AKP’nin iktidara geldiği yıllarda, kulağa çok hoş gelen bir söylem adeta dillere pelesenk olmuştu… Başta dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan, ekonomi yönetimi ve bürokrasisi; “İhracata dayalı büyüyeceğiz...
AKP’nin iktidara geldiği yıllarda, kulağa çok hoş gelen bir söylem adeta dillere pelesenk olmuştu… Başta dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan, ekonomi yönetimi ve bürokrasisi; “İhracata dayalı büyüyeceğiz” iddiasındaydı.
2001 krizinin yıkıcı etkisi yavaş yavaş silinirken, Türkiye’nin doğru yolu bulduğunu düşünmüş ve mutlu olmuştuk. Çünkü bu söylem, ifadesinden çok daha derinde anlamlar taşıyordu.
İhracata, yani dış talebe dayalı büyümek, yerli üretime ağırlık vermek, ithalat cenneti olmamak, sanayileşmek, sürdürülebilir istihdama ulaşmak ve katma değerin ülkemizde daha çok kalmasını sağlamak demekti.
Ürettiğinden daha fazla tüketen, sürekli borçlanan, cari açık-bütçe açığı girdabında krizlerden krizlere sürüklenen Türkiye, artık bıkkınlık vermişti. Aynı saçmalıkları yapıp, farklı sonuçlar bekleyen siyaset esnafı, 2002 seçimlerinde halkın okkalı bir tokadı ile silindi gitti.
Bu nedenle “ihracata dayalı büyüme” AKP iktidarının ilk yıllarında, sonucu merakla beklenen vizyon filmi gibiydi…
// 2023 HEDEFLERİ NİNNİSİ
2011 genel seçimlerinin hemen öncesinde ilan edilen “Ekonomide 2023 Hedefleri” ise kulağa hoş gelen bir ninni gibiydi.
Ohooo!
Neler hedeflenmemişti ki?
500 milyar dolar ihracat, 500 milyar dolar ithalat, 1 trilyon dolar dış ticaret hacmi, kişi başına 25,000 dolar milli gelir ve dünyanın ilk 10 ekonomisi arasına adını yazdıran bir Türkiye…
2023’e üç yıl kaldı.
Son on yılda handiyse yerinde sayan ihracatımız, 2019 yılını 180 milyar dolar ile kapattı. 2020 yılı hedefimiz ise 190 milyar dolar…
500 milyar dolar ninisi kesileli epey oldu ama, bu hedefleri koyduktan sonra bugünlerde sütre gerisine yatanlara da “Nerede yanlış yaptınız” diye sormak gerekmez mi?
İşte bu hafta o soruyu kurcalayalım istedim.
Yazımda yer alan tablo, sokaktaki vatandaşımızın bile kolaylıkla anlayabileceği açıklıkta…
Kaynağım ise ekonomist Özcan Kadıoğlu…
Türkiye’nin 180 milyar dolarlık ihracatı içinde, yüksek teknolojili ürünlerin payı zar zor yüzde 3,5’i buluyor. Yükte ağır pahada hafif mallar üretip satarak, katma değeri artırmamız mümkün değil.
Mümkün olmaması bir yana, ihracatın kilogram değerinin, ihracatın artışına paralel artış göstermesi gerekiyor.
// DAHA ÇOK ÇALIŞ, DAHA AZ KAZAN
Yani 2019 yılında bizim ihracatçılar daha çok çalışıyor ve daha çok ihracat yapıyorlarsa, daha fazla kazanmaları gerekiyor.
Ama tam tersi oluyor…
Daha fazla çalışarak daha az kazanıyoruz.
İhracatın kilogram değerinin zirve yaptığı yıl 2014…
O yıl 1,59 dolar seviyesine kadar yükselen kilogram değeri, 2019’da 1,12 dolara kadar gerilemiş durumda.
Rakamlar TÜİK ve Türkiye İhracatçılar Meclisi’ne (TİM) ait…
Sanayileşmiş bir ülke olan ve hemen hemen aynı nüfusa sahip olduğumuz Almanya'da ihracatın kilogram değerinin, yaklaşık dört katımız (4.1 dolar) olduğunu da hatırlatmakta yarar var.
Şimdi…
Hâl böyle iken, biraz zülfiyare dokunmak icap etmez mi?
