Zemzeme-Demdeme kapışması-2 Sayfa aralarında bıçaklar saklı bir kitap: Takdir-i Elhan Kapışmanın adı henüz Zemzeme-Demdeme kapışması değildir ama oraya sürüklen...

Zemzeme-Demdeme kapışması-2 Sayfa aralarında bıçaklar saklı bir kitap: Takdir-i Elhan Kapışmanın adı henüz Zemzeme-Demdeme kapışması değildir ama oraya sürüklenen kavganın ilk aşamasına dair elimizdeki bazı mektuplara, gazete kesiklerine ve görüşlere göz atalım isterseniz. Örneğin; Zemzeme’yle ilgili Tercüman-ı Hakîkat haber ya da değerlendirme yapmakta azıcık gecikince, Recâizâde Ekrem, bu konuda Abdülhak Hamit’e, 30 Temmuz 1885 tarihli bir mektup yazar: “O mübarek (*Muâllim Naci) gerçekten mübarek imiş ya!… Artık bu defa bizleri çekememezliğini bütün bütün meydana koydu: Zemzeme’ye dair Terceman’a harf-i vâhid yazmadı. Ne dersin buna? Midhat Efendi ma’zur.. Bana birgün dedi ki, bizim gazetenin edebiyat Allah’ı Naci’dir; Zemzeme için bir şey yazılmasını Allah’a havale ettim. O da bir ses çıkarmadı. Sebebini sordum; Ekrem Bey bana Zemzeme göndermedi ki birşey yazayım dedi. Tuhaf değil mi? Hâlbuki ben Mithat Efendi’ye Zemzeme’den bir nüsha göndermiştim; lâkin Naci’ye niçin göndereyim? Büsbütün şımartmak için mi?” Hadi iki sanat okulu düşüncesinin bayraktarlarının birbirlerinden hoşlanmamasını anlarız da; Ahmet Mithat Efendi, damadına neden tepkilidir ki? Belki de içindeki eski devrimci depreşmiştir, kim bilir? Ahmet Mithat Efendi’nin derdi başkadır: Gazetesi çevresinde toplanmış eski tarz sanat anlayışına son vermek ister Ahmet Mithat. Bunu yapmak için de Recâizâde’nin Zemzeme kitabını bahane eder aslında. Bahane diyorum, evet, yoksa bunu yapıp bırakırdı; neden, damadı Muâllim Naci’nin yakın dostlarından Abdülkerim Sâbit’in, Naci’nin gazelini tahmis ederek yazdığı bir şiirini, altına da “Mülâhaza-i Gayr-i Edibâne” (*Şairce Olmayan Düşünceler)  başlıklı yazısını da ekleyerek gazetesinde yayımlasın ki, değil mi?  (27 Ağustos 1885) Yazının özünde; eski tarz gazellerde derin bir anlam olmadığından ya da fikirler arasında bağlılık bulunmadığından, böyle şiirleri bir de tahmis etmenin yersiz ve gereksiz olduğundan, mey, hey, gül, bülbül gibi seslenişler çıkarıldığındaysa, geriye anlam içeren tek bir fikrin bile kalmayacağından söz etmektedir kızgın kayınpeder. (Meraklısına not: Tahmis; “Beşleme” anlamında kullanılan bir edebiyat terimidir. Bir gazelin ya da bir kasidenin her beyitinin önüne aynı vezin ve kafiyede üç mısra eklenerek oluşturulur. Örneğin; aaa +aa, bbb+ba, ccc+ca gibi. Tahmis edilen beyitle eklenen mısralar arasında bir anlam uyuşması olmalıdır; yoksa yapılan tahmis başarılı kabul edilmez.) Ahmet Mithat, Zemzeme’nin manifestosunu yayımlamakla kalmaz; damadı Naci’nin bir şiirinden alıntı yaparak vurmaya devam eder gelenekçilere. Onları serkeşlikle suçlamaktadır Ahmet Mithat. “Gördüğüm rindân-ı aşkın neş’e-i şevk-âveri / Muktebestir neş’esinden sagar-i serşârımın” (*Aşkın en sağlamını, özlediğim keyif servetini / Ağzına kadar dopdolu içki kadehimden alıyorum) gazeline dayanarak, “Bizde şairlik sarhoşluk demektir; elinden