başlamadan herhangi bir seyirci çocuğa sorar yazarımız:
- Ne oynuyor küçük?
- Bir Varmış Bir Yokmuş efendim
- İlk defa mı geliyorsun?
- Hayır. Bu dördüncü seyredişim olacak.
- Aynı şeyden usanmadın mı?
- On defa daha görebilirim. Hele müzik o kadar güzel ki…
Yazarın konuştuğu seyirci çocuğun överek bahsettiği müzik hangisidir biliyor musunuz? 17 kişilik orkestranın canlı olarak çaldığı, Çaykovski’nin ‘Şehrazat’ı! Yazar, orkestrayı dinleyen çocukları tanımlarken şöyle yazmış:
“Beş altı yüz çocuğun, sade göz ve kulak kesildiği bu çatı altında başka ses yok… Çıt bile yok.”
Bir masal anlatıyor gibiyim değil mi? Hayır, 1941 yılında, çocuk tiyatromuz henüz altı yaşındayken yani, oyuna giden çocukların ne dinlediğinden, bunu nasıl dinlediğinden söz ediyorum sadece.