Henüz 2011 yılında bile, şu bizim muhteşem “2023 Hedefleri”nin tutması mümkün değildi. Bu bilindiği halde; siyaset kurumu ve iş dünyası sorgusuz sualsiz savunmaya devam etti.
Hadi iğneyi kendimize batıralım, bizim gazeteci milleti de bu hedeflerin ne kadar gerçekçi olduğunu sorgulamadan sayfalarına, satırlarına taşıdı.
Açıklanan hedeflere göre, 2023 yılında Türkiye’nin Gayrı Safi Yurt İçi Hasılası (GSYH) 2 trilyon 150 milyar dolara ulaşacak, böylelikle dünyanın en büyük 10 ekonomisi arasına girecektik. Bu rakama ulaşmamız için 2011-2023 yıllarını kapsayan 12 yılda Türk ekonomisinin “her yıl ve kesintisiz olarak en az” yüzde 10 büyümemiz gerekiyordu. Bu durumda 2023 yılında GSYH 2.2 trilyon dolara ulaşıyordu.
Türkiye’nin potansiyel büyümesinin azami yüzde 5 olduğu, Cumhuriyet tarihi ortalamasının da bu yüzdeye yakın gerçekleştiği hiç görülmek istenmedi.
Bu oranının üzeri zorlandığı zaman, cari açık gibi tanıdık hastalıkların nüksettiği bilinmesine rağmen, her yıl en az yüzde 10 büyüyeceği masalına hemen herkes inandırıldı. İşin bir de kara mizah tarafı vardı. O yıllarda aynı Hükümet tarafından açıklanan Orta Vadeli Ekonomik (OVP) Programlarda büyüme hedefleri en çok yüzde 5 olarak belirtiliyordu.
Yani iktidar kendi kendisini yalanlar pozisyondaydı.
// MİLLİ GELİR HEDEFİ…
Devam edelim...
Türkiye’de son on yıldır 9 ilâ 11 bin dolar arasında kolan vuran kişi başına milli gelir, mart ayı başında açıklanacak verilerle 9 bin dolar sınırına, belki de altına inecek. Yani 2023’e yol alırken, mevcudu bile koruyamaz durumdayız. Çünkü yaptığımız ihracattan para kazanmıyor, katma değer yaratamıyoruz. İhraç mallarının yüzde 92'si sanayi ürünleri olarak gözükse de bu mallar bizi hamaliye yapmaktan öteye taşımıyor...
Aslına bakarsanız, Türkiye’nin yaşadığını orta gelir tuzağı değil, “düşük teknoloji tuzağı” olarak adlandırmak daha doğru.
Ar-Ge harcamalarına aktardığımız kaynak milli hasılamızın yüzde 1’i bile değil. Buna karşılık Güney Kore'de bu oran %4, Japonya'da %3.25, Almanya'da ise % 2.88 düzeyinde. Bu ülkelerin, milli hasılalarının bizim 3-4 katımız olduğunu da hatırlatalım.
// İLK 20’DE GERİLİYORUZ
İhracatımız 2011-2023 yılları arasında her yıl yüzde 12, Türkiye'nin büyüme oranı ise kesintisiz olarak her sene yüzde 10 artarsa, 2023 yılında ihracat rakamı 467 milyar dolara geliyordu. Yani hedefe ulaşamasak bile, en azından çok yaklaşıyorduk.
Yaşanan onca deneyim sonrasında, Türkiye’nin “tahlil sonucu”nda şu yazıyor:
Türkiye, katma değeri yüksek ürünleri üretmedikçe, ihracatını bir noktaya kadar artırabiliyor.
Manzara apaçık ortada…
Ayrıca ne kadar büyüdüğümüz, ne kadar ihracat yaptığımız elbette önemli ama bu rakamlar kalkınmışlık göstergeleri arasında ön sıraları almamıza yetmiyor.
Şu örnekten hareket edelim:
Türkiye, Gayrı Safi Yurtiçi Hâsıla (GSYH) büyüklüğüne göre 1983 yılında dünyanın en büyük 19'uncu ekonomisiydi. 2000 yılında 273 milyar dolar GSYH ile 17’inci sıraya yükselmişti. 2017 yılına gelindiğinde 851 milyar dolar GSYH ile yine 17’inci sırada yer almıştı.
2018’de 784 milyar dolar GSYH ile 18’inciliğe gerileyen Türkiye, geçen yıl 706 milyar dolar GSYH ile 20’inci sıraya geriledi.