kadehi alırsanız lâl (*Dilsiz) olurlar. Böylelerini ensesine vura vara kovunuz” cümlesini de içeren yazısından sonra, damadı Muâllim Naci’ye gazetenin kapısını gösterir. Tercüman-ı Hakîkat gazetesinde, Muâllim Naci’nin  mesai arkadaşı olan Ahmet Rasim’in anılarında da bu konuya dair ilginç notlar gözümüze çarpar: Ahmet Mithat Efendi’nin, olan bitenden habersiz bir şekilde gazeteye uğrayan Naci’nin yakın dostu şair Şeyh Vasfi’yi de kovduğunu söyler Ahmet Rasim . Yine de öfkesinin yatışmadığından; akrabası da olan,Tercüman-ı Hakîkat’ın imtiyaz sahibi Ahmet Cevdet’e de; “Birader, boşuna beni iknâ etmeye gelme! Gazel, nazire, gulâm, çâr-ebrû, bâde, sakt… Bunların hepsini Muâllim Naci ile beraber gazeteden dışarı attım; eski zaman şiirlerine kapılarımız artık kapandı, ne söylesen nafile!” diye bağırdığından da söz eder Ahmet Rasim. Bütün bunlar olurken, sürekli didişen iki yazar da rüzgârları sert estirmeye başlamıştır. Recâizâde Mahmut Ekrem, Zemzeme-III’ün önsözünde şöyle yazar Muâllim Naci için: “Ulviyet-i hakikiyeden bî-nasip olduğu halde, yalnız lafzan ulviyeti müş’ir sözler balon gibidir; heva-yı iştiharda bir aralık i’tilâ-nümâ olsa bile, bi’l-ahere bir zemin-i meçhuliyet ve mensiyete düşer kalır. Hakikât-i hissiyeden mahrum iken, ateşten, kıvılcımdan bahseden manzumeler şebtaba benzer; zalâm-ı evham içinde fürüzân görünse bile, hiçbir kalb üzerinde bir eser-i ihtirak husule getirmeksizin kendi kendine söner mahvolur.” Ekrem’in dedikleri anlaşılıyor değil mi? Önce Muâllim Naci’yi gerçeklikten uzak bulduğunu, şöhretinin ise balondan başka bir şey olmadığını söyleyip devam eder saydırmaya: Gerçek duygunun ne olduğunu bilmeden (Naci’nin sarhoşluğu yüceltmesine gönderme yapıyor yazar), ateşten, kıvılcımdan söz eden Muâllim’in şiirlerinin ‘şebtaba’ (Ateş böceğine) benzediğini söyler Recâizâde; ‘zalâm-ı evham’ (Kuşkulu karanlıklar) içinde ‘fürüzân’ (parlak, parlayan) görünse bile, hiçbir kalp üzerinde ‘eser-i ihtirak’ (yanıp tutuşan, yanıp küle dönen) bir durum yaratamadan kendi kendine sönüp mahvolacağını… Sadece bu kadar da değildir saldırı. Dikkatle bakanlar, bu edebiyat sövgüsünün içinde kullanılan bazı sözcüklerin şans eseri oraya konmadıklarını da anlayacaktır: Recâizâde Mahmut Ekrem; ‘ateş’ sözüyle, Naci’nin ‘Ateşpâre’, ‘kıvılcım’ sözüyle ‘Şerâre’ ve ‘fürüzan’ sözüyle de, yakın zamanda çıkaracağını duyurduğu ‘Fürüzan’ kitabına nişan almıştır. Savaş tamtamlarının sesi gitgide yaklaşmakta; edebiyat ormanındaki bütün yırtıcıları sahaya çağırmaktadır. Muâllim Naci, Recâizâde’nin  Zemzeme-III’deki saldırılarına sessiz kalır bir süre. Ancak, karanlığın içinde kafa kafaya toslamaya hazırlanan gelenekçiler ve yenilikçiler, böylesi küçük bir moladan sonra bir kez daha birbirlerine girerler. Bu kez kavga nedeni; Menemenlizâde Mehmet Tahir adında, 24 yaşındaki gencecik bir şairin yayımladığı “Elhan” (Ezgiler / Şarkılar) adlı şiir kitabıdır. Menemenlizâde Mehmet Tahir denen kişi kim ki, dönemin en ateşli kavgasına körük yapılsın? Menemenlizâde; topu topu 40 yıl yaşamış (1862-1902) ama bu 40 yılda