Yani dünya bizlerin ekseni etrafında dönmüyor. Rakamlarımız büyürken, rakiplerimizin başarısı kat be kat üzerimizde…
Tüm bu yaşananlar; gerçekçi, ulaşılabilir, birbiri ile çelişmeyen, inandırıcı hedeflerin koyulmasının ne kadar önem taşıdığını bir kez daha gösteriyor.
UĞUR MUMCU ANMALARINDA
HİÇ SORULMAYAN YAKICI SORU…
Karlı bir Ankara sabahında, 1993 yılının 24 Ocak’ında kalleşçe katledilen gazeteci Uğur Mumcu.
Tam 27 yıldır aramızda yok…
Geçen hafta Cuma Uğur Mumcu’nu anıldığı pek çok etkinlik yapıldı.
Bu etkinliklerde beylik laflar edildi.
Onun ne kadar büyük gazeteci olduğu, yokluğunun Türk basınında ne kadar büyük boşluk bıraktığı, araştırmacı gazeteciliğin büyük darbe yediği süslü cümlelerle anlatıldı.
Takip edebildiğim kadarıyla kimse şunu sormadı ya da sorgulamadı:
Geçmişi yaklaşık 200 yıl öncesine dayanan Türk basını, neden ikinci bir Uğur Mumcu’yu çıkaramadı?
Suikastın adlî yönünü bir tarafa bırakıyorum. Ancak Türk gazetecilik mesleği açısından yaşadığımız yakıcı sorun hâlâ aşılamadı.
Birileri için imâ yaptığım sakın düşünülmesin.
Böyle bir tarzımızın olmadığını okurlarımız biliyor.
// “UĞUR MUMCU” GAZETECİLİĞİ…
Bugün Türkiye’de elbette çok başarılı gazeteci meslektaşlarımız, ustalarımız, ağabeylerimiz, ablalarımız var. Daha birkaç hafta önce Sözcü yazarları Çiğdem Toker ve Serpil Yılmaz’ın gazetecilik başarılarından örnekler vererek alkışlamıştık. (Ege Telgraf 23,12,2019)
Ancak, Uğur Mumcu’dan sonra Türkiye’de “uluslararası standartlara ve profile sahip” bir gazeteci portresi hâlâ yoktur.
Ne demek istiyorum?
En tehlikeli yollara gözünü kırpmadan saparak; Rabıta’yı ortaya çıkaran, Bomba Davası’nı sorgulayan, İlaç Dosyası’nı kitap haline getiren, Tarikat-Siyaset-Ticaret üçgenini tüm açıklığı ile ortaya çıkaran, Kürt Dosyası’nı açan, silah kaçakçılığı dosyalarını araştıran; Abdullah Çatlı’nın, Mehmet Ali Ağca’nın davalarını bizzat İtalya’da izleyip kitap haline getiren, daha yüzlerce konuyu gümbür gümbür Türkiye ve dünya kamuoyunun gündemine sokan bir gazeteci profilden söz ediyorum.
Katledilmesinden bir süre önce PKK elebaşı Abdullah Öcalan’ın MİT ile ilişkisini sorgulayarak kitap hâline getirmeye hazırlanan bir gazeteciden…
Böylesine yakıcı ve tehlikeli konuları cerrah titizliği ile incelerken, Cumhuriyet devriminin kazanımlarını şehir şehir gezerek verdiği konferanslarda anlatan yürekli bir aydından bahsediyoruz.
Ve tüm bu başarılarını sadece 51 yıllık hayatında başaran bir aydından…
İşin kötüsü, Uğur Mumcu kalibresinde gazetecilerin yetişmemesi, Türk toplumunun gazeteciliğe ve gazeteciye bakışına da büyük hasar veriyor.
// NEFRET OBJESİ GAZETECİLER…
Düşünsenize…
Gözümüzün içine baka baka nefes alıp verir gibi yalan söyleyen, olayları çarpıtan, dün söylediğini bugün inkâr eden, dün eteğinin altından ayrılmadığı yarım akıllı imam Fetullah adına bugün iftiralarda bulunanlar da “gazeteci” kimlikleri ile sokuluyorlar evlerimize…
Hem de her akşam!
Hem de her kanalda!
Hem de günün her saati!
Türk toplumunun ezici çoğunluğu, bu sevimsiz suratları birer gazeteci olarak değil, “nefret objesi” olarak görüyor. Bu bakışında da yerden göğe haklı…
Ve unutmayın, bunların yazılarını, yazdıkları gazeteleri millet okumuyor.
Satın almayı bırakın; metrolarda, benzincilerde bedava dağıtıldığı halde eline bile almıyor.
Sadece Uğur Mumcu’nun eski yazılarını basmış bir gazete yapılsa, bunlardan daha çok satacağına iddiaya girerim.
Uğur Mumcu’nun gazetecilik mesleğine yönelik şu analizi, galiba meseleyi özetliyor:
“Gazetecinin görevini yapabilmesi için habere, olaya, olguya, belgeye ve bilgiye dayalı yazılar yazması gerekir. Bunun için de gazetecinin güvenilir kişi olması zorunludur.”
// ALACAK HANESİNDEKİ BORÇ…
Söylüyor işte adam, 40 sene önceden...
Güvenilmez adamların gazetecilik yaptığı bir ülkede, bu meslek onurunu ayaklar altına alanlar, gazetecilerden başka kimler olabilir?
Gerçeklerle yüzleşmek için daha ne kadar bekleyeceğiz, anlamak güç.
Ve son söz devlete…
Uğur Mumcu’nun katledildiği yere giderek ağlamaklı bir tonla söz vermişti, dönemin İçişleri Bakanı merhum İsmet Sezgin…
“Bu suikastın faillerini ve arkasındaki güçleri bulmak devletin namus borcudur” demişti.
Samimi miydi, bilemiyorum.
Ama devlet, namusunu koruyamadı.
O borç, 27 yıldır alacak hanemizde yazıyor…
Tahsil edilmeyi bekliyor…
“AKŞAM YEMEĞİNDE GÜNAYDIN”
DİYELİM Mİ HULUSİ PAŞAM…
Yıllardır basın-yayın organlarında gündeme getirilen ve “Yunanistan tarafından işgal edildiği” öne sürülen 18 ada ve 1 kayalık konusunda bugüne kadar hükümet ve bürokrasi kanatlarından tatmin edici tek satır açıklama yapmadı.
Millî Savunma Bakanı Sayın Hulusi Akar, yıllardır konuşulan ve hükümetten cevap beklenen bu konu hakkında durduk yerde açıklama yapma ihtiyacı hissetti.
Yunanistan'ın gayri askeri statüde olmasına rağmen 16 adayı silahlandırdığını söyleyen Akar, “Hiçbir şekilde hakkımızı çiğnetmeyiz. Bu bir tehdit değil ama iyi komşuluktan yanayız dememiz de bir zafiyet değil” diyor.
Ege’de uluslararası anlaşmalarla belirlenen gayri askeri statüde 23 ada bulunduğu bilgisini veren Akar, “Şu anda ne dünyada ne de tarihte karasuları 6 mil, hava sahası 10 mil olan bir ülke var. Böyle bir garabetle karşı karşıyayız. Bunu bir doğruymuş gibi dünya kamuoyuna tanıtmaya çalışıyorlar. Bu konudaki hakkımızı hukukumuzu savunuyoruz” diye ekliyor…
// AKAR, ŞİKÂYET EDİYOR…
Hulusi Akar, rastgele bir politikacı değil.
Başkanlık sistemi uygulanmadan önce 2015-2018 arasında üç yıl Genelkurmay Başkanlığı, öncesinde iki yıl Kara Kuvvetleri Komutanlığı ve iki yıl da Genelkurmay 2. Başkanlığı yapmış emekli bir Orgeneral.
Yani devletin en hassas ve gizli bilgilerine erişebilecek, Ege’de işgal edilen adalarla ilgili tüm ayrıntılara hakim olabilecek bir pozisyonda.
Böyle bir isimden, “şikâyet” açıklaması dinlemek gerçekten şaşırtıcı.
Konuşmasında yer alan “hakkımızı hukukumuzu savunuyoruz” cümlesi ise örtülü bir anlam taşıyor. Bu hukuku nasıl savunduğunu açıklamazken, Yunanistan, işgal ettiği adalara karakollar kuruyor, dalga geçer gibi Türkiye’den görünecek şekilde kayalara Yunan bayrağı resmediyor.
Ege’de işgal edilen adalar konusuna nasıl ve neden sessiz kalındığını, kapsamlı bir araştırma ile 2 Eylül 2017 tarihli Ege Telgraf’ta anlatmıştık.