edebiyat ve eğitim tarihimize geçecek kadar önemli işler yapmış bir yazar ve eğitimcidir. Kavgaya karışmasında, Recâizâde Mahmut Ekrem’in öğretmenlik yaptığı Mekteb-i Mülkiye’den öğrencisi olması yatar asıl olarak. Hem de ne zaman öğrencisidir Ekrem’in? 1883’de, Ta’lim-i Edebiyyat gerilimi, üstüne Zemzeme-Demdeme kapışmasına gidilen süreçte… Sonra, Recâizâde’yle yolları yine kesişir. Bu kez Şûra-yı Devlet’te, Danıştay’da yani! Ekrem, Danıştay üyesi, Menemenlizâde Tahir Bey ise  kalem müdürüdür kurumda. 1890 yılında, İzmir İl Milli Eğitim Müdürü olarak görürüz Tahir Bey’i. 1886’da da mezun olduğu okulda öğretmenlik yaparken! 1884 yılında, Beşir Fuad’la birlikte çıkardığı “Hâver” (*Hâver’in sözcük anlamı Farsçada ‘Güneşin doğduğu yer; Doğu’ olsa da, -gariptir- o dönem “Batı” anlamında kullanılmıştır) adlı dergi çok uzun ömürlü olmamış ama Menemenlizâde vazgeçmeyerek; bu kez 1886 yılında bir yandan öğretmenlik yaparken, diğer yandan “Gayret” isimli bir dergi çıkarmaya tutuşmuştur. Dergisinde, ağırlıklı olarak; Namık Kemal, Recâizâde Mahmut Ekrem ve Abdülhak Hamit’in çalışmalarını yayımlar yazar. Başlarda kimi konularda Muâllim Naci’yi haklı bulsa da; -hatta şairin “Gark-ı Nûr” redifli gazeline bir de nazire yazmış olsa da- sonradan görüşleri değişir ve yenilikçilerden yana kalem sallamaya başlar Mehmet Tahir Bey. Hatta bu kadarla kalmaz; farkında bile olmadan, dolaylı da olsa; Zemzeme-Demdeme kapışması diye yazılan tümcenin öznesi olur yazdığı Elhan adlı şiir kitabı yüzünden! Elhan; 1886 yılında yayımlanan, 84 sayfalık küçücük bir kitaptır. Aynı, ilk kitabını yayımlayan, 24 yaşındaki ‘küçücük’ yazarı gibi! Bir mukaddime (Giriş yazısı), 24 manzume (Şiirler), 4 gazelden oluşan bu kitap; edebiyat dünyasında, kırmızı yılanlara benzeyen yangın yalazlarının gökteki bulutları tutuşturduğu günlerde yayımlanmıştır hem de, büyük cesaret! Bu cesaret kendi kendine oluşmamıştır aslında. Kitap yayımlanmadan, Menemenlizâde Mehmet Tahir, basmak için hazırladığı kitabının bir kopyasını öğretmeni Recâizâde Mahmut Ekrem’e gönderir. Amacı, öğretmeninden bir yüreklendirme almak; kitabı yayımlanmadan önce eksik yanları varsa düzeltmesi için ‘üstadından’ görüşlerini istemektir. Ancak, kitabının kopyasını, öğretmeni Recâizâde Mahmut Ekrem’e vermeden, Naci’nin “Çok mudur mihrinden olduysa süveydâ gark-ı nûr  / Sen kes-eldem ben, ne var olsam ser-â-pâ gark-ı nûr” (*Çok mudur güneşinden kalbimin ışığa boğulması / Sen kesildim ben, ışığına boğuldum baştan başa) diye başlayan ‘Gark-ı Nûr’ gazeline yazdığı nazirenin üstünü çizmiştir Menemelizâde. ‘Muâllim Naci’nin üstünü çizmesi’ öğretmeninin çok hoşuna gider. Döneminin edebiyat otoritesi kabul edilen Recâizâde Mahmut Ekrem, öğrencisinin hazırladığı  Elhan’ı değerlendirmek için, -hayır hayır, övmek için desek daha doğru olacak- küçücük bir kitap hazırlar. Kitabın adı “Takdîr-i Elhan” (Elhan’a Övgü), basım yılıysa 1884 ya da 1885’tir. Kitabın tam adını söyleyelim, o daha havalı: “Takdir-i Elhan: Ezkiya-yı Şeban-ı Üdebadan Menemenlizâde Tahir Bey Efendi’nin “Elhan” İsmindeki