Milletvekilleri tarafından TBMM’de pek çok kez gündeme gelen yazılı soru önergelerine neden sessiz kalındığını sorgulamıştık. Bu önergelere net ve anlaşılır yanıtlar verilmediğini, konunun özüne dokunulmadan dikkat çekici şekilde geçiştirildiğini örnekler vererek kaleme almıştık.
Hükümete methiyeler düzmekte birbiri ile yarışan basın kuruluşlarının da “bu topa” hiç girmemelerindeki gizemi anlayamamıştık…
// CEVAP BEKLEYEN SORULAR…
Şimdi…
Sayın Hulusi Akar’a “Akşam yemeğinde günaydın Paşam” derken, şu somut soruları sormak, yurttaş olarak hakkımız olsa gerek…
Türkiye’nin olduğu iddia edilen bu adalar, gerçekten de Yunanistan tarafından işgal edilmiş midir?
Ege adalarının aidiyetine ilişkin temel uluslararası belgelerin 1923 Lozan ve 1947 Paris Barış antlaşmalarında bu ada ve kayalıklar hangi ülkenin karasularında ve egemenliğinde görülmektedir?
Millî Savunma Bakanlığı eski Genel Sekreteri ve ada işgallerini Türk kamuoyu gündemine taşıyan Ümit Yalım’ın “Komutanlar tarafından Sahil Güvenlik devriye ekiplerine sözlü olarak işgal altındaki adalara yaklaşmama talimatı verildiği” iddiası doğru mudur?
Adalarda askeri kışlaların dışında kiliselerin inşa edildiği, Yunan ve Bizans bayraklarının Türkiye’den dahi görülecek büyüklükte gönderlere çekildiği, kayalıkların üzerlerine resmedildiği doğru mudur?
Mezkûr adalarda madenlerin kurulduğu, özellikle çok değerli olan perlit ve ponza gibi madenlerin çıkarılarak işletilmek üzere Yunan ana karasına gönderildiği iddiaları gerçek midir?
Yunanistan’ın bu adalarda 6’sı kara, 2’si deniz, 2’si ise helikopter üssü olmak üzere 10 adet askeri üs kurduğu ve toplamda kolordu seviyesinde 4 bin asker barındırdığı doğru mudur? Bu üslerin mevcudiyeti uluslararası anlaşmalara uygun mudur?
Soruları daha da artırabiliriz…
Başta Hulusi Akar olmak üzere, Türk devletinin yöneticisi olan ve siyasi sorumluluk taşıyan herkesin, bu sorulara inandırıcı ve tatmin edici cevaplar vermesi gerekiyor…
FIKRADAN HİSSE…
Kralın biri taht odasında otururken, pencereden sesler gelmiş.
“Güzel elmalarım vaaaaaar!”
Bakmış, ihtiyar biri, at arabasında elma satıyor. Etrafında da müşteriler...
Kralın canı çekmiş ve başbakanı çağırmış;
- Al sana beş altın, koş bana elma al.
Başbakan bakanı çağırmış;
- Al sana dört altın, koş elma al.
Bakan saray sorumlusunu çağırmış;
- Al sana üç altın, koş elma al.
Saray sorumlusu muhafız komutanını çağırmış;
- Al sana iki altın, koş elma al.
Komutan nöbetçiyi çağırmış;
- Al sana bir altın, koş elma al.
Nöbetçi çıkmış satıcı ihtiyarı yakasından tutmuş ve;
- Hey sen, ne bağırıyorsun? Burası han mı, yoksa saray mı?
Defol buradan. Arabana da elmalara da el koyuyorum.
Nöbetçi, muhafız komutanına dönmüş;
- İşte şef, iyi dalavere çevirdim. Bir altına yarım araba elma!
Komutan saray sorumlusuna dönmüş;
- İşte, iki altına bir çuval elma!
Saray sorumlusu bakana dönmüş;
- İşte, üç altına bir torba elma!
Bakan Başbakan'a dönmüş;
- İşte, dört altına yarım torba elma!
Başbakan kralın huzuruna çıkmış;
- İşte kralım, emrettiğiniz gibi. Buyurun, beş elma!
Kral tahtında otururken düşmeden edememiş…
“Ulan” demiş, “Beş elma-beş altın”
Sonrada eklemiş:
-Bir elma-bir altın ve halk elmalara hücum ediyor..
Demek ki benim vatandaşın durumu çok iyi. O zaman vergilerini hemen arttırmam lazım!