Bir Mecmua-yı Eşʾarı Hakkında Bâzı Mütalâat-ı Edebiyeyi Havidir” Buraya kadar bir sorun yok gibi görünüyor ama Ekrem’in; 84 sayfalık Elhan kitabını değerlendirmek için yazdığı 85 sayfalık Takdîr-i Elhan’da, eski-yeni çatışmasını kışkırtan sanatsal görüşlerini açıklayıp, değerlendirme yapıyor kılığında; gelenekçilere ve özellikle Muâllim Naci’ye birikmiş bütün kinini kusunca… ortalık cehenneme döner. Ekrem; açık açık, Menemenlizâde Tahir’in, bir zamanlar Muâllim Naci’nin “Gark-ı Nûr” redifli gazeline yazdığı nazirenin üstüne çizik atmasını yüceltirken, Naci’yi kitabına almayan öğrencisini de tebrik etmektedir Takdîr-i Elhan’da. Elhan’a Övgü, bir kitap değil, sayfa aralarında bıçaklar saklı, keskin mi keskin bir suikast aracına benzemektedir daha çok. Bu arada ilginç bir ayrıntıyı gözden kaçırmayalım. Mantık olarak; Elhan adlı kitabın değerlendirilmesi olan Takdîr-i Elhan’ın, Elhan’dan sonra çıkması gerek, değil mi? Hayır, öyle olmamıştır. Menemenlizâde Tahir’in üstüne değerlendirme yapılan Elhan adlı kitabı, Recâizâde Mahmut’un Takdîr-i Elhan kitabından sonra basılmıştır, ilginç değil mi? Anladığım kadarıyla, Ekrem bu değerlendirmeyi, kitap basılmadan üç sene önce kaleme almıştır. Nereden mi biliyorum? İlk basımı, İstanbul Mahmutbey Matbaası tarafından yapılan Takdîr-i Elhan’ın iç sayfasında h.1301 yani 1884, dış kapağında ise h.1302 yani 1885 tarihi yazılıdır. Hangisi doğru olursa olsun, Elhan’ın 1886’da basıldığını bildiğimizden bu sonuca varıyorum ben. Elhan, Takdîr-i Elhan’ın gölgesinde kalır, ne yazık ki! Ama neden olduğu büyük kavga yüzünden herkesin bildiği bir kitap olarak, edebiyat tarihinde eşine az rastlanır yükseklikte bir rafa konur. Büyük kavganın adı: Zemzeme-Demdeme Kapışmasıdır. Çıkış nedeniyse Elhan adlı şiir kitabına yazılan değerlendirme! Edebiyatın göğü, büyük bir fırtına kopmadan önceki gibi kapkaradır vesselam. Gelenekçiler ve yenilikçiler, yavaş yavaş stadyuma dönen değişik gazetelerde tribünlerleri doldurmaya başla r. Bir yanda Muâllim Naci’yi tutan Saadet, Malûmat başı çekerken, diğer yanda Ahmet İhsan Bey’in (Tokgöz) yönetimindeki Servet-i Fünun bu işi üstlenir. Osmanlı’nın bu karanlık günlerinde; sansürcüler yol keserken, varlıklı ve entelektüel İstanbul ‘udebâsı’, yaşadıkları şehirden başka bir Anadolu şehrinin olduğundan bile hebersizken; halk, dağılan ‘hasta adam’ Osmanlının yükü altında kıvranırken; onlar birbirlerine en gösterişli küfürleri bulmak için çabalamaktadırlar. Gün be gün seviyesi sokak taşları seviyesine düşen bu kavgayı, alt kuşaklara anlatmayı neden önemsiyorum ben peki, biliyor musunuz? Kavga sırasında birbirinin omuzunu yere yatırmaya çabalarken, her iki pehlivanın temsil ettiği edebiyat görüşünün nasıl evrildiğini göstermek için… Yoksa kimseyi, kavgaya tanık tutarak; perde arasından gizlice komşusunu izleyen ruh sapkını yapmak derdinde değilim. Kavgadan çok ne var hayatımızda? Kavgayı bile eğlenceli anlatan umutlu bir sanat hikâyecisi olmak için yazıyorum, ne yazıyorsam…Çünkü tartışmayacak kadar emin olduğum bir şey varsa günümüzde; en iyi bildiğimiz şeyin yapmamak değil, yapmadığımız gibi yapanlara kulp takmak olduğunu bilmektir! Neyini anlatayım bu dedikodusu bol kavgaların, edebiyatımız için verimli bir düşünce yartmayacaksa neden anlatayım ayrıca? Neyse, biz konumuza dönelim. Recâizâde Mahmut Ekrem, Takdîr-i Elhan kitabının dokuzuncu sayfasında çok şık bir söz yazmıştır: Kendine sorduğu soru şudur:“Güzel şiir nedir?” Yanıt: “Zerrattan şumûsa kadar her güzel şey şiirdir” En küçük zerreden, kocaman güneşe kadar! Göz kamaştıran bir söz ha? Takdir-i Elhan’da; dönemin şiir anlayışını eleştirirken, yeni tarz şiirin nasıl olması gerektiğini de belirtir Ekrem. Şiirde üç güzelliğin birarada olması gerektiğinden söz eder: “Mehasin-i fikriye” (*Fikir güzelliği), “Bedayî-i hayaliye” (*Eşi benzeri olmayan düş  gücü) ve “Sünûhât-ı kalbiye” (*Kalp temizliği, duygusal uzmanlık)!Ekrem’e göre, içerik ve biçemin yanında uyak (kafiye) ve veznin de uygun olması gerekir iyi bir şiir için. Oysa ki Muâllim’e göre tek doğru ölçü, “fesahat” ve “belagat”tir . “Her mevzun (*Düzgün, biçimli) ve mukaffa (*Uyaklı)  lakırdı (*Söz, laf) şiir olmak lazım gelmez. Her şiir mevzun ve mukaffa bulunmak iktiza etmediği (*Gerekmediği) gibi” İşte bu sözlerle açıklar şiirle ilgili görüşünü Recâizâde. Bu, Türk edebiyatında bir devrimdir. Divân edebiyatının sıkı kurallarına karşı, şiirde bir serbesti davetidir. “Bütün kuralları yıkalım” gibi bir şeydir bu! Her ne kadar görüş ve eylem atbaşı gitmemiş olsa da; Servet-i Fünuncular bunu başlatmış ama şiirde serbestinin gücünü görmemiz için; Orhan Veli, Melih Cevdet ve Oktay Rifat’ın ‘Garip’ anlayışı adıyla şiiri bütün boyunduruğundan kurtaracağı günleri beklememiz gerekecektir. Çünkü Recâizâde her ne kadar böyle konuşsa da; kafası karışıktır, daha doğrusu yenilik peşinde, birbirine düşman görüşleri dikkatsizce sıralamaktan çekinmez. Hem serbesti deyip, hem de Divân edebiyatının kurallarına bağlı aruz ölçülü şiirler yazmaya devam ederken, diğer yandan Fransız sembolistlerini çağrıştıran “Edebiyatta mantık iltizam olunmaz. Çünkü maksâd-ı edebiyat ; fikir, his ve hayalce olan güzellikleri ortaya çıkarmaktır” gibi bugün çok da ilgi görmeyen bir anlayışı da savunur Recâizâde. Takdîr-i Elhan’ın en ilginç savlarından biri, belki de, peşinden gittiği Namık Kemal’e karşı bir görüş ortaya koymasıdır yazarın: “Edebiyatın gayesi, düşünceleri terbiye etmek, düşünceleri temizlemek, ahlâkı yükseltmek olduğu doğrudur. Fakat bir şair, dersini ahlâk dersi vermek için söylememeli.” Yani güzellik ahlâktan daha önemlidir demektedir Recâizâde Mahmut Ekrem. Edebiyat kuramı nı açıklarken kötü ve eski olana dair örnekler de verir yazar. Bu örneklerin birçoğunu da, doğrudan Muâllim Naci’nin -ısrarla üstünde durduğu-, ‘fesahat ve belagatçe eksik’ diye nitelediği şiirlerinden seçer. Özellikle ‘Gark-ı Nûr’ gazeline yüklenir Ekrem. Naci’nin bir söz ustası olduğunu kabul etmekle birlikte; duygu olarak etkisiz kaldığını söylemektedir Ekrem. Kayınpederi Ahmet Mithat’ın onu Tercüman-ı Hakîkat’tan uzaklaştırmasını da buna bağlamaktadır üstelik. Devamı Var